bildirgec.org

kahramancayirli

12 yıl önce üye olmuş, 386 yazı yazmış. 3343 yorum yazmış.

12 eylül türk sineması-3

kahramancayirli | 18 March 2007 18:28

YILLAR SONRA 12 EYLÜL

İsmail Güneş’in filmi Gülün Bittiği Yer, iddialı bir yazıyla başlıyor: “Sakın şaşırmayın kendinizi göreceksiniz” Oysa tüm öykü, genç adamın (Tolga Tibet) yaşadığı işkencelere yapılan geri dönüşler üzerine kurulu. Genç adamın acı çekmesini, sayıklamadan uyuyamadığını izliyoruz sürekli. Peki bu genç adam eskiden nasıl yaşardı? Genç kız (Yağmur Kaşifoğlu) ile nikahlandıkları sahne dışında işkence öncesine dair çok veri yok. Özellikle filmin sonlarına doğru genç kızın yaşadığı hayal kırıklığını hissediyoruz, 12 Eylül hakkında somut çıkarmalar yapabilmemiz gerekirken filmin duygu yoğunluğu karşısında eziliyoruz.Filmografisinde her türden film bulunan Atıf Yılmaz’ın Eylül Fırtınası, bu duygu yoğunluğunun seviyesini daha da artırıyor. Yılmaz, Habib Bektaş’ın Gölge Kokusu adlı edebiyat eserinden uyarlanan senaryoyu filme çekmiş. Filmin dramatik yapısının güçlü olmasının sebebi bu olsa gerek. Türkiye’nin en kritik dönemine, bir askeri darbeye bir çocuğun, Metin’in (Kutay Özcan) bakış açısından bakan sıcak bir film, Eylül Fırtınası. Metin’in bağıra bağıra söylediği tekerleme, aslında otoriteye, mevcut düzene baş kaldırışıdır.Yılmaz, bu filmde özdeşleşme duygularımızla oynuyor. Verilen hisler, trajediye yol açan siyasi nedenlerin tespitinin önüne geçtiğinden dolayı kendimizi darbe veya darbenin topluma getirdiklerine değil sadece bireylerin duygusal yoğunluklarını takip ederken buluyoruz. Kamera adanın doğal güzelliklerine çevrildiğinde ya da sünnet düğünü, Metin’in ilk aşkı gibi bölümlerde film, naif bir havaya bürünüyor, zaten yetersiz olan filmin siyasi niteliği adeta toz olup havaya uçuyor.

