bildirgec.org

yaşam hakkında tüm yazılar

Saçmalıklar – 16

oky | 28 May 2003 22:50

sokakta yürürken dükkan camlarında falan kendimi inceliyorum.

acaba dış görünüşüm düşündüğüm gibi mi yoksa farklı mı? ama öyle camlara doğru tamamen dönmüyorum. kafamı otuz ila elli derece arasında değişen oranlarda çeviriyorum sadece. gözlerim, çeperlerine mümkün olduğunca yaslanarak en büyük çabayı sarf ediyor bu işte. genelde orantılara dikka ediyorum. tişörtümün uzunluğu ile pantolonumun bolluğu uyumlu mu, seçmiş olduğum renkler ahenkli mi diye. arabanın camlarında da yapıyorum bunu. bazen bir sefer kesmiyor, sokak boyunca kendimi izliyorum. yansımanın netliği ışığın yoğunluğuna göre değişiyor. mesela bir araba camına bakıyorum, tam olarak görünmüyor, hiç paniklemeden sabrediyorum bir diğerine yürüyene dek. bir de araba markaları değiştikçe camların yere olan eğimleri de değiştiği için, benim de camlara olan uzaklığımı iyi ayarlamam lazım. ne kadar dikse o kadar uzak olmak daha verimli. diklik azaldıkça yakınlaşmam gerek. hangi markaydı hatırlamıyorum ama bir marka var ve o kadar eğimli ki camı, ne zaman ona denk gelsem kendimi bu işe fazla kaptırıp kafamı resmen sokuyorum cama, ancak görebiliyorum kendimi. aynalı cam kadar hiçbiri güzel olmuyor ama. bununla ilgili bir anım bile var. sivilcemi sıkıyordum bir keresinde bu aynalı camla kaplı dükkanın önünde. tabi tam bir ayna niteliğinde değil bu camlar. insanın gözü koyuluğa alışınca içeriyi de seçebiliyor. sivilcemi patlatmaya çok yaklaştığım bir anda, benim de gözlerim alışmıştı. içerde birkaç kişi beni izliyordu kapalı olduğunu sandığım dükkanda. hiç vakit kaybetmeden hızlı adımlarla muhitten uzaklaştım. bu, ince tül perdeli bir evde ışıkları açmaya benziyor. sen dışarıyı göremiyorsun ancak dışarıdan bakan biri adeta canlı yayın izliyor.

e nolcak şimdi?

pinky | 23 May 2003 09:55

Tamam dedik..Büssürü kötü bişeyler oldu bitti..Yoluna girdi hayat dedik..

Bööle iyiyiz biz ellemeyin dedik.Kankiyle “biz senle darülacezede altımıza yapa yapa ölces” dedik.Güldük ettik.”Bunlar boş işlerdi zati bak ,miss oldu bööle” dedik.Gezdik ,tozduk,para harcadık(gerçi yoktu)ama olsundu gene harcadık.Tatile bile gittik.Soona noldu?

Ya zaten uzun zamandır tanıyodum.. Arkadaşımdı. Kanki tanıştırmıştı. Süüpppeer eğleniyoduk. Sabahlara kadar konuşup ,gülüyoduk. Yemek yapıyoduk,birbirimizin aptal hikayelerini ,işteki saçmalıklarını filan anlatıyoduk. Nerdeyse tüm hikayesini biliyodum. O da benimkini. Guzeldi yani. Ellemeyindi, iyiydi..De..Gözleri daha önce de bu kadar mavi miydi? Saç-ma-la-ma! Saç-ma-la-ma! Saç-ma-la dım!!!!

“Bişiymiş ama bilemiyomuşuz”..Adı yok filan geyiği..Ööle konuştuk..İyiyiz bööle dedik..Aferin..İyi hadi televizyon izleyelim..Çok mavi bu televizyon..

Soona ;”biri girse hayatıma ne hissedersin?”dedi. Çok kalın bi soru! Saç-ma-la-ma! Ya deme ööle “içimden bişey kopar galiba” falan gibi komik şeyler!

Hay bin kunduz..Dedim di mi? Dedim galiba..Maviyle karıştı herşey ama dedim bişiler..

Sonrası şimdiye denk geliyo.Ne olduk ki şimdi? Yine yemek yapıp,sabaha kadar gülüp film izleyebilicek miyiz? Gidiim ben dedim.I ıh dedi.Arkadaş gibi de diil, aşk,meşk te diil diyo.Ne çok şey diyo..Ama susuyo..

Yaşlandık bunlar için..Daha çok batıyo artık..Hamladık belki ne biliim..Görüşmek istiyo musun peki dedim? En bi evet baktı.En bi evet dedi..Bi taraftan en bi klişe “ya kaybedersem mavi olmayan arkadaşlığı” sancısı,bi taraftan bu karın ağrısı..Büyüdum ama ya ben..Bak kocaman oldum..Uhhuuuuu sene once tamamdı boole şeyler..Şimdi daha abla-abi dertlerimiz olmalıydı.İş teklifi,transfer koşulları,araba taksidi,hayat sigortası falan filan..

…Zamansız bi zamanda bi zaman konuştuk..Zamanlı zamanda 1,5 saatte filan yakın! Çoğu maviydi.Bazen U dönüşü..U dönüşleri yasaklanmalı tamamen..Çok kötü çok..

Kahve içelim mi bugün? Olur..

