(Taze kullanıcıyım. Kişisel Arşiv’den bir Merhaba!)…Italo Calvino’nun tadına doyulmaz öykülerinden biridir. Adamın biri, dürbünüyle Andromeda gezegenini incelemeye meraklıdır. Gecelerden bir gece, gezegenin üstüne asılmış kocaman bir pankart seçer dürbünüyle. Pankartın üzerinde: ‘Sizi gördük!’ yazılıdır. Adam neye uğradığını şaşırır. Acaba ne yapmıştır da, ta Andromeda’dan görülmüştür? Suçluluk duygusu ve endişe içinde geçirdiği uykusuz gece süresince, yaptığı kötü bir hareketi, utanç duyması gereken bir davranışı anımsamaya çalışır. Sabaha karşı, kafasında bir şimşek çakar: Andromeda denilen gezegen, yeryüzüne tam 2 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Dolayısıyla ‘Sizi gördük!’ pankartı asan Andromeda’lılar, aslında kendisini değil, kendisinden 2 milyon ışık yılı önce yaşayan bir dünyalıyı dikizlemişlerdir. İçi rahatlayan adam, evinin tepesine astığı kocaman bir afişle Andoremada’lıları yanıtlar: “Eee… N’olmuş?”Bu küçük alıntı 5 Nisan 2000 tarihli Radikal gazetesinden, Mine G. Kırıkkanat’ın köşesinden. “Gülümseten” ama bir o kadar da “düşündüren” bir anektod. Bu yazıya rastladığımda, ilginç bir rastlantıyla, Mahlon B. HOAGLAND’ın Tübitak Popüler Bilim Kitapları serisinden çıkan “Hayatın Kökleri” adlı kitabını okuyordum. Hoagland bu kitapta, en basit tek hücreli canlılardan en karmaşık biyolojik varlık insana kadar, evrendeki tüm canlıların nasıl olup da bir çift kromozomdan varolduğunu son derece yalın ve anlaşılır bir dille anlatıyor. Sayfalar arasında ilerledikçe doğadaki ‘akıl almaz’ matematik ve yasaların işleyişindeki mükemmellik karşısında hayrete düşmemeniz mümkün değil.Kitapla bu yazı arasında nasıl bir bağlantı var peki?Aynı dönemlerde gazete ve televizyonlarda birinci sıradan verilen “İnsanın DNA şifresi (bir başka deyişle Genetik Kodu) çözüldü” haberlerini hepimiz yakından ve ilgiyle takip ettik sanırım. Bu haber, ilginç bir rastlantı sonucu, tam da benim adı geçen kitabı bitirdiğim döneme denk düşünce, çok açık söylemek gerekirse “irkildim”. Çünkü kitapta anlatılanlardan öğrendiklerimle, sözü geçen haberin “gerçek yüzünü” bir anda algılama şansım oldu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, o kitabın hemen bitiminde Özlem ADA’nın Sarmal Yayınları’ndan çıkan, genetik biliminin DNA’ya müdahale ederek neler yapılabileceğini ve bizi nasıl bir geleceğin beklediğini anlatan “Embriyogenesis” adlı bilimkurgu romanını okumaya başlayınca beni ciddi ciddi bir “korku” sardı. Aslında bu kitabı bir ‘bilimkurgu’ romanı olarak değerlendirmek çok yanlış çünkü Özlem ADA, televizyonlardan öğrendiğimiz o haberin çok yakın bir gelecekte nasıl gerçeğin ta kendisi olacağını -takdir edilecek bir öngörüyle- anlatıyor.