12 eylül türk sineması-2

kahramancayirli | 18 March 2007 17:39

SİS: AMACA YAKLAŞAN BİR FİLM

Zülfü Livaneli’nin yönettiği Sis, şu ana dek bahsettiğim filmlerde rastlanan odak problemini bir dereceye kadar çözebilmiş bir film. Öykünün 1960 yılından başlaması, karakterlerin, olayların ve toplumsal koşulların geçmişini aktarması bakımından anlamlı ve bu sayede takvimler 1978 yılını gösterdiğinde iki Türkiye arasındaki farkı okuyabiliyoruz. 12 Eylül öncesi terörü, anarşiyi, kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı keşmekeşi gerçekçi bir üslupla yansıttığı için Sis, iyi bir 12 Eylül filmi denemesi. Başarılı görüntü yönetmeni Jürgen Jürges’in sade ama etkili çekimleri de filmin diğer artısı. Senaryoda yer alan sosyal detaylar, olayların bağlantılarını güçlendiriyor. Ama savcı Ali (Rutkay Aziz) ve oğlu Erol’un (Uğur Polat) karakterleri birtakım iç çelişkiler barındırıyor. Kişilerin öykü içindeki kimi davranışları, baştan beri çizdikleri kompozisyona uymuyor, izleyicinin kafasında soru işaretleri oluşmasına yol açıyor. Ama filmin yıllar önce Murat Belge’nin de değindiği bir kusuru var:
“Erol’un üstünde şüphenin (kardeşi Murat’ı öldürdü mü?) toplanması ve dağılmasıyla ilgili. Cinayetten hemen sonra, polis, bulunan tabancayı tanıyıp tanımadığını soruyor ona. Bu, babanın zihnine ilk şüphe tohumunu ekiyor ve sonradan olanlar, devrimci grupların iddiaları, şüpheyi güçlendiriyor. Yargıç, oğlunun, subay dedesinin beylik tabancasıyla bu işi yapmasından şüpheleniyor. O tabanca da ortada yok. Ama filmin sonuna doğru münasebetsiz dede tabancanın hep kendisinde olduğunu söylüyor ve yargıcın şüphesi gideriliyor. Basit bir gerçekçilik düzeyinde saçma bir durum bu. Çocuğun cinayeti işlemek için ille de dedesinin tabancasına ihtiyacı yok. Anlatılan ortamda herhangi bir silah edinmekten kolay bir iş yoktu. Ayrıca kaybolan ve polisin bulduğu silah, dedenin idiyse, zaten kayıtlı olan bu beylik silahlar hemen tespit edilebilir. Üstelik yargıç öyle işi uzaktan izleyen sıradan yurttaş değil; soruşturmayı yürüten savcının arkadaşı” (Belge: 8).Livaneli’nin filmin her aşamasında titiz davrandığı belli ancak basit hikâye seviyesinde nasıl bu durumu atlamış, şaşırtıcı.Tunç Başaran’ın filmografisinde bir dönüm noktası olan Uçurtmayı Vurmasınlar, 12 Eylül’ün acı dolu günlerine küçük bir çocuğun gözlerinden bakar. Başaran, bilinçli olarak sinematografik unsurları, izleyiciyi kapatmak için kullanır. Film süresince gökyüzünü izlediğimiz sahnelerde bile, içeride olduğumuz hatırlatılır, yüksek, aşılmaz duvarlar, demir parmaklıklar çerçeveyi gökyüzünden daha çok kaplar. Uçurtmayı Vurmasınlar, “içeri”nin filmidir, çünkü öykünün ana mekanı hapishanedir. Hapishane semptomatik olarak “kapalılığı”, “içerisini”, “dışarı çıkamamayı” sembolize eden bir mekandır açık ki (Suner: 187). Karakterlerin kendilerini koğuşta hissetmeyebilecekleri tek yer olan avluda dahi, Başaran, kamerayı kalın dikey demirler arkasına yerleştirerek kapatılma temasını ısrarla vurgular. Hatta avlunun merdivenlerini ve merdivenin kenarındaki tutunmalık demirleri de aynı amaç için kullanır.Mizansen (mise-en-scene) açısından avlu, kolaylıkla anlamlandırılabilir. Kadın gardiyan veya müdür çerçevenin genellikle üst kısmında: Denetleyici, iktidar, otorite, yüksek bir konumda; hakim. Koğuştaki kadınlarsa çerçevenin alt kısmında: Boyun eğmişlik, kırılganlık; güçsüzlük. Kadınlar, her an çerçeveden çıkma / düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar; ezikliğin, sistemin ağırlığı altında ezilmenin, otoriteye tabi olmanın figürüdürler.
Kadınlar Koğuşunun, bir ölçüde toplumu temsil eden “adi mahkûmlar” kısmına gerçekçi yaklaşma çabası var. Toplumda mevcut olan bozuklukları yansıtıyor. Ama bu filmlerin hiçbiri toplumun özelliklerinin nedenlerini araştırmıyor, veri olarak buna yaslanıyor (Belge: 7). Bu durumsa filmin verebileceği mesajları, anlatılan öyküyü yetersiz kılıyor.Memduh Ün’ün çektiği Bütün Kapılar Kapalıydı, 6 yıldır içeride olan Nil’in (Aslı Altan) hapisten çıkmasıyla başlar. Nil’in günlük yaşama uyum sağlayamaması ve iyiden iyiye ruh sağlığını kaybetmesine tanık oluruz. Öteki filmler gibi yine karakterlerin geçmişi hakkında gerekli bilgiler yok. Bu nedenle öykü bulanık kalıyor, altı yılın Nil’i nasıl değiştirdiğini öğrenemiyoruz. Oysa bir 12 Eylül hikâyesi anlatılacaksa, odak bu olmalı. Yani değişen toplumsal koşulların bireye neler yaptığı, bireyi nasıl dönüştürdüğü, psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla birlikte irdelenmeli. Bu hususta diğer filmler gibi Bütün Kapılar Kapalıydı da sınıfta kalıyor.