E sinemaya ,yemeğe falan gidilicek zaten yarın..Ne renk olacak kimbilir? Pffff kime sormak lazım ya..Bilge insanlar da yok ki artık,hepsi masallarda..

..E iyiydik yafu işte biz ..Nolcak şimdi?

Can-sız-

plumprune | 27 April 2003 01:23

Yavaş yavaş merdivenlerden çıktı, kararsız kalmış isyankar basamaklar arasında hiç bitmeyen bir tartışma söz konusuydu:

“aşağı mı iniyoruz, yukarı mı çıkıyoruz?”

En alt basamak ve onun takipçileri aşağı indiklerini, ulaşılacak en yüce mertebenin en alt basamak olduğunu iddia ederken, en üstteki ise göğe doğru ilerlemesinin onu yücelttiğini söylüyordu. En alt basamak ısrar etti:
“Hayır, ben olmazsam sen düşersin, demek ki temelin benim; ben, sen olmasan da ayakta kalabilirim.”

En üst basamak:
“Sen olmak kolay, yere en yakın olansın, önemli olan ben olmak, senin göremediklerini ben görebilmekteyim, beni yok etmek elinde olmadığına göre, boşuna kaderine direnme.”

.

eceligelenfare | 07 April 2003 13:23

10 buçuktan önce kalkmanın günah olduğu bir pazar günü sabahın 7 sinde ne işim vardı yollarda.. önce ablamı sınava gireceği yedikule lisesine sağ sağlim teslim ettim. şimdi cebimde kalan 4 milyonla kendimi istanbul üniversitesine atmayı, ordan kadıköye gitmeyi ve geri dönme planları yapıyordum.. sihirli lambadan çıkacak bir cine yada bir iyilik perisine ihtiyacım vardı.. neyseki cüzdanımın kenarına sıkışmış 5 milyon beni kurtardı.

geçenlerde yangın çıkan edebiyat fakültesine girdim.. öss ye hazırlanırken önünden her geçişimde bir gün bu kapıdan gireceğim diye kendimi gaza getirişim geldi aklıma.. evet sözümde durdum ve o meşhur kapıdan içeri girdim. ama açıköğretim sınavı için. acayip bi anfide acayip bi soruları usulune uyarak acayip bi şekilde cevaplandırdım.

duygu sömürüsü

tga | 05 April 2003 20:01

kaç gün geçti üzerinden bilmiyordu, kendi kendine “aşık oldum” diyordu, bile bile yalan olduğunu. diğer tüm yalanlara inandığından fazla inanmıyordu buna, arayışın tepesinde bir yerdeydi. ama hatırlıyordu, “lütfen” demişti, “lütfen zaman ver bana, çok üstüme geliyorsun” bir iki kırıntı daha vardı hatırladığı, “senin için endişeleniyorum nihat” demişti.

gecenin bir yarısıydı, konuşmak için yola çıkmıştı, sadece konuşmak. konuşunca tüm sorunlar bitecekti, böyle olacağına emindi. yürümesi gereken yol bir kaç kilometreden fazla değildi ve tüm sorunlar bitecekti. gecenin içinde elinde birasıyla yürüyordu, bir klisenin önünden geçti, az öncede bir minare görmüştü, yorumlamaya çalışmıyodu, çocuk esirgeme kurumunun önünden geçerken, sadece yürümesi gerektiğini düşünüyordu. oysa sabah, aslında ne kadar neşeli olabileceğinin hesaplarını yapıyordu, şimdi tek sahip olduğu, hüzün ve umut.

bu garip ikili zaten hep yanında değil miydi? karşısında bir karartı gördü, kendisine doğru gelen bir adam, o ne arıyordu bu saatte, sarhoştu muhtemelen, ona saldırmak, sebep? aralarında bir kaç metre kaldı, otuzbeş – kırk yaşlarında bir adam, yavaş yavaş yürüyordu sokağın karşı tarafında. ne düşünüyor olabilirdi? korkuyor muydu? nihat yumruyunu sıkıp yanındaki trafik levhasına bir yumruk attı, sıkı bir yumruk, adam hiç oralı olmadı. evet korkuyordu, herkes korkuyordu kendisinden, yaşamaktan, sormaktan, bilmekten ve tüm diğerlerinden kendi olmalarına yarayan. yürümeye devam ediyordu, etrafındaki yapılar çok saçma bir sırayla dizilmişti, camii, çocuk esirgeme kurumu, klise, üniversite yerleşkesi, barlar, bir lise, neler oluyor?

yola çıkmadan önce telefon etmişti, “gelmemi ister misiniz? konuşalım biraz, iyi gelir bu bize.”, biraz düşünmeleri gerekiyordu, ama “gel” emri çıkmıştı sonunda, konuşulmalıydı, insandık değil mi?

iyice yaklaşmıştı, bir an elinde koca bir bez afiş olduğunu farketmişti, hani şu iki çıta arasına gerilip duvarlara asılanlardan, bir bar reklamı, ne işi var bunun burada? ama buraya kadar geldiyse yolun devamını getirmeye hakkı vardı, diğer elinde bir torba, içinde bir kaç şişe bira ve bir paket sigara. ne zaman almıştı bunları, hatırlamıyordu. kapıyı çaldı, açan gülşendi, asıl konuşulması gereken özge iken üstelik. içeriden sesler geliyordu, bir erkek sesi, belki bir kaç kişi daha.

