Başka bir dünyanın hikayesiydi bu…”Bütün aşklarda sınanmadan sevdana sevda demeyeceğim”“Bin yılına tanık oldum Güneyin. Yaralı ve yorgunken yakaladı zaman beni. Her şey değişiyor. Her şey yeni baştan yıkılıyor ve kuruluyordu. Karanlığın güçleri dışında,kimse ama hiç kimse hazır değildi ; ne yıkmaya ve yıkılmaya ne de kurmaya ve kurulmaya” demişti TanrıçaTarihin başlangıcı ve bitişine inanılmayan zamanlarda yaşıyorlardı. Sadece zaman vardı; nadiren iyi ve genellikle kötü zaman.”Brahm aşkına Zena ” diye haykırmıştı savaşçı ve bütün hikaye böyle başladı.Bu hikayeyi Calmmoon” un büyük büyük büyük ataları yazmış ve ona ulaştırmışlardı. Orijinal metin hala Calmmoon” daydı. Calmmoon hikayeyi bölüm bölüm sasa’ ya anlattı. Günü gelince okursun arşivden demişti. Sasa sanki Calmmoon’un her şeyi kendine anlatmadığı duygusuna kapılmıştı. Sanki Calmmoon’un da bu hikayede bir yeri vardı gibi geliyordu ona.Hikaye yukarıdaki gibi başlıyordu.”Zhoran” diye çağırdı Tanrıça onu.Ve sonra binlerce yıl Zhoran diye bilindi. O ilk sesi duyduğunda irkilmişti savaşçı ve sadece karanlıkta boşluğa savurabilmişti kılıcını defalarca. Çok uzak veya çok yakın, sözleriyle anlatılamayacak bir mesafede, sadece, bir siluetin saçlarını yalamıştı kılıç. Ya da savaşçı o tür sanrılar görmüştü. Yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça yaklaşan bir siluetin hayalleri.Savaşçı, tek dizi üzerinde yorgun düştüğünde kılıcının sapı elinde, ucu bir kayaya dayanmış, başını dik tutmaya çalışıyordu.”Zhoran” dedi tekrar bir fısıltı. Ayağa kalkacak hali yoktu.Savaşçının ağzından “Zena” diye bir söz döküldü. Sesi kendisinin mi değil mi bilmiyordu. Ne söylediğini bilmiyordu. Ama o an içine işledi bir fısıltıyla anlamı; Brahm tanrılarının dilinde “hayalim” anlamına geliyordu. “Hayalim” diye tekrarladı sanki.”Evet, benim” dedi Tanrıça. “Benim Zhoran” Bu fısıltıyı belli belirsiz duydu.Karanlık gökyüzünde dolunay parlıyor ve yıldızlar sanki geçit yapıyormuşçasına gökyüzünde “biz de varız” diye haykırıyorlardı. Karanlığın derinliğinde, içinden rüzgar geçen bir siluetin dalgalı, uzun saçları ve bir yanı gölgede kalan hüzünlü bir yüzü hayal mayal görebiliyordu savaşçı.”Brahm adına kimsin sen” diye sordu savaşçı. “Niçin bana Zhoran diyorsun””Bana Zena diye seslendin” dedi Tanrıça “Brahm adına Zena. Seslendiğin ismi tanımıyor musun?””Aklımdan gelmedi o ses yüreğimden geldi yoksa bilirdim seni” dedi savaşçı. Sesi biraz gürleşmeye başlamış, ayağa kalkmıştı. Siluetin ayaklarına baktı, yere basmıyor gibi göründü ona. Geçen fırtınadan kalan meltem esintisiyle salınan bir hayal gibiydi. “Zena” dedi. Bu ismi her söylediğinde yüreğine işliyordu Tanrıça. Bunu hissediyordu savaşçı. Fakat kendini de alamıyordu. Siluetin karşısında giderek rahatlamış ve bir kayanın üzerine oturarak onu seyre koyulmuştu.Eskiler böyle hikayeler anlatırlardı. Ataları “kaçının” demişti. “Tanrılar ve tanrıçalarla konuşmaktan ve onlara bakmaktan kaçının, yalnızlığın dehlizlerinde dehşetli bir yaşamın pençelerinde yaşamak istemiyorsanız uzak durun, hayaller, kaderin