İşte M.Kırıkkanat’ın köşesinden yapılan alıntı ile sözünü ettiğim iki kitap arasındaki bağlantı da tam bu noktada. Artık bilim-kurgu (ya da geleceğin bilimi) birçoğumuzun hayal ettiği gibi, insanoğlunun dünyanın sınırlarını aşıp uzayda gezinmesinden söz etmeyecek. Bu, bundan 100 yıl önce var olan bir hayaldi ve bugün artık bir “gerçek”. Birkaç ay sonra bir grup insan ilk dünya dışı yaşam alanlarını oluşturmak üzere bir uzay istasyonunu inşa etmeye ve orada yaşamaya başlayacak. Uzay istasyonları zaten var ve orada astronotlar yaşıyor ama bu sefer ciddi ciddi “ev” yapacaklar. Yani artık uzayı keşfetmenin eşiğini aştık. Bunu da insan zekasının eriştiği teknoloji sayesinde yaptık.Ancak benim altını özellikle çizmek istediğim (ve o iki kitapta anlatılan) şey, genetik biliminin o teknolojiye erişen “zekaya” müdahale etmesine ramak kaldığı.DNA’ya müdahale insanlığın birkaç bin yıllık uygarlığında eriştiği en heyecan verici ama aynı zamanda “en tehlikeli” aşama. Çünkü bugüne kadar teknoloji hep doğanın mükemmelliğini yakalamak uğrunda bir çaba içindeydi. Fakat şimdi, tam da bu nokta da, ondan daha mükemmel olabileceği “hırsına” kapılmış durumda. Hoagland, “Hayatın Kökleri”nde bu durumu çok net biçimde özetliyor:“… Öyle görülüyor ki insanlar,ulaşılabilecek en yüksek mutluluğu ve en derin ızdırabı elde etmek için kendi kendileriyle yarışıyor…”Felaket tellallığı yapmak değil niyetim. Düşüncemin “bağnazlık ya da muhafazakarlık” olarak algılanmasını da istemem çünkü her türlü gelişmeye açık, “meraklı” biriyim. İnsan olarak sahip olduğumuz “zeka”nın bize verdiği bir dürtüyle olup bitenlere “şüphe” ile yaklaşmaya çalışıyorum. Genetik, kuşkusuz üzerinde çok büyük tartışmaların (özellikle de doğal yollarla ürememiş ilk insan ortalıkta dolaşmaya başladığı zaman!) doğacağı bir yöne gidiyor. Bütün bir insanlık olarak henüz tam olarak ne olduğunu tanımlayamadığım bir eşikteyiz bence.“…İnsanoğlu kendi gelecek evriminin koşullarını yaratmıştır. Diğer canlı türlerinin hepsinin aksine, yalnızca biz kendi çevremizi geniş ölçüde biçimleyebiliyoruz. (çoğu zamanda kendi zararımıza). Şimdi kaderimiz doğal çevrenin bize etkilerinden çok, bizim kendimizin dünyaya yaptıklarımızla belirleniyor. Bu olguya “kültürel evrim” diyoruz. Tümüyle yeni bir oyun. Düşüncelerimizi haplarla değiştirebilir, havayı, suyu, besinleri zehirleyebilir, genlerimizi bozabilir, bazı hayvan türlerini yeryüzünden hepten silebilir, enerji kaynaklarımızı bize gerçekten gerekmeyen şeyler üreterek harcayabiliriz. Diğer yandan, yaşam süresini uzatabilir, hastalıkları ortadan kaldırabilir, sefaleti azaltabilir, güzelliği rahatlığı, neşeyi yaratabiliriz.Zehirle doldurduğumuz havayı müzikle de doldurabiliyoruz!Hem güzellik ve neşe yaratmak, hem de anıtsal sefaleti oluşturmak için hemen hemen sonsuz denebilecek bir yeteneğimiz var. Evrimin bütün yaratıkları için yaşamı daha iyi yapmak görüşünde ve isteğinde olup olmadığımızın yanıtı geleceğin örtüsü altında gizli…”Günümüzden iki milyon yıl sonra Andromeda’lılar olabilir ve “Hey, sizi gördük” diye pankart açmaları da muhtemel. Ama ya bu pankartı okuyup “ Eee…N’olmuş” diyecek dünyalılar olmazsa???…Konuya “meraklı”lar için not:Adı geçen kitapları, kitapçılarda rahatlıkla bulabilirsiniz. Ancak bugüne kadar nasıl “varolup” yaşadığımızı anlamak için önce “Hayatın Kökleri”ni, ardından da bugünden sonra nasıl varolup yaşayacağımızı görmek için “Embriyogenesis”i okumanızı tavsiye ederim.