“bu kalabalığın içine neden çektiniz beni” dedi nihat, “belki özgeyi alır dışarda konuşursun sanmıştım”, “ben alırımda o gelicek mi bakalım?” gülşen özgeye seslendi. “merhaba özge, konuşalım mı?”, “havama değilim hiç” sinirleri bozulmuştu nihat’ın, zaten bozuktu yıllardır, “ne zaman havanda olucaksın sen, hiç olucak mı bu, ne saçma şeylersiniz siz?”, “ben seni arıycam”, “bir kere olsun farklı bir yalan söyle, bıktım bundan, kandıramıyorum kendimi artık”, “bu sefer gerçek, bu hafta sonuna kadar arıycam”. bir cuma gününden sonra ne kadar hafta içi kalır geriye? sessiz kaldı, elindekileri uzatıp gülşene, “al şunları” dedi, “ihtiyacımız yok bunlara”, “gülşen al şunları” ağlıyordu. arkasını dönüp çıktı binadan, yine aynı şey olacaktı elbette ama bu sefer her zamankinden daha çok inanmıştı, belkide her zamankinden daha çok içtiği içindi bu. “bekle” dedi bir ses, durdu, gülşendi gelen, asıl konuşulması gereken özge olduğu halde. “özge paranoyak oldu, çok kötü durumda, anlayış göster”. nasıl bir şeydi paranoyak olmak, din değiştirmek gibi bir şey olabilir miydi yada başka bir şeye memur olmak? paranoyak mıyım? diye sordu kendisine, olamaz mıydı?

“bana hayatımda duyduğun tüm yalanlardan çok daha fazlasını, bir kaç hafta içinde söylemeyi nasıl başardınız?”, “bak gerçekten çok zor durumdayız, evde sürekli tartışma var”. bu da yalandı, her şey yalandı. evin çaprazında bir inşaatın yarım kalmış duvarında oturuyorlardı, bir kaç saniye önce ne konuştuklarını, bir önceki cümlesinde ne söylediğini hatırlamıyordu nihat, ama sürekli konuşuyordu, gülşen bazen evet anlamında başını sallıyor, bazen “çok zor durumdayız, özge paranoyak oldu” diyor ama çoğunlukla sessiz kalıyordu. bir süre sonra evden iki kişi çıktı, asıl konuşulması gereken özge iken, bir kız ve bir erkek, kızı daha önce görmüştü nihat, hatta tanışmıştı ama adını hatırlayamıyordu, adamı ise hiç hatırlamıyordu, iyice yaklaştılar ve kız, “merhaba nihat” dedi, nihat insanların isimlerini hatırlamakta güçlük çektiği için bu duruma alışıktı, “merhaba hanım efendi” diyerek öylesine bir selam verdi ve konuşmaya devam etti. ikili ayakta bekliyordu, adam deri ceketini omzuna atmış elinde tespihini ile oynuyordu. nihat görmesede ayakkabılarının arkasına bastığından emindi. adam, komik sayılan televizyon programlarındaki maganda tiplemelerine benziyordu. adam hakkında kesin olarak bildiği tek şey, ondan nefret ettiğiydi. gülşen korkulu gözlerle bakıyordu, ama -nihatın çoktan anladığı şeyi- belli etmemek için ses çıkartmıyordu, adam, adam, adam, hiç tanımadığı nihatı kovalamak, biraz pataklamak, dersini vermek için oradaydı, nihat karşı koymamayı kuruyordu kafasında, elindeki şişeyle birlikte suratını parçalamayacaktı, kafasını kırmayacaktı.

“bu faşistler” diyordu çünkü “faşist bile değiller, tek amaçları, kavga edecekleri zaman arkalarından gelecek bir kaç kişiyi bulmak”, şiddetle karşı çıkıyordu özge ve gülşen buna, “tanımıyorsun onları, çok iyi insanlar, evet bazen kavga ediyorlar; ama kötü bir şeyler yapan kişilere karşı. genelleme yapma, onlar iyi insanlar, bak gel senide götürelim bir gün ocağa, tanış onlarla”. şimdi her şeyi ispatlayabilirdi, tek yapması gereken o adamdan dayak yemekti, bu sayede inanacaklardı kendisine. kız, adama “hadi gidelim” gibi bir şeyler söyledi” adam “dur ya dur dur” dedi uzata uzat., nihat aniden ayağa kalktı, gülşen kesik bir çığlık atarken adam korku içinde geriye adım attı, nihat gülmeye başladı, yere eğilip paketten bir sigara aldı ve yaktı. adam ve kız eve doğru yürümeye başladılar, gülşen “lütfen otur lütfen lütfen lütfen…” diyordu ağlamaklı, “yahu dursana, korkma bir şey olmayacak sana”, “lütfen, lütfen”. nihat fırsatı kaçırdığına üzülmüştü, “git!” diye bağırdı, “istemiyorum seni”, “gitmiycem, bırakmıycam seni bu halde, konuşmamız gerek” dedi gülşen, asıl konuşulması gereken özge iken. ama ne zaman inatlaşsalar nihatın dediği olurdu, olduda.