kılıçla çizildiği bir zamanda sadece bela getirdi bize, ölümü, her saniye anmak ve aramak istemiyorsanız kaçının” demişlerdi.”Aklındakilerden kurtul” dedi Zena. “Kaygılarını anlıyorum. Brahm’ın tanrıları ve tanrıçalarıyla bir ilgim yoktur. Köküm dışında. Efsane savaşçıları kara heyulalara sürükleyen tanrılarla savaşmaktan yorgunum. Görmüyor musun bir meltem bile etkili benim üzerimde. Kötü zamanların ve kötü kaderlerin kederi öldürüyor beni. Acı çektirmek yazılmamıştır kaderimde, kaderime ortak olmaya kalkmadıkça kimse. Hiçbir savaşçıyı köle yapmadım kendime ya da bağlamadım kara büyülerle. Mülk edinmedim kimseyi ve olmasını da istemedim. Benim diyebileceğim, duygularımdan, kederlerimden ve kadere meydan okuma cesaretimden başka da bir şeyim olduğunu sanmam.””Güzelliğin var” diye geçirdi savaşçı içinden, sanki dudaklarından çıkmıştı bir ıslık gibi. Zena’nın yüzü biraz aydınlanmış ve gölge biraz olsun gitmişti sanki. Savaşçı bu yüze bakmaktan ve o meltemle boşlukta salınan saçların yüzüne değer gibi salınışından büyülenmişti sanki; ama rahatsız ya da tedirgin değildi. Tehlikeyi önceden koklamada sezgilerine güvenirdi. Bir yüze baktığında, o yüzde başkalarının yarım yamalak gördüğü ya da göremediği tüm gölgeleri görür ve o gölgelerin anlamını okurdu. Bu, onda çocukluğundan beri olan bir sezgiydi. Zena’nın yüzü gölgelere rağmen apaydınlık geliyordu ona. O gölgelerde bir çok kavganın, acının, savaşın, kederin, direncin ve gözyaşının, aşkın ve sevdanın, yanılmışlıkların izlerini hissetti savaşçı. O gölgelerde karanlık görmedi. Bu duyguyla gözlerini ve yüreğini Zena’dan ayırmak için özel bir çaba sarfetmedi. Hatta daha ileriye gitti ve biraz önceki çatışmadan arta kalan ölüler, yaralılar, kaçanlar ve onların etrafa saçılmış eşyalarına aldırış etmeksizin kılıcını yanına bıraktı ve Zena’ya elini uzattı. Zena duraksamaksızın bu çağrıya cevap verdi. Savaşçı, kendisine yaklaşan Zena’nın elini tutup tutmadığını bilmiyordu. Onun yanında olup olmadığını anlamıyordu fakat onu hala uzakta görürken aynı zamanda yüzünün karşısında bir yüzün, nefesinin karşısında bir nefesin, gözlerinin karşısında bir çift güven veren, bakmaya doyamadığı, gözün olduğunu biliyordu. O ne kadar uzaksa o kadar yakındı ve ne kadar yakınsa sanki o kadar uzaktı.”Neden bana Zhoran diyorsun? Atalarım çok eski zamanlarda Zhoran diye bir savaşçıdan bahsetmişlerdi. Biz onun gibi savaşçıların efsaneleriyle büyüdük. Benim adım Zhoran değil. Ben Met’im” dedi savaşçı.”Zhoran” dedi tekrar tanrıça. “Bazen ne ruhlar ölür ne düşünceler ne de hayaller; kendi bedenini bulduğunda onlar tekrar canlanır, dirilir. Sesi senin sesin, nefesin onun nefesi olur ve hayalleri yollara düşürür seni. Bir düşün ne kadardır yollardasın, bir düşün kimin sözlerini söylüyorsun ve kimlerle dövüşüyorsun. Bazen her şey o kadar bütünleşir ki, sen osundur ve O da sen. Birbirinden ayırmak mümkün değildir. Benim işim değil özleşmemiş bedenlerin ve yüreklerin peşinden gitmek. Niçin ısrar ediyorsun yolunda, tüm savaşçılar düşmüşken üstelik, hiç hayallerini tanımladın