Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un.

Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır.

İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa!

Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim.

Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un.

Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır.

İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa!

Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim. Uykusuzluğumu da irice bir güvercinin pencere önüne konmasına bağlıyorum. Önce göğsünü açtı; hürriyetin andını içip başını cama yasladı. Gözleri doldu ve “ekmek”in lafını etti. Bütün bunların “yasak” olduğunu giderken söyledi ve günler sonra içindeki korkunun uyandığını söylerken umutlu, bir o kadar da düşünen(!) cinsten olduğunu anımsattı. Rüzgar sert, kent sevimsiz düştü. Güvercin, martı, kuğu ve serçeye kadar uzanan kent yaşamı iç içe geçti ve belki de İstanbul’a ikinci defa yağmur yağdı bugün.

Camlar ıslak ve süzülüyor gece rengi aşağılara doğru. Bozdoğan Kemeri’ne bakan yüzüm, masamı örseleyen turuncu ışık ve kalbimden hız almayı bekleyen kazanma coşkusunun burukluğu ile dolu.

Kötü ve iyi olan var. Herkes gibi bir hayatım olması iyi. Herkesten farklı olduğuna inandığım günlerin geride kalıp sıradanlaşmam kötü; ve o geride kalan büyülü günleri bugünün şartlarında yaşanılmasını istemem koca bir tutku. Ben İstanbul’u koklamaya ayak parmaklarından başladım. Bütün sancılar da buradan doğdu. Bugün neresinde olduğumu söylemeyeceğim ama başlanılması gereken yeri siz de biliyorsunuz.

Her hangi bir liman şehrinde doğmayı isterdim. O zaman uzak kolonilere gidip üzüm tığları koparmak ve nemli dudaklarımda onu öte-beri yuvarlamak hoşuma giderdi. Ama ben rakımı iki binleri zorlayan bir yaylada ve keskin vadilerle çevrili bir iklimde doğmuşum. “Yakamoz” ve denizin bekaret kaybettirdiğine bu yüzden fazla takmıştım. Aksi de mümkün; gün batımı kuşlarının yoksul ayak izleriyle koyu gölgeli çatlardan ırayıp gitmesi ve o insafsız güz göçünün başlamasıdır beni “tutuklu” kılan.

Sonraki ayrılıklar, değişen kentler ve yırtılan anıların bizi kenara itmesinden kaynaklandı. Ve suskunluğum; issiz dağların diriliği ve bıçkınlığı karşısındaki suskunluğum…

Son yediğim kuzey rüzgarının esnemiş vurgunu ise beni öldürmeyecek kadar yetersiz ve zevksizdi. Hala ulaşamadığım kış güneşinin boşalan sıcaklığına karşı hırsım da azaldı. Kaybetmek de bir sonuç artık benim için. Canımı sıkmıyorum. Evde ebedi yalnızlığım var, kentte yürekli dostlarım. Artık yazmanın da zevki yok. Siz istemezsiniz belki ama ben artık ince yaşam ustalıklarından tüketiyorum.