sokak ölü gibi bakıyordu nihata, karşı kaldırımda parketmiş arabanın cantında kaç kol olduğunu saymaya çalışıyordu oturduğu yerden, bir türlü olmuyordu, başı dönüyordu, kollardan biri yere dik açıyla duruyordu, ondan başlamaya karar verdi saymaya, “ama hangisinden başladığını unutursam onu tekrar sayabilirim, hata olabilir” diyordu kendisine, aslında kendini oyalayıp zaman kazanmaya çalışıyordu sadece ve bunu bile bile yapıyor, kendisine yalan söyleme konusunda çok başarılıydı. başı dönmeye devam ediyordu, sokak, yarım kalmış duvar, cant, araba, yol, sokak lambası. bir sigara yakmak için pakete uzandı, boş. sokağın başından bir araba geliyordu, bu şans mıydı? yolun ortasına kadar yürüdü, ellerini kaldırıp öylece beklemeye başladı, araba önünde durduğunda şöförün olduğu tarafa yürüdü, pencereye eğilip, “sigaranız var mı?” derken ağladığını farketti, birden bunu gizleme gereği duydu, başını kaldırdı ve etrafa bakar gibi yaparak, “alır mısın?” bir sigara uzatmıştı adam.

zaman. bir kaç sigaraya daha ihtiyacı vardı şimdi, aynı yolu geri gidecekti. gülşene verdiği torbayı hatırladı, ev zemin kattaydı, pencereden bir kaç sigara alıp gidebilirdi. pencerenin önüne geldiğinde içerden gelen konuşmaları duyunca beklemeye akrar verdi. “ya bu adam benim hayatıma girmeye çalışıyor ya!” anlatan özgeydi, asıl anlatılması gereken nihatken. ama ortada salak bir durum vardı, özge bunun farkına yeni varmış gibiydi, oysa nihat bunu defalarca söylememiş miydi? “arkadaşın olmak istiyorum karşı çıkıyorsun, uzaklaştığımda karşı çıkıyorsun, sevgilin olmak istediğimde karşı çıkıyorsun, ne yapmalıyım, hayatına girmek istiyorum bir şekilde, hangi yolu tercih etmeliyim? yoksa girmemelimiyim çürümüş yaşantına?”. içeride konuşma devam ediyordu, evde başka erkek yoksa konuşan ayakkabılarının arkasına basan adamdı, “çok iyi duygu sömürüsü yapmayı biliyor”.

acaba bildiğim “duygu sömürüsünü çok iyi” yapmak mı, yoksa, “çok iyi duygu sömürüsünü” yapmak mı? diye düşündü nihat, peki adam bunu nerden biliyordu kendisi bilmezken. sokak, cant, direk, duvar, dönmeyi kesmişlerdi ama bu daha garipti. nihat çama vurdu, bir anda içeride bir gürültü olduğunu farketti, “hayır, hayır lütfen, yapma!”. “evet, işte bu!”, adam nihat’ı dövmeye geliyordu, nihat garip bir sevinçle kapıya bakıyordu, kapı açıldı, adam dışarı çıktı ve nihat’ın koluna girdi, nihat elindeki şişeyi saklayarak adamın çektiği yöne yürümeye başladı. adam neden yürütüyordu ki? “herhalde alışkanlık” diye düşündü. gülşen arkadan bağırıyordu, “lütfen, hayır, nihat yapma”, “ne yaptım ki?” dedi nihat, “git!” diye bağırdı gülşen, “ama abi tutuyor beni, gidiyorum işte”. “ne istiyosun lan sen!?” dedi adam, “sigara”, “ulan alkolik puşt, utanmıyon mu lan kızların evine bu saatte gelmeye göt!”, “hayır abi”, “ulan yürü sikicem bi tarafını”, “yürüyoruz abi”, cevabını beğenmemişti galiba adam, bir tekme ile karşılık verdi, sağ kaval kemiğine, iyi isabet ettirmişti, nihat hiç tepki vermedi, kol kola yürüyüşe çıktığı adam sol kemiği denedi bu sefer, ayakkabısı ayağından fırlayıp inşaatın önündeki kum yığınına saplandı, nihatı bırakıp ayakkabısını aldıktan sonra hızlı adımlarla nihat’ın üzerine yürüyüp yumruk – tokat arası bir şey salladı, sol kulağına isabet etti, “ooo iyi oturtuyorsun abi sen” dedi nihat, “ulan öldürücem bak seni şimdi”, işte buna gülünürdü, nihat kahkaha atmaya başladı, plan başarılı gidiyorsu ama bu kadar dayak yediği yetmez miydi? gülşeh ağlıyordu, sokağın ortasında dizlerinin üzerine çökmüş. arkada o tanıdığı kız vardı, ellerinin arasına aldığı suratında garip bir ifadeyle bakıyordu. nihat o sırada kendilerine doğru koşan birisini farketti, mavi bir eşorfman takımı vardı üzerine, orada olmayan tek kişi özgeydi, asıl olması gerekenin kim olduğunu düşünürken nihat, mavili adam aralarına girdi. nihat ayakkabılarına acımayan adama bakıyordu, içine bakıyordu adamın, içindeki korku gözle görülebilir bir hal almıştı, nihat gülmeyi kesti, şişeyi hızla kaldırdı, hangisinin daha önce patlayacağını düşünüyordu, şişe mi? kafa mı? adam bir anda yere kadar eğilip bir çığlık attı, ağlar gibi bir ses, sanki bir tarafı kopmuş gibi, nihat kahkahayı bastı, kendisini durduramıyordu, şişeyi tutan eli havada beklerken deli gibi gülüyordu, adam kaçmaya başladı, mavili olan elini nihat’nı havadaki eline uzatıp “n’oldu bilader, tamam sakin ol” gibi bie şeyler söylerken elini aşağı çekti. mavili adam da nihat’ın koluna girdi ve o da korkuyordu, bu kolda bir şeyler vardı belkide. nihat gülerken arkasına dönüp biraz zorda olsa, “görüşürüz” diye seslendi gülşen’e. ötekinin koşarak eve girdiğini gördü o arada. mavili,