mı akılda, niçin akıyorsun, ilk yola düşüş sebebini hatırlamadığını biliyorum, niçin savaşçılar bulur seni ve sen niçin onların yolundasın, sadece yaşıyorum cevabı bir cevap mı sence, neden çektin her haksızlığa kılıcını, neden çattın kaşlarını fesat yuvalarına, neden kardeş gibi davrandın bütün yabancılara, niçin yardımcıydın çeliğe, çomağa, ormana, havaya. Geçtiğin her yerde tekrar kurulur eski düzenler. Neyi yıkıp neyi yapmaya gidiyorsun, biliyor musun Zhoran”Zhoran’ın yüreğinin sesini dinledi bir müddet.”Sen osun ” diye bir fısıltıyla bitirdi. Ve artık savaşçı bunu tartışmayı bıraktı. Şunu biliyordu ki, o veya değil. Ama bu soruların hepsinin muhatabı oydu ve kendisi anlatamasa da bir yere gidiyordu, bir şeyi yapmaya.Zhoran gözlerini Zena’nın gözlerine dikmiş, derinliklerine dalmıştı.”Sen” dedi. “Zena’sın ve aynı zamanda o değilsin. Ama sende her şey o kadar güzel özleşmiş ki, sana o ve o değilsin diyemem..””Şşşşştt” diye uyardı Zena. “Şimdi böyle şeyleri düşünme” diye devam etti.”Hayır” diye itiraz etti Zhoran. “Ben o anı yaşayanlardan değilim. Sadece anı yaşayıp geçemem, anlamam ve anlamlandırmam gerek, her şeyi yerli yerine oturtmam gerek aklımda ve yüreğimde. Bunu yaparken sezdirmem kimseye; fakat, sanki seninle ortak bir aklım ve ortak bir kanım varmış gibi. Sendekileri seziyorum sadece ve sen bendekilerin hepsini görüyor ve anlıyorsun. Kanın akıyor içimde ve sanki benimkisi de sende. Bunu anlamıyorum ya da anlamak istemiyorum.”Etrafta kıpırdamalar olmuş, kayaların ve ağaçların arkasında bazı dehşetli gölgeler belirmişti. Zhoran efsunlanmış gibiydi, gözleri açıktı ama tüm duyularıyla Tanrıça’nın gözlerinde ve yüreğinde kendi gerçeğini arıyor gibi bir hali vardı. Yaklaşan ve biraz daha uzaktaki gölgelerin olduğu yerde tedirgin ve kaygılı hareketler Tanrıça’nın dikkatini çekmişti. Gölgelerin olduğu yerden görünenler garipti. Zhoran bir taşın üstüne oturmuş, kılıcını yana bırakmış ve iki elini birinin ellerini tutuyormuş gibi ileri uzatmış, başını sanki birine yaslamış, kendi kendine konuşuyor gibi bir hali vardı. Tanrıça hiçbir şeyin farkında olmayan Zhoran’ın bu anını uzatmak ister gibi etraflarına, dudaklarının arasından üflediği bir esintiyle bir perde serdi. Dehşetli gölgelerin olduğu yerde bir kaçışma oluştu. Artık hiçbiri Zhoran’ı göremiyordu.Zhoran sanki bir dev kartalın kanatları arasında Tanrıçayla elele tutuşmuş dağların, ovaların, denizlerin, vadilerin, buharlaşan çağlayanların, kıyısında ceylanların su içtiği göllerin, bin bir canlının her birinin göründüğü ormanların üstünde bir yolu izliyor gibi uçtuklarını hissediyordu.”Bütün dünyayı gördüğümü, bildiğimi sanırdım, bu dünyanın sınırlarını daha önce hiç aşmamıştım. İçimde öyle bir his var ki, bu yol sanki benim alın yazım” dedi Zhoran.”Yazgımızın yolları neredeyse sınırsızdır Zhoran” dedi Tanrıça ve duru bir ırmağın sesini andıran sesiyle devam etti “Sınırları belirleyen şey, içinde kavgasını verdiğimiz dertlerimizdir. Dertlerimizin çaresi olarak bize sunulmuş ve bizim yarattığımız olanaklar. Dertlerin enginliği, yüreğin