bildirgec.org

yalan hakkında tüm yazılar

Ve dostlar sevmek dedikleri aslında kocaman bir yalan mı ?

sbaskentli | 15 March 2006 18:48

Sevgi dediğimiz kavram ne kadar da göreceli bir duygular bütünlüğü içeriyor hiç düşündünüz mü ??

Birini çok sevebiliyorsunuz ve hatta delicesine aşık olabiliyorsunuz ama o sizin için hiç bir şey hissetmeden dostlukdan kardeşlikden bahsedebiliyor size abi ya da abla diye hitap edebiliyor. Oysa siz onu gördüğünüz anda kalbiniz sıkışıyor onun için her zaman en iyisi olsun istiyorsunuz evet belki oda sizi çok seviyor ve sizin için en iyisini istiyor ama sizi görünce kalbi sıkışmıyor yüreği pırpır etmiyor ve bu sizi deli ediyor.

Birde madalyonun diğer yüzüne bakın ; yakınınızda ama çok yakınınızda birisi sürekli görüşüyorsunuz ve her an bir takım konular hakkında görüşmeye devam etmek zorundasınız..

photoshop mucizeleri

azurenus | 28 August 2005 13:38

ünlülerin photoshopçısı glenn feron’un portföyünü incelemek, eğlence sektörünün bilinen ama konuşulmayan yönlerinden birini çok güzel gözler önüne seriyor. tabii ki biliyoruz bu pürüzsüz ciltlerin birer photoshop harikası olduğunu ama capcanlı öncesi ve sonrası karşılaştırmasının çarpıcı bir etkisi var.

[photoshop mucizeleri]

Yalancının Mumu

infuscoare | 11 July 2003 19:40

Belki de, çeşitleri sonsuza kadar uzanmasına rağmen, altında yatan sebepleri bu denli yavan olan, üzerinde düşünülmeye başlandığında, bu çeşit-neden ikilisinin beraberce pek güzel bir halka oluşturduğu başka bir kavram yoktur. Yine, geometrisinden olsa gerektir ki, nerede başladığı, nerede biteceği belli olmayan, sonunun sadece insanın yok olmasıyla geleceği bilinen, tedavisiz, tedavisini bulmaya kimsenin gönüllü olmadığı, zaten artık rahatsızlıktan bile sayılmayan, hatta öyle ki, bir çok durumda sağlık göstergesi olarak kabul edilen, buna rağmen tu-kaka tek kavram “yalan” olabilir mi ?
Olsa bile, yataktan kalkar kalkmaz yaptıklarını ve yapacaklarını gerçek dışı hayali olaylara bulayanları ve bunları nakletmeyi saplantı haline getirmiş örnekleri konu dışında bırakmak doğru olacaktır, zira bunlar tıbbın ilgisni çekmeyi hala başarabilen tek yalancılar komünüdür. Bu saykoları, onlara kafa yoran değerli saykolog ve saykiyatristlere bırakıp, uğraşması daha zevkli, ancak içinden çıkamayacağımı bildiğim ; daha az komplike ve bilindik yalanları, üç öğün aç veya tok karna yutan ya da yutturan tiplemelere dönmeli.
Aslında, “yalanların nerede başlayıp, nerede bittiklerini-biteceklerini söyleyemeyiz” deyişini, yeryüzüne indirip, sağından solundan kırpıp, ölçeğini küçültüp açısını daraltmak suretiyle, insanın bir günlük yaşantısının, yataktan kalkarak başlayıp, geceleri yine yatağa uzanmasıyla sona erdirmesi fikrinden yola çıkarsak, yalanların başlangıç ve bitiş noktası konusunda da bir fikrimiz olabilir.
Tabii ki bu kadrajın seçilmesi bir tesadüf değildir, zira bilinen en efsanevi yalanlardan biri, partnerlerin çoğunlukla yatakta gerçekleştirdikleri bir takım faaliyetler esnasında gerçekleşmektedir. Bu hususta, kadınların bir takım numaralarla finali oynamaları yüzünden, daima başroldeki yalancı oldukları inancı yaygın olsa da, esasında erkeklerin de farklı istikametlere yönelen yalancıkları ve de takdire şayan yaratıcılıkları kadınlardan geri durmayacak gibidir. Kadınların neden bu konuda yalan söyledikleri ya da rol yaptıklarını rasyonalize etmek güç olsa da, erkeklerin süre ve basınç gibi değerlerle bağıntılı başarısızlıklarını örtbas etme girişimleri anlaşılır durumdadır. Aradan çok uzun zaman geçmeksizin bu tür konularda itiraflarda bulunanlara tanık olmak, “dün gece benim herifi şöyle uyuttum” ya da ” abi dün gece bana bi haller oldu, fıstık gibi hatun, ben de tık yok” benzeri diyaloglar açısından şaşırtıcı olabilir.Bu arada, konunun, “nasıl anlıycaz peki bu kadının ne zaman yalan söylediğini ? ” kısmına kafa yoran araştırmacıların sayısı, “neden peki ? ” kısmıyla ilgilenenlerden bir parça fazladır, her nedense ?!… Bir takım sonuçlara da varılmış bu konuda, ancak kadınların öğrenip tedbirli davranma olasılığına karşı açıklanmıyor olsa gerek. Bu çok ciddi ! sonuçlardan biri aklımda kalmış ki, kadının mevzu bahis eylem esnasında, ayak baş parmaklarının aldığı pozisyonla ilgili bir şey idi 🙂