– hadi bilader, gel gidelim, bak yine gelcek o,

– sen kimsin?,

– uykumdan kalktım geldim,

– kusura bakma, sen git yat hadi ben bakarım başımın çaresine

mavili, nihatla beraber biraz yürüdü, nihat gözlerinden akan yaşlara inat eder gibi gülüyordu, “orospu çocuğu” dedi, “niye vurmadım ki”, mavili; “bilader sen en iyisini yaptın, boşver”.

evden üç – dört sokak uzaklaşmışlardı, nihat elindeki şişeye baktı ve hemen yanındaki çöp konteynırına tüm siniriyle vurdu, şişe kırılmamış adeta patlamıştı, çıkan ses ve elindeki acı nihat’ın çok hoşuna gitmişti, arkasına dönüp “gördün mü?” derken mavilinin koşa koşa kaçtığını gördü, bir kahkaha daha atıp yola devam etti.

şimdi kaç gün geçmişti üzerinden hatırlamıyordu, geri dönüş yolunda bir kaç kişiye küfür ettiğini, bir iki polisin üzerine gelip kimlik falan sorduğunu hatırlıyordu.

– neden ağlıyorsun sen? demişti polislerden biri,

– yok abi bir şey,

– ne yapıyosun bu saatte? diye sormuştu diğeri,

– arkadaşlardan dönüyorum,

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde bir sokak

– nereye gidiyorsun?

– arkadaşlara

– arkadaşlarından gelmiyor musun zaten?

– bir arkadaşlardan, öbür arkadaşlara

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde üniversitenin orada, yukarda

– o elin niye kanıyor?

– az önce düştüm, yerde cam kırığı vardı galiba, kesilmiş

– nerde oturuyorsun sen?

– balçova

– hangi sokak?

– bilmiyorum yeni taşındık

– niye ağlıyorsun sen?

– kız meselesi be abi

“bırak yaa, bırak” dedi biri, öteki kimliği verdi beraber arabaya bindiler. şimdi geriye kalan, iki kaval kemiğinin üzerindeki pıhtılaşmış kan, sağ elindeki yara ve biraz hüzündü belki. ama ümidi vardı artık, artık anlamış olabilirlerdi. ve belki konuşarak halledebilirlerdi kalan sorunları.

Nasil Birseymis Oyle Yasamak ?

filli | 27 March 2003 13:20

Yeni degisikliklerle ABD’de bulunan ogrencilerin yanlarinda pasaport, vize formu gibi belgeleri tasimalari istendi. Terorist listesindeki devletlerin vatandaslarina daha da agir yaptirimlar uygulanmaya baslandi.

Bunun uzerine dogma-dover yazariniz durumdan sikayet buyuran caliskan ama icini bir turlu tam dolduramayan ABD’de okuyan burslu doktora ogrencilerinden olusan bir gruba asagidaki yaziyi dosendi. Sonra gondermekten vazgecti.

–mesajimiz basliyor–

arkadaslar, uc saattir yaziyorum yaza yaza asagidakini olusturabildim.

Güzel Çocuk Eve Git

llus | 11 January 2003 19:02

Onu ilk defa bir bar arkasın da bardak yıkarken görmüştü.

Upuzun boyu kumral-uzun dalgalı saçları çekik ve iri gözleri ile bara yaslanmış önundeki kağıda şekilsiz yüzler çiziyordu. Bir gun dj kabininden tuğlalı duvarların kıvrımları arasında Black Sabbath Paranoid çaldı. Gene o uzun boylu çekik gözlü çocuk bar arkasında ki yorgun bedene çok seviyorum bu gurubu dedi. Bar arkasında ki yorgun beden tebessüm ederek limonları dilimlemeye devam etti. Aradan gecen zaman da uzun boylu çekik gözlü çocuk hergun bar onunde bar arkasındaki yorgun bedenin gözleri önunde beliriyor ve konuşmaya çalışıyordu. Bar arkasında ki beden bir gun ona yaşını sordu. 17!

Şok olmuştu bu cüsseye ve bu bara göre çok az yaşanmışlık söz konusuydu. Bir gun ona evine git dedi! Çocuk ise harikulade gözleriyle yorgun bedene bakarak benimle evlen desem dalga gecersin değil mi dedi… Git çocuk başım dan bak hayat, bileklerimi kesti bir de seninle uğraşmayayım diye içinden geçirdi ama bir şey diyemeden gülüp evine dön dedi.

Aradan gecen zamanla iri çekik gözlü çocuk bir gun babasıyla geldi. Oldukça hoş bir manzara vardı ama aldırmadı.İri çekik gözlü cocuk bi ara ortadan kaybolunca babasının yanına gidip 17 yaşında ki bu cocugun sokaklardan eve dönmesi gerekliliği konusunda kendi fikirlerini dostça iletti. Babası hoş bir ifade ile o çok saf ve duygusal ve Onu incitmemeye calışıyorum dedi.

