Dairo Argento 1940 yılında Roma’da doğmuş, bulunduğu ülke sınırlarını sinemasıyla aşmış, gorefilm hayranlarının usta kategorisinde değerlendirdikleri bir yönetmendir. Onun sineması korkuseverlerin tamamına hitab etmez. Bir kere Argento’nun derdi seyircinin katili merak etmesi, karakterlerle özdeşim kurup onlar için endişelenmesi değildir. Argento seyircilerine bol kanlı bir görsel şölen vaad eder. Ama aklınıza Hostel tarzı filmlerdeki stilize edilmiş işkence sahneleri gelmesin. Argento kanı sinemanın temel yapı taşları olan ışık, müzik, hatta kamera gibi kullanır. Kan ve kurbanların öldürülme şekilleri filmlerini yapıtaşıdır. Bu sahneler Hostel örneğinde olduğu gibi sadece seyircinin midesine ağrılar girsin diye değil, resmen farklı bir evrene girmesi için kullanılan gerçeküstü bir öğedir. Örneğin yönetmenin Suspiria adlı başyapıtında bir bale öğrencisinin yeni yazıldığı okulda başından geçen akıllara ziyan olaylar zinciri anlatılırken, okulun kırmızı ışıklarla aydınlatılan koridorları dahi izleyicide kan etkisi uyandırır. Böylece Argento bizleri işlerin çok farklı yürüdüğü kötülüğün her zaman siyah eldivenli bir el tarafından geldiği olabildiğince mantıkdışı bir dünyaya sürükler.Kendisinin de dahil olduğu Goblin adlı müzik grubuyla filmlerinin müziklerinde de imzası vardır ve izleyenler görecektir ki müzik Argento filmlerinde gerilimin kurulması açısından en önemli öğelerdendir. Çoğunlukla çocuk şarkılarının melodilerinin tekinsiz bir havayla yorumlandığı bu melodiler insanın tüylerini diken diken etmeye yeter.Daha önce de söylediğim gibi Argento filmlerinde katilin kimliği ikinci planda kalır. İzlerken daha çok ‘bu kadın nasıl ölecek acaba’ (kurbanlar çoğunlukla kadındır) diye sordurur. Argento son dönem filmlerinden Non Ho Sonno‘da hikayesini dedektiflik oyunlarıyla bezemiş ve katil aram sürecini bir merak unsuru olarak ilk defa kullanmıştır. Ancak bu konuda pek başarılı olduğu söylenemez çünkü onun senaryolarında bir mantık zinciri kurmak zordur dolayısıyla bu katil polis oyunundan pek de alnının akıyla çıktığı söylenemez.Çoğu filmi tarihi binalarda geçer. Bu binaların yüksek tavanlı, bol sütunlu mimarisi filmlerindeki sonsuz tekinsizlik hissini tetikler. Odadan odaya giden karakterler sanki dipsiz bir kuyuda, sonu olmayan bir mekanda koşuşturmaktadırlar.Belki de sinema tarihinin en anlamsız,sebepsiz ölüm sahneleri onun filmlerindedir. Biraz iddialı oldu ama bu tezimi bir örnekle açıklamak istiyorum. Üç Ana Üçlemesi’nin ikinci filmi Inferno ‘da işlenen cinayetlerin sebebiyle ilgili gizli bilgilere sahip olduğunu bildiğimiz bir kitapçının dükkanını bir gece (çoğunluğu kara) kediler basar. Kitapçı kedileri bir çuvala doldurup kanalizyondan akan suların oluşturduğu bir gölde canlı canlı boğmaya çalışır. Bu sırada kanalizasyondan çıkan bir sürü fare kitapçıyı ısırmaya başlar ve kitapçı yere düşer, çuvalın ağzı açılır. Kitapçı ‘Yetişin, beni canlı canlı yiyorlar!’diye bağırır. Geniş planda arkada gecenin o saatinde arabasında sosisli sandviç hazırlayan bir sosisçi görülür. Sosisçi sesin olduğu yöne doğru elinde satırla koşar ve kitapçıyı kurtarır. Ama ensesinin arkasını satırla yararak 🙂 Bu sahneden sonra sosisçinin olaylarla bir ilgisinin çıkacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Argento filmlerinde başrol kötülüğün, vahşetindir, geriye kalanlarsa sadece ayrıntı.Argento hakkındaki birkaç ilginç bilgi daha vermek istiyorum._Kızı Asia Argento birçok filminde başrol oynadıktan sonra kendi filmlerini de yönetmiştir._Filmlerinde siyah eldivenli katili daima kendisinin oynadığı söylenir._En sevdiği ve ilham aldığı yönetmenin Ingmar Bergman olduğunu söylemiştir.Yönetmenin en son filmi La Terza madre (Gözyaşlarının Annesi) hakkındaki yazımı sonraya saklıyorum ve bu yazıyı tüm goreseverler armağan ediyorum 🙂