duygu sömürüsü

tga | 05 April 2003 20:01

kaç gün geçti üzerinden bilmiyordu, kendi kendine “aşık oldum” diyordu, bile bile yalan olduğunu. diğer tüm yalanlara inandığından fazla inanmıyordu buna, arayışın tepesinde bir yerdeydi. ama hatırlıyordu, “lütfen” demişti, “lütfen zaman ver bana, çok üstüme geliyorsun” bir iki kırıntı daha vardı hatırladığı, “senin için endişeleniyorum nihat” demişti.

gecenin bir yarısıydı, konuşmak için yola çıkmıştı, sadece konuşmak. konuşunca tüm sorunlar bitecekti, böyle olacağına emindi. yürümesi gereken yol bir kaç kilometreden fazla değildi ve tüm sorunlar bitecekti. gecenin içinde elinde birasıyla yürüyordu, bir klisenin önünden geçti, az öncede bir minare görmüştü, yorumlamaya çalışmıyodu, çocuk esirgeme kurumunun önünden geçerken, sadece yürümesi gerektiğini düşünüyordu. oysa sabah, aslında ne kadar neşeli olabileceğinin hesaplarını yapıyordu, şimdi tek sahip olduğu, hüzün ve umut.

bu garip ikili zaten hep yanında değil miydi? karşısında bir karartı gördü, kendisine doğru gelen bir adam, o ne arıyordu bu saatte, sarhoştu muhtemelen, ona saldırmak, sebep? aralarında bir kaç metre kaldı, otuzbeş – kırk yaşlarında bir adam, yavaş yavaş yürüyordu sokağın karşı tarafında. ne düşünüyor olabilirdi? korkuyor muydu? nihat yumruyunu sıkıp yanındaki trafik levhasına bir yumruk attı, sıkı bir yumruk, adam hiç oralı olmadı. evet korkuyordu, herkes korkuyordu kendisinden, yaşamaktan, sormaktan, bilmekten ve tüm diğerlerinden kendi olmalarına yarayan. yürümeye devam ediyordu, etrafındaki yapılar çok saçma bir sırayla dizilmişti, camii, çocuk esirgeme kurumu, klise, üniversite yerleşkesi, barlar, bir lise, neler oluyor?

yola çıkmadan önce telefon etmişti, “gelmemi ister misiniz? konuşalım biraz, iyi gelir bu bize.”, biraz düşünmeleri gerekiyordu, ama “gel” emri çıkmıştı sonunda, konuşulmalıydı, insandık değil mi?

iyice yaklaşmıştı, bir an elinde koca bir bez afiş olduğunu farketmişti, hani şu iki çıta arasına gerilip duvarlara asılanlardan, bir bar reklamı, ne işi var bunun burada? ama buraya kadar geldiyse yolun devamını getirmeye hakkı vardı, diğer elinde bir torba, içinde bir kaç şişe bira ve bir paket sigara. ne zaman almıştı bunları, hatırlamıyordu. kapıyı çaldı, açan gülşendi, asıl konuşulması gereken özge iken üstelik. içeriden sesler geliyordu, bir erkek sesi, belki bir kaç kişi daha.