gücü, aklın keskinliği, kılıcının sertliği ve hedefi, zamana ve yere tutsaklıktan kurtuluş için başka sınırlar açar isteyen gönüle””Dur” dedi Zhoran. Hala her şeyi sıralayamamıştı aklında ve sindiremiyordu gönlünde. Her gördüğü, hissettiği ve her duyduğuyla aklı ve gönlü daha da karışıyor, kendine sürekli yeni sorular soruyor, daha cevabını tamamlayamadan yeniden dolup taşıyordu. “Yavaş olamaz mısın” dedi Zhoran. “Biraz daha yavaş. Bu bilgelik nereden geliyor? Tanrıçaların bilge olduklarını bilmezdim.””Vaktim yok fazla…” derken Tanrıça, Zhoran Tanrıça’nın karnına yasladığı başını kaldırdı ve yüzüne baktı. Hala çok uzakta ve hala tam yanındaydı. Tanrıça’nın elleri Zhoran’ın saçlarını okşuyordu.”Bu nasıl olabiliyor” dedi Zhoran. “Kanımda akıyorsun ve ben de senin kanında. Konuşmaya gerek yokmuş gibi hiç. Beni hissediyorsun ve ben de seni” Tanrıça sadece Zhoran’ın gözlerine bakıyor ve gönlünü dinliyordu. Zhoran o gözlerde güven görmüştü; şefkat, sevda, aşk, acılar, bilgelik ve keder görmüştü. Sadece kendisi için orda olduğunu bilmenin değerliliğini anlamış ve sanki hiç hissetmediği kadar güçlü hissetmişti bir an.”Eskiler” dedi Zhoran “bizi hep uyardılar, ‘bu duygu aşktır ve yalandır’ diye. Sadece aşık, konuşmaya gerek görmezdi, sadece aşık, her şeyi hissettiğini sanırdı, sadece aşık karşısındakini her şeyiyle kabullenirdi. Gelip geçiciydi. Ya ölürdün ya da biterdi seni de bitirerek, ondan sonrası hep bir hayaldi, boş bir hayal ve boşa geçen bir hayat gibiydi her şey. Hatırlayamazdın bile tam olarak ne olduğunu, ‘kavmimiz’ derdi eskiler ‘aşka bağlanan yüreklerle parçalandı, başı dönen, yolunu kaybeden savaşçılarla dağıldı. Hayallerini ararken her bulduğunu hayali sananların yozlaşmalarıyla çürüdü. Doymak bilmez büyücülerin hayal kadınları ve hayal tanrıçalarıyla yitirdik avlarımızı, ekinlerimizi, yurdumuzu, çocukları ve kadınlarımızı. Her şey olup bittikten sonradır ki, savaşçılara sadece savaşmayı emrettik ve hükmetmeyi canlıya” dedi ve sayıklar gibi devam etti.” Sadece biri vardı. Sadece biri, çok güçlüydü. En yaşlılardan biri, bu öğretilere itiraz etmezdi ama sözünü de esirgemezdi. Adı Alamoon idi. O kavmimize saygı gösterirdi ve kavmimiz onun konuşmasına müsaade ederdi. Kavmimizin efsanesi en çok anlatılan savaşçılarındandı ve bilgelikte de bir o kadar iyiydi. Ama tüm çocuklar ve gençler ondan korkarlar, çekinirlerdi. Söyledikleri kavmimin sözüne karşı değildi, kavmimin sözünün üstüne değildi. Ama sanki, kavmin sözünün yanına bir ekti, yoldaştı. Yine de o sözler büyülü ve tehlikeli olarak algılanırdı. Sadece o, aşk için baştan aşağı kötü konuşmayanlardandı. ‘Evet’ diyordu, ‘Aşk parçalar, yozlaştırır, yıkar fakat birleştirir de, güçlendirir de, yapar da, yüceltir de; Savaşçı savaşçılığını, bilge bilgeliğini bilir, akıl ve gönül birleşebilirse ve boyun eğmezse köleliğe, mallığa, yürek coşkunca akarken, boş vermezse kendini azgın akan sulara, zevke düşmez ise savaşçı, aşkın yumuşattığı düşüncesini gerçeğin çeliğinde dövmeye devam edebilirse, aklını yumuşak yataklara bırakmazsa