Yorgun beden yerine geçti ve onları izlemeye başladı. İyi bir ikili ama eksik birşeyler var. Çocuk sinema okuyup yonetmen olmak istiyor ama liseyi bile terk etmiş- eve gitmiyor-sokaklarda sinyal çekiyor- bu kadara iyi niyet ve saflık bir insanoğlu için fazla bile belki…

Aradan yıllar geçti. Yoorgun beden de artık diğerleri gibi bar taburesin de birasını yudumlamaya başlıyordu. Tum bar arkaları kemirgen farelere kalmıştı. Bir gun gittiği bir mekanda bara yaslanmış birasını yudumlarken kalabalıklar arasın da o uzun kumral saçlı- çekik iri gözlü çocugu gördü. O bakışlar hangi meleğin bakışlarıydı böylesi tertemiz. Çocuk yorgun bedenin yanına gelip utangaç bir ifadeyle nasıl oldugunu – neler yaptıgını sordu. Aynı sorular ona da yoneltildiginde gelen cevap cansıkıcıydı; Hıçbirşey!

Hala sokaklardaydı ama hala tırnaklarının içi tertemizdi-hala saçları ipek gibi hala bakışları tertemizdi. Acımak mı yoksa kucuk bir çocuga duyulan şefkat miydi bu???

-Ben seni hala seviyorum!

… susuş…

-Baksana bir şey soracagım.

-Sor tabii.

-seni her zaman buralarda göremiyorum telefon numaranı istesem verir misin?

-ne yapacaksın telefonumu?

-arıcam.

-neden?

-bazen sesini duysam en azından belki daha iyi olurum ama sakıncası varsa verme unut gitsin.

-peki madem kendini iyi hissedeceksin vereyim.

-gercektenmi aman allahım inanamıyorum bekle kağıt bulayım geliyorum hemen!!!

Telaşla bar arkasından istenen kağıda yazılan numaraya bakıp bakıp çekik iri gözlerinden çoşku fışkıran bu çocuk nasıl olmuştu da hala kirlenmemişti?

Nasıl olmuştu da hala saflığını birde bu saflığın yanın da o tatlı şaşkın aptal ifadelerini korumuştu?

Öyle ya aradan 5 yıl geçmişti hayat hepimizi biraz daha evirip çevirip büyütmüşken – suratımıza da arada bir tokat çarpıp bakışlarımızı donuklaştırmışken o nasıl hala çoşkulu ve tertemiz turuncu gibiydi. hala akmamış – akrilik bile karışmamıştı… Diğerleri gibi sokaklar da yitip gidecek miydi? Birgun gazete de resmini görüp gözyaşımı dolacak o gözler? Onun iri çekik güzel gözleri – o bakımlı sacları- tertemiz avuçları- bir bebeğin ki kadar pazarlıksız o gülüşleri… dudak kıvrımından akan o ince tebessüm…

ayrılırken iyi geceler diledi ve sonra da nereye gidecegini sordu.

-buralardayım.

-sabah olmak üzere evine git! senden ilk defa birşey istiyorum evine git ve uyu.

giderken de al bu kaseti dinle bir parça var sende cok iyi bilirsin. Mama, I coming Home!

Eve git. İyi uykular

vergi iadesinden yaşam tahlili

tamilgerillası | 07 January 2003 00:07

bütün dallarda yaptığım genel sıralamada her sene olduğu gibi bu sene de süper-hiper-ultra marketler birinciliği almış durumda. her boku almışım. hiç affetmemişim. süper marketleri böyle yoketmeye çalışıyorum. hepsini alacağım, bir şey kalmayacak.(tamil süper marketlere karşı.)

ikinci sırayı üsküdar-beşiktaş hattı motorlarının fişlerinin yoğun çabasıyla ulaşım alırken, üçüncülüğü kitap, dergi…vs sektörüberaberce kucaklamışlar.

bu sene tekstil sektörüne pek fazla katkıda bulunmamışım. bu yüzden önceki senelere nazaran sıralamanın gerilerine düşmüş olsa da, bilgisayar harcamalarınınüstünde kalmayı bilmiş. bilhassa yoğun kar yağışlarının yarattığı baskıya dayanamayna sevgili ayaklarımının lobisiyle yaptığım harcamalarla kundura alemini de bu sene unutmamışım.

alkol özel bölümü‘nde ise bu sene kale pilsengönlümüzde ayrı bir taht kurarak diğer bütün rakiplerine karşı ezici bir üstünlük sağlamış durumda.

ye sen ye. bok var dışarıda yiyorsun” ismiyle bu sene vermeye başladığım mansiyon ödülünü ise çiya kebap salonu, beşiktaş bolu et lokantası‘nı az bir farkla geçerek almayı başardı.

senenin en kral harcaması dalında birinciliği ise, büyük bir keyfiyetle, ağustos’un iki haftası boyunca yaptığım süper tatile ve o esnada yaptığım harcamalara veriyorum. senenin en anlamsız harcaması dalında ise potasyum efendiyle aldığımız “balon köpüğü çıkarıcısı” (aynen böyle yazıyor fişte) oldukça dikkat çekerken, turan elk. bilg. tlk. ltd. şti.‘den aldığım plo.01 ve plo.04‘ün ise hâlâ ne anlama geldiğini çözebilmiş değilim.

vergi dışı klasmanda ise sinema ve müzik cd harcamaları pek tabi ki liderliğini koruyor.

böyle geçmiş yani 2002…derseniz ki; ey tamil peki ne kaldı geriye. bi bok kalmamış çok afedersiniz, bir yığın kağıt tomarından başka.