“bu kalabalığın içine neden çektiniz beni” dedi nihat, “belki özgeyi alır dışarda konuşursun sanmıştım”, “ben alırımda o gelicek mi bakalım?” gülşen özgeye seslendi. “merhaba özge, konuşalım mı?”, “havama değilim hiç” sinirleri bozulmuştu nihat’ın, zaten bozuktu yıllardır, “ne zaman havanda olucaksın sen, hiç olucak mı bu, ne saçma şeylersiniz siz?”, “ben seni arıycam”, “bir kere olsun farklı bir yalan söyle, bıktım bundan, kandıramıyorum kendimi artık”, “bu sefer gerçek, bu hafta sonuna kadar arıycam”. bir cuma gününden sonra ne kadar hafta içi kalır geriye? sessiz kaldı, elindekileri uzatıp gülşene, “al şunları” dedi, “ihtiyacımız yok bunlara”, “gülşen al şunları” ağlıyordu. arkasını dönüp çıktı binadan, yine aynı şey olacaktı elbette ama bu sefer her zamankinden daha çok inanmıştı, belkide her zamankinden daha çok içtiği içindi bu. “bekle” dedi bir ses, durdu, gülşendi gelen, asıl konuşulması gereken özge olduğu halde. “özge paranoyak oldu, çok kötü durumda, anlayış göster”. nasıl bir şeydi paranoyak olmak, din değiştirmek gibi bir şey olabilir miydi yada başka bir şeye memur olmak? paranoyak mıyım? diye sordu kendisine, olamaz mıydı?

“bana hayatımda duyduğun tüm yalanlardan çok daha fazlasını, bir kaç hafta içinde söylemeyi nasıl başardınız?”, “bak gerçekten çok zor durumdayız, evde sürekli tartışma var”. bu da yalandı, her şey yalandı. evin çaprazında bir inşaatın yarım kalmış duvarında oturuyorlardı, bir kaç saniye önce ne konuştuklarını, bir önceki cümlesinde ne söylediğini hatırlamıyordu nihat, ama sürekli konuşuyordu, gülşen bazen evet anlamında başını sallıyor, bazen “çok zor durumdayız, özge paranoyak oldu” diyor ama çoğunlukla sessiz kalıyordu. bir süre sonra evden iki kişi çıktı, asıl konuşulması gereken özge iken, bir kız ve bir erkek, kızı daha önce görmüştü nihat, hatta tanışmıştı ama adını hatırlayamıyordu, adamı ise hiç hatırlamıyordu, iyice yaklaştılar ve kız, “merhaba nihat” dedi, nihat insanların isimlerini hatırlamakta güçlük çektiği için bu duruma alışıktı, “merhaba hanım efendi” diyerek öylesine bir selam verdi ve konuşmaya devam etti. ikili ayakta bekliyordu, adam deri ceketini omzuna atmış elinde tespihini ile oynuyordu. nihat görmesede ayakkabılarının arkasına bastığından emindi. adam, komik sayılan televizyon programlarındaki maganda tiplemelerine benziyordu. adam hakkında kesin olarak bildiği tek şey, ondan nefret ettiğiydi. gülşen korkulu gözlerle bakıyordu, ama -nihatın çoktan anladığı şeyi- belli etmemek için ses çıkartmıyordu, adam, adam, adam, hiç tanımadığı nihatı kovalamak, biraz pataklamak, dersini vermek için oradaydı, nihat karşı koymamayı kuruyordu kafasında, elindeki şişeyle birlikte suratını parçalamayacaktı, kafasını kırmayacaktı.

