The Colour Of Paradise
Orjinal adı Reng-i Huda olan, ingilizce’ye The Color Of Paradise olarak çevrildiği için bizde de Cennetin Rengi adıyla bilinen bir Majid Majidi filmi.Sinema giderek bir teknolojik görsel şölene dönüşürken, sinemanın hala sanat olduğunu hatırlatarak yüreklere su serpen bir film. Dev bütçeler, güdük seneryolar, patlama çatlamalar, kan ve iç organ görüntüleri, dünyayı her seferinde kurtaran WASP (White, Anglo Sakson, Protestan) kahramanlar, ABD’nin; dolayısıyla Hollywood’un resmi düşmanı olan komünist, ortadoğulu, zenci, kızılderili, Uzaylı, Vietkonglu kötü adamların boy gösterdiği filmler, animasyonlar, listeyi uzatmak elbetteki mümkün. Tablo açıkça gösteriyor ki dünyanın bir yarısı için sinema çıkmaz bir sokağa girmiştir.İşte bu çıkmaz sokakta büyük alanlara açılan bir gizli geçit gibi İran sineması ve özelde Majid Majidi.
The Colour Of Paradise
Reng-i Huda; Allah’ın Rengi’de bu gizli geçidin eşiği sanki.Senaryosunu da yazdığı filmde Majidi Kamerasını yine yoksul insanların, hayatlarına doğrulturken aslında dışarıdan sade, yalın görünen o hayatların ne kadar da evrensel dertleri barındırdığını bir kez daha ispatlıyor.Özellikle Baba rolü ile Hossein Mahjoup ve görme engelli oğul Muhammed rolünde Mohsen Ramezani oyunculukları ile açıkçası oyunculuk bölümlerinde gösterilmesi gereken birer ders veriyorlar.
Hossein Mahjoup
Mohsen Ramezani’nin gerçek hayatta da görme engelli bir çocuk olduğunu ekleyerek filmin kısaca konusuna geçelim.Muhammed doğuştan kör fakat çok zeki bir çocuktur. Zekasının yanısıra filmde kalıca altı çizilen bir nokta da Muhammed’in gözlerinin kapalı olmasına rağmen gönül gözünün açık olduğudur.Bizler, doğuştan görebilen insanlar farkındalık eşiklerimiz düştüğü için giderek bir körleşme yaşadığımızı biraz da Muhammed’in açık olan gönül gözü sayesinde görüyoruz. Muhammed bizim yanıbaşından geçip gittiğimiz herşeyi parmak uçlarıyla duyuyor, şehrin gürültüsüne kurban ettiğimiz tüm güzel sesleri büyük bir açlıkla topluyor minik kulaklarına.
Mohsen Ramezani
Muhammed yatılı bir görme engelliler okulundadır. Babasından, ninesinden, iki kız kardeşinden, köyünden uzakta. Görebilen çocuklarla birarada okumak istemektedir Muhammed, görememesi tüm dünya için bir sorun iken kendisi için sorun değildir çünkü.Baba ise herşeyden önce ölen karısının ardından yeni bir evlilik yapmak istemekte, bir yandan görmeyen Muhammed için endişelenirken öte yandan Muhammed’i kendi hayatında da bir engel, ayak bağı olarak görmektedir.Kızkardeşler ve Nine Muhammed’i olduğu gibi kabullenirken, baba vicdanını oğlunun geleceği için hayırlı bir karar vermek ile rahatlatıp, küçük Muhammed’i yine doğuşatn görme engelli bir marangozun yanına verir.Baba kaderiyle itişe dursun, Allah’ın bambaşka planları vardır.Konuyla ilgili daha fazla açılıp henüz filmi izlememiş olanların tadını kaçırmadan bir kaç noktanın altını çizmekte fayda var.Filmin daha açılışında karanlıkta değişen kasetlerden yayılan müzikle ilk sözünü söylemiş oluyor Majidi; Bu filmi sadece gözlerinizle izlemeyiniz!Gerçekten de okulun bahçesinde babasını bekleyen Muhammed’i izlerken ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz yönetmenin. Muhammed, sadece kulaklarını kullanarak doğayı dinlerken bir kuşun yuvasından düştüğünü, bir kedinin kuşun peşinde olduğunu “görüyor” ve kör bir çocuktan beklenmeyecek bir beceri ve duyarlılıkla kediyi püskürtüp, kuşu yuvasına koyuyor.