Bu Hiçkimsenin Hikayesidir!

alaban-hafif | 03 January 2003 17:31

Ben avucumdaki terli elinin tedirginliğini avuçluyordum. O ise bende bir erkeğin sert, nasırlı ellerini. Yine sokaklarda başı boş köpekler gibi dolaşıyor, bu yersiz yurtsuz sevdamızı kusacağımız bir dulda arıyorduk. Az sonra gün akşamla öpüşecek, bir iş bulmayı başarabilenler evlerine dönecek, kalmış sevgi kırıntılarını yemek yedikleri kapta katık edip, söyleyemedikleri sözcüklerin hazımsızlığıyla ağrılar çekeceklerdi. Bizim için akşam yoktu. Karanlık ilgilendiriyordu bizi. O, şehrin üzerine çekilecek olan kara perde. Sonra bizim sevda oyunumuz kim bilir hangi kapalı mekanda gösterime girecekti?

Benim neyimi sevdiğini bilmiyorum. İşim yok, çirkinim, sihirli, süslü sevda sözleri fısıldayamam. Geleceğim yok. Geçmişimi bana yabancı. Gözlerimmiş dediğine göre. Baktım mı içine bakıyomuşum, karşımda kendini çıplak gibi hissediyor, beni sevdikçe çıplaklık duygusundan kurtulacakmış gibisine geliyormuş. Anlamıyorum bunu, bakma o zaman gözlerime dedim bir gün. Bırak git beni. Ağlayarak giderken onsuzluk, kendini hemen sol yanımdaki boşlukla belli etti. Sonra yine çalıştığı dükkanın bulunduğu o pasajın kapısında buldum kendimi. Akşama kadar bekledim. Güvenlik görevlileriyle inceden inceye kesiştim. Akşam olup da o işyerinden çıkarken hiçbir şey söyleyemeden yine o soğuk ellerimiz buluştu, ısındı. Şimdi akşam çökerken yine bir apartman bodrumu arıyoruz. En son birlikte olduğumuz apartmana doğru gidiyor ayaklarımız. Alt katta benim büyütüp sonra artık besleyemeyecek duruma gelince bir apartmana gelin yolladığım köpeğin sahibinin apartmanı. Bodrumunda su saatlerini tamir ettiğimde henüz onu tanımıyordum. Burası da benim bir işyerim sayılır. Gözlerden uzak bir yer ararken gel seni işyerime götüreyim demiş ve onun anlamsız bakışları altında kendimizi burda bulmuştuk. Yine bodruma iniyoruz. Sonra tomurcuklar açıyor, taze yeşil yapraklar dal uçlarında bitiyor, ıssız sokaklar yerli yerinde, işçiler gece vardiyasında, biz kendimize birbirimizden evler yapıyoruz. Sessizlikten, karanlıktan ürktüğümüz yok, kendi soluk alıp verişimiz bize en büyük armağan. Bodrumun karanlığında elim bir kalın ipe takılıyor. Bir elim saçlarında, diğerinde ipin burgulu dolanan tenini okşuyorum. Bir yanım sıcacık, bir yanımda bilmediğim bir yolculuğa çıkmanın heyecanı. ‘Bu oğlanda korku morku yok anam, bu oğlan bir afat’ derlerdi kadınlar. Küçükken elimle öldürdüğüm yılanlar geliyor aklıma, sonra şehre geldiğimizde o büyük evlerin bahçeleri ve meyveler. O meyve bahçelerine dalmakla geçerdi bazı günlerimiz. Bir defasında daldığımız kiraz ağacının bahçesinde yine oynaşırken üstümüze gelen köpekle bölünürken yasak zevkimiz, yine yalnız kalmıştım. Kaçmadım, niye kaçmadım bilmiyorum. Köpek üstüne gelirken ben onun ne kadar güzel bir hayvan olduğunu düşünüyorum. Sıktığım boğazıyla birlikte köpeğin gözlerinden boşanan yaşlar sıkılı elimi gevşetmiyordu ama içimde bir şeyleri eritiyordu. Sadece kendimden korkuyordum ben. Köpek yanıbaşıma düştüğünde ben de cebimden üçgen mendilimi çıkarıp bacağımdaki yaraya sardım, kirazlarımı şehit olmuş köpeğin üzerine serpiştirdim. Bodrumun karanlığında onu saran ellerim birden bacağımdaki yaraya uzanıyor. Boğazımdaki karıncalanmanın ipi okşadıkça geçtiğini farketmemle ipi toplayarak montumun cebine atmam bir oluyor. Bodrumdan dünyaya açılıyoruz, gemimiz tamtakır. Yelkenlerimizi kaybettiklerimle şişiriyorum. Bir deniz üstündeyiz. Gemi fırtınaya yakalanmış. Günü onun terli teninde bitirdim ben, sonrası yok, hatırlamak istemiyorum. Sonra ben yine kaldığım barakanın yolunu tutacağım, sonra barakanın duvarlarına sabaha kadar olmadık resimler çizmeye devam edeceğim. Duvarlar dolunca yaptığım badananın beyazlığına küfrediyorum. Her yeni resmimin, eski figürlerimin mezarı