bir röportaj..

kahramancayirli | 18 March 2007 16:30

Biliyorsunuz, Kanada’nın ardından İspanya’da da evlenen eşcinsel çiftler heteroseksüel çiftlerin tüm haklarına sahip oldular. Peki Türkiye’de durum nasıl? Kaos GL Kurucu Üyelerinden Ali Erol’la Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma etkinliklerinin koşuşturması arasında hayatın her alanında karşımıza çıkan homofobiyi, Türk hukukunun eşcinselliği nasıl algıladığını ve medyada eşcinselliğin hangi şekilde temsil edildiğini konuştuk.

-Belçika, Hollanda ve Kanada’dan sonra İspanya’da eşcinsel evlilik yasallaştı. Bizdeki ufku nasıl görüyorsunuz?

12 eylül türk sineması-1

kahramancayirli | 18 March 2007 16:26

Sinema, içinde bulunduğu toplumun özelliklerini yansıtan bir ayna görevindedir. Türk Sineması da, ortaya çıktığı günden bugüne Türk toplumunun kültürel, sosyal ve kısmen de olsa politik yönlerini beyazperdeye taşımıştır. Ülkemizde pek çok açıdan dönüşümlere yol açan 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sinemamıza yansımamasını beklemek, elbette gerçekçi olmazdı. 1986 yılından itibaren farklı yönetmenlerin çektiği bir grup film, tema ve biçim özellikleri bakımından diğer filmlerden ayrı tutulması gereken “12 Eylül Sineması”nı oluşturur.Bu makalenin temel iddiası, söz konusu 12 Eylül Sineması içerisinde nitelikli bir 12 Eylül filminin olmadığıdır. Bu çerçevede, makale, Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle (1986), Zeki Ökten’in Ses (1986), Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986), Sinan Çetin’in Prenses (1986) ve Gökyüzü (1986 ), Zülfü Livaneli’nin Sis (1989), Tunç Başaran’ın Uçurtmayı Vurmasınlar (1989), Memduh Ün’ün Bütün Kapılar Kapalıydı (1990), İsmail Güneş’in Gülün Bittiği Yer (1999) ve Atıf Yılmaz’ın Eylül Fırtınası (1999) filmlerini 12 Eylül ortamını ne derece ifade edebildikleri ve ele alınan temanın sinematografik öğelerle hangi seviyede desteklenebildiğini tartışmayı hedeflemektedir. Sonuç bölümü ise, nitelikli bir 12 Eylül filminin nasıl yapılması gerektiğini ele almaktadır.

Homofobik zihniyetten kurtulmalıyız!