Bu sahnenin tüm şiirselliği ve alt anlamları bir yana kuş yuvaya bırakılırken, ismi de tesadüfen Muhammed seçilmemiş olan çocuğun elleri sayesinde film boyunca işlenecek başka bir metaforun ilk düğümü atılmış oluyor; ” Veren el alan elden kıymetlidir.” Film boyunca son derece estetik açılarla ellere odaklanan yönetmen bu cümleyi ruhumuza işliyor adeta. Ve sürekli alan ellerin sahiplerinin hayatları gerçek “yoksulluğu” bir kez daha düşünmemizi öneriyor bize. Kaldı ki Majidi’nin filmlerinde ayakkabı tamir eden ellerden, balık tutan toplayan ellere kadar pek çok el hali görmek mümkün. Eller Majidi filmlerinde şiir mısralarına dönüşüyor sanki…Bilmek için ille de görmek mi gerekir peki? Öyleyse köye giden yolda babasının ellerini bırakıp kız kardeşlerinin, ninesinin yanına koşa koşa gidebilen çocuğu ne demeli. Yolu bilmek, görmek midir her zaman? Her bilenin görebildiğini, her görenin bilebildiğini söylerken acımasız bir kolaycılığa mı düşüyoruz yoksa?Küçük hediyeler veriyor Muhammed kızkardeşlerine ve ninesine. Cebi yoksul ama kalbi zengin bir çocukla bir kez daha sarsılıyoruz. Bir kez daha veren elin inceliğine hayran oluyoruz, üstelik hediyelerden biri kör bir çocuğun gazoz kapaklarından yaptığı bir kolye.Sanki sevgimizin ölçütüymüşçesine bize kanıksattırılan verdiğimiz ve aldığımız pahalı hediyelerin ortasında aslında ne kadar da fakir olduğumuzu hissettiriyor bize Majid Majidi.Bu anamalcı sistemin insani ayarlarımızla ne kadar da hunharca oynadığını anlamak için müthiş bir fırsat sunuluyor anlayana. “Sevgili” olana verilen bir gazoz kapağı, alelade bir taş parçası tüm zümrütlerin yakutların yanında hepsinden daha ışıltılı parlıyor.Boş boğazlığa gerek yok daha pek çok sahnede, sahne geçişlerinde şiir yazmaya evam ediyor Majid Majidi. Öyle ki zaman zaman unutuyorsunuz Muhammed’in gözlerinin görmediğini. Çünkü engel denilen şey, biraz da sizin onu engel kabul etmeniz oranında çıkıyor önünüze.Film boyunca dikkatli göz ve kulakların yakalayacağı en güzel ayrıntılardan biri ise Baba ve oğulun yolculukları sırasında duydukları çevre sesleri. Kamera baba öznelindeyken duyulan sesler ile Muhammed’in duyduğu sesler bambaşka. Üstelikte aynı ormandalarken.Fimde baba karakterinin ve çocuk karakterinin simgelediği diğer anlamları bulup çıkartma keyfini izleyicilere bırakarak filmin bir başka önemli noktasına daha göz atmak isterim.İsyan…Baba salt kötü bir karakter değil, hatta samimi anlarında onun da derinliğine bakıp başınızın dönmesi mümkün, senaryo öyle incelikli, oyunculuklar öylesine dozunda ki…Fakirliğin amansız pençesinde kendince düşlerin peşinde koşan baba gözyaşları içinde isyan ediyor; “Madem Allah’ın sevgili kullarıyız, nedendir bu çektiğimiz çile? Karım neden öldü, neden bir ömür boyu kör bir çocuğa bakmak zorundayım?” diyor. Kızamıyorsunuz. Muhammedi’in sıradan bir kör olmadığını bilmenize rağmen kızamıyorsunuz. Göremediği için bir insana kızılabilir mi? Acıyorsunuz babaya. Gözleri görebilen bir adama acımamızı sağlıyor Majidi…Muhammed küçücük yaşına rağmen çoktan geçmiş bu çizgiyi. Kör olduğu için kimsenin kendisini sevmediğini herkesin kendisinden uzaklaştığını düşünüyor minik aklıyla… Bir gün öğretmenine “Allah sevseydi kör yaratmazdı bizi, böylece onu görebilirdik.” diyen Muhammed, Allah’ın görünmez olduğunu öğretmeninden öğreniyor. Allah’ın heryerde ve ancak “hissedilebilir” olduğunu…Bunun üzerine Muhammed film boyunca da göreceğimiz üzere her şeye dokunmaya paşlıyor parmak uçlarıyla. Başak tanelerine, sudaki çakıl taşlarına, ağaç kabuklarına, her şeye. Kabartma yazıları okuduğu körler alfabesi ile dünyayı okumaya, “ses”e, “söz”e çevirmeye çalışıyor. Allah’ı duymaya, okumaya çabalıyor. Onun kokusunun, sesinin, renginin peşine düşen bir çocuk. Sudaki çakıl taşlarına, ağaç kabuklarına, başak tanelerine, dünya üzerindeki hiç kimsenin dokunmadığı gibi dokunan bir çocuk. Tek hayali var Muhammed’in Allah’ın izini bulup, onu “görmeyi” başarıp, küçücük kalbinin, kısacık ömrünün bütün sırlarını anlatmak. Evet, belki de hesap sormak, neden kör yaratıldığını, en azından Allah tarafından sevilip sevilmediğini, annesinin neden öldüğünü, neden babasının ondan kaçtığını, hepsini sorabilmek. Ama babası gibi isyan ederek değil, sevgiyle, inançla sorgulamak, sığınmak…Muhammed minik parmaklarıyla nereye kadar gidebiliyor, sonunda kabartıların üzerinde akıp onları “söz”e dönüştüren parmak uçları neyle buluşuyor sorularının cevaplarını ise izleyecek olanlara bırakmak lazım.Körler ülkesinde gören olmak diye bir metafor vardır.Majid Majidi bu metaforu paramparça edip, sinema şiiriyle yeniden inşa ediyor. Darısı Yeşilçam’ın başına….