ve hayalinde yaşattığı aşkı kara büyücülerin hayal kadınları, erkekleri ve hayal tanrıçalarından, tanrılarından ustaca ayırmasını bilirse aşk, o zaman bir taraftan yakar hoş bir tutkuyla ve akar bir taraftan dingin akan serin nehirler gibi.'” Zhoran kendini Zena’yla sarmaş dolaş bulmuştu konuşurken, Zena sadece karşı koymuyordu Zhoran’a. Zhoran sırılsıklamdı terden, bitmek bilmeyen bir kavgadaki sırılsıklamlıktı bu sanki. Zena’nın kendini Zhoran’a bırakmasıyla Zhoran’ın başı etrafa yayılan bir kokuyla dönmeye başlamıştı. Neydi bu koku, nerden gelmiş, nasıl böyle sarhoş etmişti Zhoran’ı.?Ağır bir karanfil kokusuna sanki yine tüm ağır kokulu dağ bitkileri karışmış ve sonra bu ağır kokuya kır çiçeklerinin insanı havalara uçurabilecek hafifliği karıştırılmıştı. Keskinlikle esinti, dinginlikle coşku, acı ile mutluluk, bilgelikle çocuk saflığı, şehvetle şefkat, tarih ile gelecek sanki kederle karıştırılmış ve sevdayla yoğrulmuştu.Zhoran Zena’yla sarmaş dolaş öpüşürken bu öpüşü daha önce hiç tatmadığını, bu öpüşün sanki öpüşten farklı bir şey olduğunu düşünüyor; coşkunca hoşluklar ve duygusallıkla kaplanıyordu tüm aklı ve yüreği; ve bir türlü sonu gelmiyordu, bırakamıyordu Zena’yı. Zena’da ayrılamıyor ve Zhoran’ın ateşine cevap veriyordu. Bir orman yangını kadar sıcak ve bir deniz kadar ıslaktılar. Bu böyle bir gece boyunca sürdü gitti.”Bu ilk kez başıma geliyor” diye fısıldadı Zhoran Zena’nın saçlarını okşarken. “Sevişmenin temiz olabileceğini biliyordum. Ama bu denli duru, coşkun ve duygusal olabileceğini hayal bile edemezdim.” Zena gözlerini Zhoran’a dikmiş, elleri onun saçlarındayken tebessüm ediyordu.”Atalarımın sözleriyle ve savaşçı yeminlerimle kendimi sorguluyorum” dedi Zhoran ve devam etti. “Bilmiyorum, bir süre sonra ne düşüneceğimi, pişmanlıklarımı ya da özlemlerimin ne olacağını bilmiyorum. Yeminlerimin karşıma hangi tanrıları çıkaracağını, eskilerin hakkımda ne karar vereceklerini ve hangi felaketlerle karşılaşacağımı bilmiyorum. Fakat şu anda uzun zamanlardır tatmadığım, sakin akan ırmakların mutluluğunu duyuyorum. Bundan da hiç pişman değilim. Olacağımı da sanmam.”Zena’nın gözleri buğulanmış kederli bir şekilde kısılmıştı. Zhoran o gözlerde kendini sorgulamasının etkilerini görmüş ve kendini sorgulamaya ve sorgulatmaya hazır bir Tanrıça görmüştü.”Seni seviyorum” dedi usulca. Zena’nın gözleri iyice buğulanmıştı. Zhoran bu buğuların gölgesinde geçmişi, istismar edilmeyi gördü; katlanılması zor yolları, acılarla bezenmiş ateşleri gördü, tutulmamış sözleri, tanrıların öfkesini gördü, kendi kavminden sürülmüşlüğü, hakarete uğramışlıkları, pişmanlıkları gördü, yanılmışlıkların affedilmezliğini gördü. Bir çocuğun genç kızlığa adım atışını, heyecanlarını, hırslarını, tutkularını gördü, bir genç kızın olgun bir savaşçıyken tanrıçalaşmasının dayanılmaz öfkelerini, yakarışlarını, kendini ateşlere atışını gördü, buğular durulaşırken berraklığın kederini gördü, şefkati, sabrı, baş edilemez bir emeği, tutuşmaya devam eden bir sevdayı gördü. Ya da bütün bunları gördüğünü sandı. “Seni