kahramancayirli | 18 March 2007 11:32

Geçen ay kanallar arasında gezinirken kıymeti kendinden menkul yıldız seçmece yarışmalarından birine denk geldim. Jüri üyesi, ünlü prodüktör, sahnedeki yıldız(!) adaylarından birine “Sen kırık mısın?” diye sordu. Duyduklarıma inanamadım önce. Yanlış işitmemiştim, sokak arası, üçüncü sınıf bir argo tabirle onca insanın gözü önünde yarışmacının eşcinsel olup olmadığını öğrenmeye niyetlendi, jüri üyesi. Popüler şarkıları nitelikli söylemenin, sahnede samimi durmanın, iyi ses kullanmanın, velhasıl pop yıldızı olabilmenin cinsel tercihle ne ilgisi var Allah aşkına? Söz konusu yarışmacının yerinde olsam, “benim yatakta ne yaptığım sizi hiçbir şekilde ilgilendirmez, siz benim şarkı söylememe, sesimi kullanmama, sahneyi doldurup dolduramadığıma bakın” deyip derhal yasal yollara başvururdum. Bırakın bir televizyon şovunu / yarışmasını, günlük hayatta dahi kimsenin kimseye böyle bir soru sormaya hakkı yoktur.
İkinci durumuysa yakın bir arkadaşım anlattı. 32. Gün programında eşcinsellik üzerine konuşup, “bakın tabuları yıkıyoruz” demişler. Tabular o konunun konuşulduğu tartışma programlarını gecenin ikisine, televizyonların çoktan kapandığı bir vakte değil de prime time denilen mesela ana haber bülteni sonrasına konulduğunda yıkılabilir ancak.
Üçüncü duruma ben şahit oldum. İnsan Kaynakları Yönetimi dersindeyim. Dersin öğretim görevlisi yanında getirdiği diz üstü bilgisayarından dersi renklendirmek maksadıyla bir müzisyenin (Jean-Baptiste Lully) eserlerini dinletecek birazdan. Müzisyenin kim olduğunu anlatacakken, erkek hocamız gülme krizlerine kapılıyor birden. Gülmek de zayıf kalır aslında, katılıyor adeta gülmekten. Ve sonra sınıfa dönerek bu komedinin resmi sebebini açıklıyor: Müzisyen, “oğlancı”ymış! Bu sefer bütün sınıf başlıyor gülmeye. İnsanların cinsel tercihleriyle hiçbir sebeple ve şekilde alay edilemez. Öğrencilerine örnek olması gereken akademisyenler, zihinsel gelişimimizi sağlayacak üniversitelerde böyle davranırlarsa, varın gerisini siz düşünün. “Yatakta ne yaptığıyla dalga geçtiğin adamın eserlerini dinliyorsun, dinletiyorsun; ismi ezberinde ama sen öldüğünde geriye ne bırakacaksın, seni kim hatırlayacak?” diye sormak geçti içimden fakat cesaret edemedim, sustum.
Kadınsılığın, (bir erkek için) kadın gibi gülmenin, yürümenin kısacası davranmanın her durumda aşağılandığı homofobik bir toplumdayız. Bu üç durumun bence en korkuncu sonuncusu. Saygın, köklü bir üniversitede öğretim görevlileri böyle tavırlar içerisine girerlerse, sokaktaki eğitimsiz insanların “ötekileştirdiğimiz” azınlıklarla empati kurmalarını, onlara hoşgörü göstermelerini beklemek abesle iştigal olacaktır. Bize gerekenler: Empati ve hoşgörü. Avrupa Birliği istediği için değil toplumumuzun sosyal gelişimi için farklılıklara, azınlıklara saygı göstermeliyiz.

Mutluluk filmi

kahramancayirli | 17 March 2007 16:33

Az önce Mutluluk filmini izledim sinemada.
Tam anlamıyla hayal kırıklığına uğradım.
Zülfü Livaneli’nin güzelim romanını berbat etmişler.
Uzun uzadıya neyin, nasıl olması gerektiğinden bahsetmeye gerek yok, eğer Abdullah Oğuz’un elinin dokunduğu önceki filmleri biliyorsanız.
Senaryoyu tek kelimeyle mahvetmiş, Abdullah Oğuz.
Ağlamak, filmi yarısında terk etmek istedim.
Ancak filmin artıları da yok değil hani.
Sinematografik açıdan sınıfı geçer mesela.
Meral Çetinkaya ve özellikle Özgü Namal’ın oyunculukları şahane..

