Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var.

Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Asıl halledilmesi gereken mesele, yaşama inatla sarılma yetisine yeniden ulaşmaktır. Kıyılara duyuracağımız tek sesimiz kaldığı sürece batan gemilerden kıyılara imdat sesimizde her zaman yükselmelidir.

Önemsediğimiz şeyler aklettiğimiz şeylerdir. Belki zaman zaman duygularımızdaki kudreti sağlama adına ara sokaklarda yaşam modeli bulmaya çalışmış olsak da hep aklettiğimizi önemseriz. Bunu sağlamak için çoğu zaman güç de buluruz. Ancak sürdürme konusunda uzun zamana yayılan kronik darboğazlar yaşar, bazen düşünceyi beyinde üretememenin sıkıntılarını yaşarız.

Şimdilerde sarsılan bir zaman anaforunun içerisinde ilerliyoruz. Ama bu seyrüsefer temel aldığımız, dayandığımız kendi iç benliğimize ait bir çok değerin, düşünce ve davranış tarzının kolay yok olmasını sağlıyor; ilerleyen zamanlarda herhangi bir nedenle bir türbülansa girdiğimizde veyahut su almaya başladığımızda, bu tür iç değer yokluğunun mevcudiyeti ilerleyişimizden çok daha hızlı bir şekilde geriye düşüşümüze neden olmaktadır. Dengeli yaşamın, sağlıklı düşünme yeteneği ve sağlam bir öngörü becerisiyle sağlanacağı açık iken, tutkuların itmesiyle düşülen anlamsız durumlar ve öngörülmeyen yaşam modellerine açıklık bu dengenin kaybolmasına, doğru-yanlış kavramının erimesine ve yaşama tutunmayı azaltıyor.

İnsan anlığında reel ve ritüel şaşkınlığın başlaması, eşanlı olarak boşvermişlik şeklinde görülen bir davranış tipinin de öne çıkmasını sağlıyor. Çünkü yaşamın içinde varolan acı ve hoşnut olmama duygusu, ya da aidiyetsizlik görmezden gelindikçe küllenip yok olma şeklini alıyor. Yaşamı bir şekilde “acı”ya dönüşmüş insanlar ya nefret duyar ya da sınırsız bir vurdumduymazlıkla neşesini muhafaza ediyor görünürler.

Her yaşamın belirli dönemlerinde küçük-büyük inkılaplar yaşayacağı kabul edilir bir durumdur. Bu dönemlerin nedenlerini besleyen önceki dönemler ile sonuçlarını barındıran sonraki zamanı birlikte yaşayan bir beyin, en kötü gündeliğini icra halinde bile değişen şeylerden taraf gözükür. Değişmek kötü de olsa hissetmek denen şeyi yeniden vücuda taşır. İnsan hissettiği sürece yaşama aidiyet duyar. Değilse buraya ait olmadığı düşüncesi gitgide oturmaya ve kendini kabul ettirmeye başlar.

İnsanın kendini farklı hissetmesi ile ait hissetmemesi aynı şeyler değildir. Farklı hissetmek, aynı koşullarda iyi yada kötü ayrı bir şekilde durmayı, davranmayı ve düşünce üretmeyi tarif ederken, aidiyet duygusunun bitmesi, bir “göç halini” zorunlu kılar. Bu bazen uzak ülkelere, sıcak memleketlere ve aşırı denizlere göç hayali şeklinde tezahür eder, bazen de “yaşamdan çekilmek” şeklinde kendini gösterir. Hatırlarsanız, 90lı yılların ikinci yarısında İstanbul Ataköy’de iki satanist genç intihar ettiğinde, arkalarında bıraktıkları mektupta: “Biz buraya ait değiliz!” diyorlardı. Onlar haklıydı; insanların yaşama ait olmadığını hissettiği anda onlara sunulacak yaşam gücünü bulmak artık neredeyse imkansızdır. Belki bu yaşamdan çekilme arzuları birazcık ötelenebilir ancak ortadan kaldırılamaz. Bunun değişik örmeklerini etrafımıza baktığımızda görebilmemiz mümkündür.

Herkesin istediği, arzuladığı ve temenni ettiği şey, sevdiğidir. İnsanların sevdiği şeyler arttıkça, bunlara aynı anda sahip olamayan insanın özlem duygusu da artar. Özlem, insana çizgi dışına çıkma lüksü sunacak kadar maceralı bir duygudur; aynı zamanda tehlikelidir de. Kendi tutarlılığından emin olamayan insanların özlem duygusunu kullanarak yola çıkmaları, onların bir daha eve dönmeme alternatifini de aktif tutmalarına sebep olur. Bu nedenle çoğu zaman insan sevdiği tek “şey”le kalmaya zorlanır. Bunun bazen herhangi bir “obje” şeklini alması da olasıdır. Bu tek şey, bazen diğer şeylerin içimizden koparıp götürdüğü nice coşkularımızı da sağlar nitelikte olabilir ancak hiçbir zaman en geniş anlamda tatmini ve tatminde istikrarı temin etmez. İktisat diliyle alternatif maliyet, sevgi duygusunun hiçbir zaman mükemmele ermemesinin tek nedenidir. Bunun bir başka ve daha kaotik boyutu ise her şeyi bir nedenden dolayı sevmek, ilgi duymak ve kabul etmek ön koşulumuzdur. Burada da mükemmeli yakalamak olasıdır ancak her zaman öne çıkan sevgi itiraflarının arkasında yatan sınırsız arzuları ortaya koymak da gereklidir.

Farkında değilsiniz belki ama beklediğiniz gelecek, avuçlarınızda süvari gözyaşları gibi duran yağmur damlalarında saklıdır. Ne gün o yağmurları gönül çölünde intiharla yüz yüze gelmiş bir lalenin çatlak dudaklarına ulaştırırsınız, siz o gün bu yaşama ait olduğunuz hissini yaşamaya başlarsınız. Değilse, içinde daima müthiş dağdağaların yaşandığı, sürekli “defolup gitme” arzularının gündemde tutulduğu bir sürgün ülkesinde mukim bir kabiliyet taşırsınız. Özünüze erdiğiniz sürece öz ülkenizdesiniz.