seviyorum” dedi sıkıca sarılırken Zena’ya ve kederlerine yoldaş olmak istediğini anladı. Zena’da bir fısıltıyla” ben de” diyebildi.”Niçin geldin ve niçin gitmek istiyorsun” dedi Zhoran.”Sen çağırdın” dedi Tanrıça. Zhoran savaş anını hatırladı.”Aklım ne seni ne de ismini biliyor. Çok uzun zamandır yüreğimde, ateşte yürüyüp de yanmayan tanrıların tanrısı Brahm’ın ağırlığını taşıyorum. Çok uzun zamandır vuruşuyorum. “Düşeceğin anı bileceksin” demişti Alamoon. “O an geldiğinde o senin yanında olacak merak etme” demişti ve Hayalin (Zenan) neyse biraz da yaşam onu gösterir sana” diye eklemişti. O çatışma sırasında kalbimden çıktı o haykırış. Zena gözlerini Zhoran’ın gözlerine dikmiş, her şeyi kendi kendine hatırlayan ve anlamlandırabilen bir savaşçının gönül berraklığına ulaşmasını, kadim zamanlardan hatırlanabilecek bir tebessümle izliyordu. Zhoran kendi kendine konuşuyor, hatırlıyor, anlatıyorken her şeyin farkına da varmaya başlıyordu. “Evet hayalim” diyordu. “evet düşeceğim anı anladım” dedi; gözlerini Zena’ya dikerek “evet seni ben çağırdım” dedi ve hüzünle başını eğdi. “Yine ben göndereceğim değil mi?” diye sordu. “Ve kaderim seni aramakla geçecek öyle mi?” diye ekledi.”Hayır, hayır…” diyebildi tüm dikkati dağılmış tanrıça ve Zhoran onu hafifçe iterek kılıcını kaptığı gibi etrafında bir tur döndü.”Brahm aşkına Zena” diye haykırmıştı. O anda dehşetli böğürtüler, kan ve hayvansı et parçaları havada uçuştu. Zhoran haykırıyordu”Git Zena git” Zena’nın uzaktaki siluetini göz ucuyla son anda fark etmiş ve kılıcını bir tanrının başından aşağı sıyırmıştı. Zhoran’ın yüreği hiç bu kadar dinginlikle çarpmamıştı savaşırken ve bileği hiç bu kadar güçlü olmamıştı; kılıcı sihirli gibi sanki kendisi iniyor, kalkıyor, doğruyor ve hedefini buluyordu. Zifiri karanlığın içinde gözleri bir kartal gözü gibi şimşekler çakıyordu. Karanlığa karşı hiç bu kadar kaygısız ve korkusuz hissetmemişti kendini. Her dönüşünde haykırışlarıyla çevresindekilere korku saçıyor, ya bir tanrı ya da karanlığın uşakları düşüyordu. Etrafında kimse kalmayana kadar vuruştu. Sonunda dimdik ayaktaydı. Ve bir yaprak kıpırtısı kadar yorgun değildi.Zhoran ve Zena bir perdenin altında, kartalın kanatları arasındayken, etraftaki dehşetli gölgeler, tanrısal bir şeylerin olduğunu fark etmiş ve öldürülmedikçe ölmeyen kara büyücülerin tanrılarına haber salmışlardı. Onlar gelip örtüyü kaldırmaya başladıklarında Zena sadece Zhoran’ın yüreğini izliyordu ve hiçbir şey fark etmemişti fakat Zhoran giderek gerçeğin farkına varmanın kaygıları ve kederiyle kendine gelmiş ve gölgeleri fark etmişti.Etrafına bakındı. Zena’dan hiçbir iz yoktu. Dudaklarından “seni seviyorum Hayalim” diye bir fısıltı döküldü. Kendine sessiz, sakin, dinleneceği, kimsenin rahatsız edemeyeceği bir yer bulmalıydı. Yaşadıklarını hatırlayacağı, sindireceği bir zamana ve yere ihtiyacı vardı. Patikalardan vadiye doğru yürümeye başladı.Hikaye’nin ilk bölümü bu kadardı. Calmmoon devamını da anlatacağını söylemiş ve Sasa’yı göndermişti. Sasa heyecanla bekleyeceğini söylemişti Calmmoon’a.