Seyirlik bir film

kahramancayirli | 17 March 2007 10:27

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Kısık Ateşte 15 Dakika, derinlik aranmaması gereken, seyirlik bir film. Filmin ilk yarısında atmosfere girmekte zorlanılabilir, hatta yer yer sıkılınabilir ancak ikinci yarıda öykü, kurgu her şey rayına oturuyor.Kısık Ateşte 15 Dakika, İstanbul’da bir Fransız restoranın ortakları, çalışanları ve müşterilerinden oluşan ilginç karakterlerin yollarının on beş dakikada değişmesinin öyküsü. “Le Chic” adlı restoranın ortakları kadınlara düşkün Şakir (Aydoğan Oflu) ve güzel oyuncu Kader Sayar’dır(Eyşan Özhim). Kader’in şekerden heykeller yapan kör Resul (Metin Akpınar)’ü işe almasıyla olaylar gelişiyor.Senaryoda Haluk Özenç’in imzası var. Barış Pirhasan’ın ismini senaryo danışmanı hanesinde görmek şaşırtıcı zira filmde sıradaki sahneleri tahmin etmek çok kolay, dikkatli izleyiciler için öykü geliştikçe sürprizlerin tadı kaçmaya başlıyor.Filmin tanıtımlarında Eyşan Özhim’in adı, Metin Akpınar, Haluk Bilginer, Ata Demirer ve Özkan Uğur’dan sonra anılıyor fakat Özhim, başrolde. Yapılan sadece kötü bir pazarlama stratejisi. Hatırlarsanız yakın zamanda vizyona giren yerli korku filmi Gen’in afişlerinde üçüncü sırada Şahan Gökbakar vardı ancak filmde kendisini toplasak iki dakika görememiştik, filmin belkemiği oyuncularının isimleri yeterince ünlü olmadıklarından kenara köşeye sıkıştırılmıştı.Oyuncu Kader Sayar rolünde Eyşan Özhim gerektiği kadar oynuyor. Ne bir gram eksik, ne bir gram fazla; ölçülü performansı takdiri hak ediyor. Kısacık rolüne karşı Janset de filmde oyunculuğu en çok parlayanlardan. Yönetmenlerimiz, Janset’i gerektiği gibi değerlendiremiyorlar. Her rolün hakkını fazlasıyla verebilecek yetenekli oyuncumuzun başrol oynama vakti geldi de geçiyor.Toparlarsak, Neco Çelik’in yönettiği film detaylara takılmadığınız sürece gayet keyifli.

Çocuklarınızla konuşun; onları dinleyin

kahramancayirli | 17 March 2007 08:37

Uyuşturucu kurbanı olan 16 yaşındaki Melis Akpınar’ın babasının açıklamaları (Radikal, 12 Temmuz 2006) son derece çarpıcıydı: “…kendi işlerimiz ile çok meşguldük. Birçok işi de para ile halletmeye çalışıyorduk. Diğer aileler bizim hatalarımızı yapmasın lütfen çocuklarınız ile konuşmayı deneyin…”Bu noktadan sonra insanları suçlamak yerine durumdan ileriye dönük dersler çıkarmamız daha mantıklı olacaktır. Değinmemiz gereken ilk nokta, psikologlara deli doktoru gözüyle bakmamamız gerektiğidir. İşimizle, aile fertlerimizle veya çevremizden herhangi birisiyle sorun yaşadığımız takdirde konunun uzmanı profesyonellerden yardım almamız, her çeşit sorunumuzu çözerken bize fayda sağlayacaktır.Hiçbir anne-baba ilgilenemeyeceği, gerekli vakti ayıramayacağı, gereken sevgiyi, özeni gösteremeyeceği çocuğu yapmamalı. Ülkemizde pekçok aile, sırf “evliliklerine heyecan gelsin” diye; pekçok kadın, evlendikten sonra gözü dışarıda olan kocalarını eve bağlayabilmek amacıyla çocuk yapıyor. Yani evlilik sürsün, boşanılmasın diye. Bahsettiğim bu durumun kırsal kesime, eğitimsiz ailelere özgü olduğunu sanmayın sakın. Zira eğitim seviyesi ve gelir düzeyi yüksek, dışarıdan pembe mutluluk tablosu çizen birçok ailenin de söz konusu sebeplerle çocuk sahibi olması, düşündürücü.Anne-babaların çocuklarıyla ilgilenmesi, çocuğun cebine harçlığını koymak, her istediğini almak, talep ettiği parayı anında çocuğa vermek anlamına gelmez sadece. Bu, işin maddi tarafı. Ya madalyonun diğer yüzü? Oğlunuzu ya da kızınızı en son ne zaman karşınıza oturtup, can kulağıyla anlattıklarını dinlediniz? Onu ne kadar tanıyorsunuz? Peki ya arkadaşlarını? Elbette zehir hafiye gibi çocuklarınızın peşinde her dakika koşmayacaksınız ama onunla etkin bir iletişim içinde olmanız şart. İçi boş televizyon programlarının karşısında saatlerimizi tüketiyoruz da, çocuklarımıza ayıracak zamanımız olmuyor nedense.
Fikirlerine saygı gösterinÇocukların her yaşta ilgiye ihtiyaçları vardır. Çok küçük yaşlarda, yedirip-içirmek yeterli olabilecekken (ki aslında yeterli değildir), ergenlik döneminde çocuğunuzla olan ilişkinizi farklı bir boyuta taşımalısınız. Zira ergenlik dönemi, çocukların kendilerini boşlukta en çok hissedebilecekleri, aynı zamanda herşeyi sorgulayacakları, “beğenilme, takdir edilme” isteklerinin en üst düzeyde olduğu çalkantılı bir süreçtir. Ailelere en çok görev bu dönemde düşer. Bu süreçte yeterli ilgiyi göstermediğiniz çocuklarınızın zararlı ilgi alanlarına yönelmeleri, zararlı alışkanlıklar edinmeleri işten bile değildir. Ailesinde aradığı ilgiyi, mutluluğu bulamayan çocuğun, söz konusu ilgi ve sevgiyi başka yerlerde araması kaçınılmazdır.Çocuklarınıza vakit ayırın, her konuda görüşlerini alıp, fikirlerine değer verdiğinizi davranışlarınızla belli edin. İş arkadaşlarınız, komşularınız veya dostlarınızla nasıl sohbet ediyorsanız, konuşurken aynı saygıyı çocuklarınıza da gösterin, çocuklarınızı adam yerine koyun. Durmadan uyuşturucu tacirlerinden yakınmak yerine, anne-babalar olarak sorumluluklarımızı ne derece yerine getirebiliyoruz, önce bunu düşünelim.