üzerine kuruluyor olmasını bir türlü kendime yediremiyorum. Bir duvarcı ustasını kafalasam, bana bir temiz duvar yapsa, sayfaları olsa, indeksini ben yapsam, sıkıldıkça duvarları birer sayfa gibi açıp geçmişimi seyretsem. Bir gün resme dökecek bir şeyimin kalmaması korkutuyor beni, boyaların anlatamayacağı, hiçbir rengin açıklayamayacağı bir durağa uğramak düşüncesini kafamdan atamıyorum. Rüyalarıma giriyor, fırçayı boyaya batırıyorum, duvara sürene dek kuruyor fırça. Boyadan değil diyorlar senin artık pilin bitmiş, gülüşüyorlar, dağıtıyorum suratlarını, bu defa da dökülen dişler gülüşüyor. Uyanıyorum. İşe giderken cebimdeki sigara paketine uzandığımda elime gelen ip boğazımdaki karıncalanmayı hatırlatıyor yine. Artık benim de bir tikim var. İpi kaldırıp atıyorum sedirin üzerine. Duvarda çizdiğim sokak resminin bir yerine kafamda bir direk yerleştiriyorum. Sokak lambası yapmayacağım o direği. Belki bir telefon direği olacak, duyuşamayan insanların anlatamadıklarını anlatacak. Evden çıkarken aklımdaki bu ayrıntıları bir gün bir yazarın yazabileceğini düşünüyorum. Söylenmemiş söz, kurulmamış hayal var mı ki bu dünyada? Bunu düşünmeyi bırakarak, akşam pasajın önünde buluyorum kendimi yine. Güvenlikçilerle kesişmiyorum, artık güvenlikleri için bir tehlike arzetmediğimi anlıyorum. Akşam kalabalığında koşuşan insanların neye güldüklerini, ağladıklarını, ne yediklerini, nereye koşuştuklarını, niye koştuklarını biliyorum. Boğazımda yine bir karıncalanma. Onun bir gün gözlerimden kaçacağı düşüncesi ile ürperirken saat sorduğum adamın önündeki oyuncaklar bana hiç ulaşamayacağım, tatmayacağım bir duygunun olduğunu hissetiriyor. Aklımdan çocuğuma oyuncak alma ihtimali geçerken bu olmayacak şeye takılıyorum. Köküm de belli değil zaten, ve duvarlardaki resimlerden başka bu dünyaya bir iz bırakmadan gideceğim düşüncesi rahatlatıyor. Köküm yok, kök de bırakmayacağım. Bugün hastaymış gelememiş. Pasajın önünden ayrılırken eski pazara uğrayıp barakanın uzanamadığım yükseklikteki yerlerini de kullanmak için bir sandalye almayı düşünüyorum. Bulduğum sandalye işe yarıyor. Artık uzanıp yukarıları da boyayabilirim. Lambam ise hala ortalıkta. Tavana bir kanca tutturup lambayı yukarı çıkarmalıyım. Köşe biriken şişelerle birlikte bizim amatör yazar, korsan kitap tüccarı geliyor aklıma. Her hafta sonu haftalığının yarısını bir tekel bayiine bırakıp şişeleri şıngırdatarak gelir. İçeriz, benimle iyi içiliyormuş, kafa şişirmiyormuşum. Anlattıklarını gözlerimle anlıyormuşum, biliyormuş. Aynayı alıp baktım gözlerime, bu gözlerde ne var? Çözülmüş bir sırrın mahzun duruşu gözlerimin orta yerinde. Beni şaşırtan bir şey kalmadı sanki. Her şey yerli yerinde, kitabınca, şu kurulu tıkır tıkır işleyen hayatta peşinden sürüklenecek hiç mi bir şey yok? O peki? O bir gün gidecek biliyorum. Tedirginliğini bende bırakacak, avuçlarımda eriyecek bana bıraktığı son şey de…Sonra..Sonrası yok işte. Boğazım karıncalanıyor. Şişenin birinin dibindeki birayı yudumlayıp, yazarın son hikayem diyerek bıraktığı kağıda uzanıyorum. Uzayıp giden iç dökmesinin ardından bir paragrafta takılıyorum.

Yeni yılda dünyanın hali

frannyglass | 01 January 2003 14:56

Dünya nüfusunu, mevcut halkların nispetlerini muhafaza ederek, 100 kişilik bir köy kadar küçültebilseydik bu köy şöyle olacaktı:

57 Asyalı,

21 Avrupalı,

14 Amerikalı (Kuzey,Orta,Güney) ve

8 Afrikalı.

Bunların 52’si kadın, 48’i erkek olacaktı.

30 beyaz, 70 beyaz olmayan,

30 Hristiyan, 70 Hristiyan olmayan,

89 heteroseksüel, 11 homoseksüel.

6 kişi bütün servetin % 59’una sahip olacaktı ve bunların hepsi ABD kökenli olacaktı.

80 kişi kötü evlerde ve yetersiz şartlarda yaşayacaktı,

70 kişi okuma-yazma bilmeyecekti,

Biri ölmek, biri de doğmak üzere olacaktı.

1 kişi bilgisayar sahibi, 1 kişi de üniversite mezunu olacaktı.