sokakta yürürken dükkan camlarında falan kendimi inceliyorum.acaba dış görünüşüm düşündüğüm gibi mi yoksa farklı mı? ama öyle camlara doğru tamamen dönmüyorum. kafamı otuz ila elli derece arasında değişen oranlarda çeviriyorum sadece. gözlerim, çeperlerine mümkün olduğunca yaslanarak en büyük çabayı sarf ediyor bu işte. genelde orantılara dikka ediyorum. tişörtümün uzunluğu ile pantolonumun bolluğu uyumlu mu, seçmiş olduğum renkler ahenkli mi diye. arabanın camlarında da yapıyorum bunu. bazen bir sefer kesmiyor, sokak boyunca kendimi izliyorum. yansımanın netliği ışığın yoğunluğuna göre değişiyor. mesela bir araba camına bakıyorum, tam olarak görünmüyor, hiç paniklemeden sabrediyorum bir diğerine yürüyene dek. bir de araba markaları değiştikçe camların yere olan eğimleri de değiştiği için, benim de camlara olan uzaklığımı iyi ayarlamam lazım. ne kadar dikse o kadar uzak olmak daha verimli. diklik azaldıkça yakınlaşmam gerek. hangi markaydı hatırlamıyorum ama bir marka var ve o kadar eğimli ki camı, ne zaman ona denk gelsem kendimi bu işe fazla kaptırıp kafamı resmen sokuyorum cama, ancak görebiliyorum kendimi. aynalı cam kadar hiçbiri güzel olmuyor ama. bununla ilgili bir anım bile var. sivilcemi sıkıyordum bir keresinde bu aynalı camla kaplı dükkanın önünde. tabi tam bir ayna niteliğinde değil bu camlar. insanın gözü koyuluğa alışınca içeriyi de seçebiliyor. sivilcemi patlatmaya çok yaklaştığım bir anda, benim de gözlerim alışmıştı. içerde birkaç kişi beni izliyordu kapalı olduğunu sandığım dükkanda. hiç vakit kaybetmeden hızlı adımlarla muhitten uzaklaştım. bu, ince tül perdeli bir evde ışıkları açmaya benziyor. sen dışarıyı göremiyorsun ancak dışarıdan bakan biri adeta canlı yayın izliyor.saçları uzun olanlar nefret eder rüzgarlı havalardan. ama çok uzun olanlar değil. mesela bağlanmayacak seviyede uzun olanlar. hele bir de banyodan yeni çıkılıp saça jöle ile şekil verilmişse. böyle durumlarda kafam kasılıyor. normal zamanlarda sıkça yaptığım gibi ayakkabılarıma bakamıyorum. saçlarım öne veya yanlara kaykılmasın diye robot gibi yürüyorum. işte bu sorun, erekte olmadığım halde tişört ile pantolonun dengesizleşmesinden kaynaklanan fermuar kısmının kabarıklaşmasını çok ciddi bir problem haline getiriyor. yapılacak en doğru şey, eller cepte yürümektir. çünkü böyle olunca o kabarıklığın potluk sebebiyle gerçekleştiğini görenlere ispatlıyorsun. halbuki önceden de potluktu ama milletin ağzı torba değil, büzülmüyor. bazı camlarda kafam gövdeme çok yakınmış gibi geliyor. boynum yok sanki. aslında ben de sokaktaki herkesten biriyim. ama ben olduğum için mutlaka bir kusur varmış gibi hissediyorum. rüzgara karşı yürürken özellikle, ayaklarım kocaman görünüyor paçalar geriye savrulduğu için. bir de paçam sıkışıyor bazen ayakkabının bir yerine, bacaklarım parantez gibi dışa eğimli bir hal alıyor. bu da sinir yıpratıcı.gözler ile kameralar arasında çok özel bir ilişki olduğunu savunuyorum. hani kamera kullanırken yakındaki bir objeyi çektiğinde geriplan bulanıklaşır, geriplanı çekerken ise öndeki obje bulanık çıkar ya; gözlerde de bunun aynısı oluyor. bunu denemek için parmağımı gözlerimin on santimetre uzağına tuttum. parmağa odaklandığımda parmak acayip netti. sonra parmağımı çekmeden arkasındakilere baktım. parmak bulanıklaştı. çok tuhaf aslında. bunu yapabiliyorsun ancak nasıl yaptığını bilmiyorsun. yani ben parmağa bakarken arkası bulanıklaşsın diye bir komut vermiyorum veya arkaya bakarken parmağın bulanıklaşmasına dair hiçbir emirde bulunmuyorum herhangi bir merciye. ama bunu yapabiliyorum. nasıl oluyor bilmiyorum. bunu anlamak için kamera tekniğinde uzmanlaşmak gerek belki de. ben pek anlamam. zaten bu yüzden hala parmağın flaşı kapatınca mı yoksa gözle bakılan camın önüne gelince mi fotoğrafta gözüktüğünden bihaberim.daha önce dinlememiş olduğum bir şarkıyı ilk dinleyişimde hiçbir şey anlayamıyorum. bu aynı, önce acı biberi yiyip ardından başka bir biberin acı olup olmadığını anlamaya çalışmaya benziyor. bazen bir albümün tamamını ilk defa dinliyorum. o koca albüm bana tek bir şarkı gibi geliyor. neden sonra, tekrar tekrar dinleyince bazılarının melodileri sivrileşiyor, sözleri de yavaş yavaş öğrenmemle birlikte artık şarkıların ayrımını yapabilecek bir kapasiteye ulaşıyorum. ben bunu ‘beynin şarkıyı kavrama süreci’ olarak adlandırdım. bu sürecin sonunda, artık çok seviyor olduğum şarkıları dinlerken “nasıl olur da ben bunları ilk dinleyişimde sevmemişim?” gibi sorularla meşgul oluyorum sık sık. ama güzel şarkının sonradan keşfedildiği de savunduğum ideolojilerden.kaç gündür kedi sevesim vardı. hem de zor bir şey değildi, nasıl olsa sokak kedi kaynıyordu. ama sokaktayken bu aklıma gelmiyordu ve eve gelince bu isteğim kıpraşıyordu. bugün çöpleri kurcalayan kedileri görünce “tamam” dedim, “hazır aklıma da gelmişken bu fırsatı tepmeyeyim”. hava karanlıktı. bu kedilerden bir tanesi çok hararetliydi. onu sevmeye cesaret edemedim. ödlek olanıysa beni görünce sanıyorum yüz kilometreye üç saniyede ulaştı. geriye bir seçeneğim kalmıştı. “pisi pisi” dedim önce. bana bakınca bunun serseri bir kedi olduğunu anladım. eli yüzü yara bere içindeydi. sevesimin had safhaya varmasıyla uzanan kolum enteresan bir tonda kükreyişi duymam ile tekrar eski yerini aldı. henüz zamanı değil diye düşündüm. yerden bir şey alıp kedi ile benim bulunduğum mesafenin tam orta yerine attım. kedi yiyecek zannedip ağır adımlarla yaklaştı. sonra o ilk hararetli olduğu için dokunmaya cesaret edemediğim kedi de geldi. ikisi de attığım şeyin yiyecek olmadığında hemfikir olunca, sevişmeye başladılar. sevişmeleri bir müddet sonra savaşmaya dönüşünce, başarısızlığımı kabullenip üzgün üzgün evin yolunu tuttum. aklıma ilk okula giderken bir arkadaşımın “yavru kediyi annesinden ayırırsan eğer yirmi cami yaptırsan bile bu günahtan kurtulamazsın” sözü geldi ve gitti.