Öykü cephesinde yeni bir şey yok!

kahramancayirli | 16 March 2007 23:52

Edebiyat yolculuğuna “Güneşe Dön Yüzünü” adlı öykü kitabıyla çıkan Ayşe Kulin yeniden kürkçü dükkanında. Onu, kendine özgü bir okur kitlesine kavuşturan biyografik romanları olsa da öyküyle soluklanıyor besbelli.
“Bir Varmış Bir Yokmuş”, yedi gerçek, altı kurgu öyküden oluşuyor. Ama bütün öyküler birbirleriyle paslaştığı için hayalle gerçek arasındaki çizgi yer yer kayboluyor. Örneğin “Hayal” öyküsündeki Güllü, “Annabella’nın Öyküsü”ndeki Annabella’dan çok daha gerçekçi duruyor.
Kulin’in gerçek öyküler tarafındaki anlatımına biyografik romanlarındaki üslubu hakim. Yani akıcı, oturmuş bir dil. Öykülerin başında sayıca çok fazla karakter var, fakat öyküyü boğan bu karakter karmaşası sayfalar ilerledikçe yok oluyor, taşlar yerine oturuyor.
Ayrıca bütün öyküleri okuduğunuzda karakterlerin kimi ortak özellikleri dikkat çekiyor: Birçok dil konuşabiliyorlar, özgürlüklerine düşkünler, seyahat etmek istiyorlar. Erkek karakterler hep uzun boylu. Kulin’in uzun boylu öykü karakterleri hep yakışıklı. Gerçek öykülerde karakterler dönüp dolaşıp İstanbul’a geliyorlar.
Gerçek öykülerin sonuncusu olan “Ölümün Şerefine Sıkılan Kurşun”, Mehmet Faraç’ın Töre Kıskacında Kadın (Günizi Yayınları, 2004) isimli kitabından kısaltılarak alınmış. Burada bir problem yok ama kurgu öykülerden “Kurban”daki Seher’in sonunun kitabın öbür yüzündeki Rabia’nın sonuyla aynı olması hoş değil. Öyküler arasında küçük göndermeler olduğunu yazar da belirtiyor fakat Seher’e farklı, daha çarpıcı bir son da yazılabilirdi.
Kurgu öyküler farklı farklı kaleme alınsalar da genel olarak bir roman bütünlüğündeler. “Hayal”de tanıştırıldığımız Gül, Güllü ve Musta’nın öyküsü farklı ağızlardan tam 184 sayfa sürüyor. Bazen Gül Hanım’ın kedisinin (Kedi), bazen de Halil’in ağzından (Soytarı). Yunus Ufo’nun sırrını öğrenebilmemiz için “Ada’ya Mektuplar”ı beklememiz gerekiyor.

