Diyarbekir’ deyim 10-15 gündür. Savaşa en yakın kentlerden birinde.

En başta söylenmesi gereken umduğumdan çok daha büyük bir şehir burası. Ve de halkı sıcak falan da değil (Tam burda hep öyle denir ya ‘halkı da çok sıcak’, değil işte). Ürküntüleri çok büyük olsa gerek benim sarışın buğday tenli “coni” halimden ve varlığımdan memnun görünmüyorlar. İlk geldiğimde hele sadece Dağkapı semtini görmüş, orada cadde boyunca iki tur atınca hiç karşılaşmadığım belki de onların uzun zamandır bildiği tipimden, şeklimden ötürü dışlanma ruh halini tanımış oldum. Hele bir de derin hümanizma kaygılarımla içerisinde çok sırıtacağımın belli olduğu bir esnaf lokantasına öğle yemeği için inat edip girince ve varlığımın ne kadar da fazladan olduğunu hissedince hayli korkmuştum. Belki de onların yıllardır korktuğu gibi. Sonra kaptırdım tabii Diyarbekir’ deki normal hayata kapalı gişe oynayan “Gulyabani” oyununa gittim devlet tiyatrosuna(Çok iyiydi bu arada). Tillo yedim, kaburga dolmasi yedim, burma kadayıf yedim. Esnafın muhteşem “başım üstüne!” uğurlama sözlerine muhatap oldum. Şiveyle ancak bu kadar oturabilir bir cümle ama.

Neden buranın bu kadar “uzak” olduğuna da bir anlam veremedim. Fakirlikten başka bir problemleri görünmüyor Diyarbakır’ lıların. Aslında büyük caddeleri, güzel mağazaları Galleria’ ları Burger King’ leri Migros’ ları var. Ama hala problem de var. Tek hissetiğim korkuyor bu insanlar.