Yaşamak, büyük oyunun içine girmektir; bazen iyi bir aktör olarak, bazense kamera önünden geçen zavallı bir figüran. Yaşamak bazılarının gerçek oyunu; bazıları ise sadece dublör. Bazı dublörler şanslıdır, bazılarının zordur işi; yaşamak bazen seçeneksiz kılar onları. Bazı sahnelerin çekiminden hoşlanırsınız, bazıları sıkar sizi, bazıları sinirlendirir, seti terk etmek istersiniz; terk edersiniz de nihayet.

Yaşamak öyle bir şey; büyük oyunun içine girmektir. Bazen bu oyunda çıplak kalırsınız, bazen kimsesiz, bazen soyut, bazen bir hayali oynarsınız. Sık sık rollerinizi karıştırırsınız. Evinize döndüğünüzde sizi takip eder takındığınız yalancı maskeniz, uyduruk rolleriniz.

Bazen asıl oyuncu siz olursunuz, güzel bir dublör kadını öpersiniz sıcacık dudaklarından. Oysa asıl kadın perdenin gerisinde izler sizi. Bazen yerinize dublör kullanılmasını istersiniz. Kendiniz olmaktan korkarsınız. Kenan Işık’la Hülya Avşar’ın oynadığı Yeşil Işık filminde öpüşme sahnesi için Hülya’nın yerine dublör kullanıldı biliyorsunuz. Benim hep beynimi kurcalar durur. Acaba Kenan Işık neden dublör kullanılmasını istemedi? Acaba neden? Bu dünyada erkekler biraz daha fazla mı kendi rolünü oynuyor? Racon mu kesiyorlar birazcık? Bizde mi böyle, diğer toplumlarda nasıl bu? Kenan ışık da dublör kullanabilirdi pekala. Bunun için talipli de çok olurdu. Sevinirdi garibanlar. Hülya Avşar kendisi oynasa idi kızar mıydık ona? Ailesi dağılır mıydı veya Kaya’nın son kabahatinden daha mı ağır olurdu bu? Biz ona Berlin in Berlin’de kızmamıştık. O zaman ailesi yoktu, hiç değilse bir kızı yoktu ama. Bilmem ki…

Her ne ise. Büyük bir oyunun içine girmişiz belli. Kimimiz yalancıktan, kıyısından köşesinden tutmuş, kimimiz sıkıca sarılmış, kavramış bir kere tüm benliğiyle yaşamı, şaşırmıyor, ıskalamıyor hiç. Bazen büyük adamı oynuyoruz, bazen zavallı bir Marin’i. Bazen lordu taşıyoruz, bazen bir köy çobanını. Sağlıklı, umutlu ve hür kimi zaman, bazense kızgın, kırgın kahpe bir gençliği. Yalan rüzgarı gibi geçiyor günler, gerçek bir tokat gibi iniyor bazense yüzümüze zaman. Durmadan yağmurlar yağıyor, akıl almaz sıcaklıklar oluyor, kaynıyor gövdemiz, içimiz içimize sığmıyor. Çatırdayan ağaçların altından hızla fırtınadan kurtulmak için kaçıyoruz. Oysa yolumuzun sonu deniz; bitiyoruz, tükeniyoruz. Kaçtığımızdan bizi sürüklemesi için fırtınaya iş de düşmüyor hem, biz istiyoruz ayrılığı, biz istiyoruz uçurum düşünceler yaratmayı beynimizde. Çılgınca sevişiyor, salakça bakışıyor ve akıl almaz bir şekilde ölüyoruz günlük kendi setimizde.

Bitirmeliyiz diye sözler veriyoruz kendi kendimize bu oyunu ama her yeni günle birlikte ışık tutuyor ve dokunuyoruz yaşamın olağan düğmelerine, tıkır tıkır işlemeye başlıyor yeniden. Karışıyor her zaman oyun, kabalaşıyor, orta oyununa dönüşüyor; ebenin kim olduğu belirsiz, mele taşı kayıp!

Durmadan sızlanıyor denizler, durmadan hüznü boğuyor avuçlarında bir küçük kız. Minicik benliğinde tonlarca ipuçları taşıyor bu kısacık hayattan. Birer benek her adımı, her dokunuşu dağılan kristallerle koca bir yığına dönüşüyor. Bir bakışı yeniden bir yangın başlatıyor kurdelesi sökük yamaçlarda.

Sevgili nüveylâ, çıkmalıyız bu oyunun içinden. İncecik ayaklarında önce sen terk etmelisin buraları. Yüreğimizi ve ince yaşam ustalıklarımızı emin bildikten sonra ben de ağlamaklı gelmeliyim ardından. Aslında nüveylâ, biz bu oyuna hiç girmedik ki! Hep kenarda ısındık. Koca kalabalıkları şaşkın bakışlarla seyrettik. İkiyüzlülükler, anlayışsızlıklar, alınganlıklar gördük. İçeriye girmek için attığımız her adımımızda derin sancıların içine düştük. Kendimizde kaldık birazcık, kendi içimizde. Role soyunmadık, birbirimizin olmadık. Birer adacık gibi kaldık açık denizlerin, kalabalık balıkların arasında. Bazen ayıplandık, bazen ayrı tutulduk, “ateşin ışığına getirilmedik,” hürriyetten mahrum bırakıldık, soyutlandık ama oyuna da gelmedik, bir oyunun ortasındaydık aslında. Yaşam koca bir sahne, yaşam çılgınca benlikleri sıyırıp kapıda öyle alıyor aktörlerini içeri. Yanımızı anlamsızlıkların, hürmetsizliklerin, sevgisizliklerin sardığını gördüğüm an, aslında bu oyunun ortasında olduğumu gördüğüm andı. Ya devam edecektim, ya terk edecek. Binlerce seyircinin çılgınca alkışını kesip terk etmek zordur bu oyunu. İnandığın ve güç bulduğun kaynakla bağlantı damarının koptuğu anın yaşamın sonu olduğu varsılından hareketle oyuna fazla devam etmemem gerekiyordu. Terk ettim; yerime dublör de kullanmıyorum.

Demek ki büyük oyuncu değilmişim. Büyük oyuncuların ayrılması çok zor olur. Bülent Ecevit gibi. Ben büyük oyuncu değilim; fazla da kaptırmadım kendimi bu oyuna., her şeyin bir yerde oyun olduğunu biliyorum ve rolümü oynuyorum. Biliyorum hala kimse yalanlamadı; yaşamın mağaranın duvarındaki gölgeden ibaret olduğunu. “Tüm gördüklerimiz ya da gördüğümüzü sandığımız birer düş değil mi?” diye soruyor Edgar Allen Poe. Keşke düş olsaydı diyorum. Ona düş kadar değer verir, düş gibi tutardık aklımızda. Bu kadar incitmezdik gururu, bu karartmazdık onuru belki o zaman.

Belki de yaşamak mağara duvarındaki gölgemize dokunmak; onun yokluğunu bilmek ve bu yokluk bilgisi üzerinde “bilge” olup öyle yaşamaktır. Yada onun görselliğiyle, mağara duvarının dokunduğumuzda hissettiğimiz varlığını tümleyip, beynimizde yeni bir varoluş determinizmi yaratmaktır. Sonrada delirmektir.

Yol, oyunu terk etmekle bitmiyor; yolu buluncaya kadar çeşitli yolları denemekten geçiyor anlaşılan. Evet, evet bu bir oyun; ne yazık ki türü: Trajedi !!!