“Tutunamayan” akademisyenlerin hal-i pür melali

kahramancayirli | 16 March 2007 18:03

Bugün 8 Eylül. Yani Temel Okur Yazarlık Günü. Çocuk Vakfı Çocuk Edebiyatı Okulu’nun bugün sebebiyle hazırladığı Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı Karnesi’ne bakınca durumumuzun neden içler acısı olduğunu, AB kapılarında daha uzun süreler bekletileceğimizi anlamak güç değil. Çalışmanın tüm bulguları, üzerlerinde tek tek düşünmeyi gerektiriyor ama ben bu yazımda hepsine değinemeyeceğim maalesef.
Gazi Üniversitesi’ndeki 1915 öğretim üyesiyle yapılan araştırmaya göre öğretim üyelerinin yüzde 21.9’u sadece akademik yayın okuyor. Yüzde 56.2’si ayda bir-iki kitap okuyor (Radikal, 7 Eylül 2006). Şaşırmadım. Ayrıca aynı vahim tablo bütün üniversitelerimiz için geçerli. Özellikle büyük şehirlerde aldıkları maaşlarla zor geçinebiliyor örneğin araştırma görevlileri, okudukları son kitabı veya takip ettikleri akademik yayınları sorduğumda durup epey düşünmeleri bu yüzden. Fakültelerde küçücük odaların her birinde üçer-dörder araştırma görevlisi sıkıştırılmış vaziyette. Fiziki imkanların yokluğundan son derece rahatsızlar ve hallerinden memnun değiller. Hatta oda yokluğundan büyükçe bir odanın kapısında dört-beş profesörün ismini görmek mümkün. Oysa vakıf üniversiteleri bu açıdan cennet gibi, devlet üniversitelerimize kıyasla.
Akademisyenlerimizin (bir kısmının diyelim hepsi değil) okumamaları ve kendilerini geliştirmemeleri sadece fiziki olanakların yetersizliğinden kaynaklanıyor olamaz. Uzmanlık alanıyla ilgili her yayını takip etmeye çalışan, sürekli okuyan, bilgi saçan, aydın akademisyenlerimiz de var. Hangi kitaplara, hangi dergilere gelirimizin ne kadarını ayırıyoruz? Zira ilk paragrafta bahsettiğim çalışmaya göre ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. (evet iki yüz otuz beşinci) sıradaysa diyecek söz kalıyor mu?
Elbette kalıyor. Okuyup, kendini geliştirmeyen akademisyenler öğrencilerine ne öğretebilirler ki? Teorik bilgi mi? O zaten kitaplarda da var diyeceğim ama malum kitap da okumuyoruz.
Üniversite: Kutsal bir yer
Akılcı düşünen, sorgulayan, okuyan, toplumu iyi yönde etkilemeye gayret eden cesur gençlere her zaman olduğundan daha çok ihtiyacımız var. Bu gençlerin artması için sorgusuz sualsiz ezberlenmiş bilgiye yönelten eğitim sistemimizden derhal kurtulmamız gerek. Ve eğer biz ağzımızı açmazsak, meydan cahillere kalır.
Yepyeni bir eğitim-öğretim yılının eşiğindeyiz. Hiçbir şey değişmiyor. Üniversite hocaları bile ellerindeki silahların finaller, sınavlar, derslerden kalmamız olduğunu sanıyorlar. O kadar yanılıyorlar ki. “X Hoca’nın sınavından kaç almıştın sen bakayım” diye sormayacak hiç kimse bize, not için ezberlediklerimiz değil sorarak, düşünerek, mantıksal bağlantılar kurup yorumlayarak öğrendiklerimiz kalacak yıllar sonra yanımızda.
Mevcut üniversitelerden mezun olanlar zaten işsizken on beş yeni üniversite açanların “Tutunamayanlar”dan haberi var mıdır acaba? Oğuz Atay’ın mizahi cümleleri son söz olsun şimdilik: “Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada herşey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız.” ( Tutunamayanlar, Oğuz Atay, sayfa 362-363, İletişim Yayınları, İstanbul)