“bu faşistler” diyordu çünkü “faşist bile değiller, tek amaçları, kavga edecekleri zaman arkalarından gelecek bir kaç kişiyi bulmak”, şiddetle karşı çıkıyordu özge ve gülşen buna, “tanımıyorsun onları, çok iyi insanlar, evet bazen kavga ediyorlar; ama kötü bir şeyler yapan kişilere karşı. genelleme yapma, onlar iyi insanlar, bak gel senide götürelim bir gün ocağa, tanış onlarla”. şimdi her şeyi ispatlayabilirdi, tek yapması gereken o adamdan dayak yemekti, bu sayede inanacaklardı kendisine. kız, adama “hadi gidelim” gibi bir şeyler söyledi” adam “dur ya dur dur” dedi uzata uzat., nihat aniden ayağa kalktı, gülşen kesik bir çığlık atarken adam korku içinde geriye adım attı, nihat gülmeye başladı, yere eğilip paketten bir sigara aldı ve yaktı. adam ve kız eve doğru yürümeye başladılar, gülşen “lütfen otur lütfen lütfen lütfen…” diyordu ağlamaklı, “yahu dursana, korkma bir şey olmayacak sana”, “lütfen, lütfen”. nihat fırsatı kaçırdığına üzülmüştü, “git!” diye bağırdı, “istemiyorum seni”, “gitmiycem, bırakmıycam seni bu halde, konuşmamız gerek” dedi gülşen, asıl konuşulması gereken özge iken. ama ne zaman inatlaşsalar nihatın dediği olurdu, olduda.

sokak ölü gibi bakıyordu nihata, karşı kaldırımda parketmiş arabanın cantında kaç kol olduğunu saymaya çalışıyordu oturduğu yerden, bir türlü olmuyordu, başı dönüyordu, kollardan biri yere dik açıyla duruyordu, ondan başlamaya karar verdi saymaya, “ama hangisinden başladığını unutursam onu tekrar sayabilirim, hata olabilir” diyordu kendisine, aslında kendini oyalayıp zaman kazanmaya çalışıyordu sadece ve bunu bile bile yapıyor, kendisine yalan söyleme konusunda çok başarılıydı. başı dönmeye devam ediyordu, sokak, yarım kalmış duvar, cant, araba, yol, sokak lambası. bir sigara yakmak için pakete uzandı, boş. sokağın başından bir araba geliyordu, bu şans mıydı? yolun ortasına kadar yürüdü, ellerini kaldırıp öylece beklemeye başladı, araba önünde durduğunda şöförün olduğu tarafa yürüdü, pencereye eğilip, “sigaranız var mı?” derken ağladığını farketti, birden bunu gizleme gereği duydu, başını kaldırdı ve etrafa bakar gibi yaparak, “alır mısın?” bir sigara uzatmıştı adam.

zaman. bir kaç sigaraya daha ihtiyacı vardı şimdi, aynı yolu geri gidecekti. gülşene verdiği torbayı hatırladı, ev zemin kattaydı, pencereden bir kaç sigara alıp gidebilirdi. pencerenin önüne geldiğinde içerden gelen konuşmaları duyunca beklemeye akrar verdi. “ya bu adam benim hayatıma girmeye çalışıyor ya!” anlatan özgeydi, asıl anlatılması gereken nihatken. ama ortada salak bir durum vardı, özge bunun farkına yeni varmış gibiydi, oysa nihat bunu defalarca söylememiş miydi? “arkadaşın olmak istiyorum karşı çıkıyorsun, uzaklaştığımda karşı çıkıyorsun, sevgilin olmak istediğimde karşı çıkıyorsun, ne yapmalıyım, hayatına girmek istiyorum bir şekilde, hangi yolu tercih etmeliyim? yoksa girmemelimiyim çürümüş yaşantına?”. içeride konuşma devam ediyordu, evde başka erkek yoksa konuşan ayakkabılarının arkasına basan adamdı, “çok iyi duygu sömürüsü yapmayı biliyor”.

acaba bildiğim “duygu sömürüsünü çok iyi” yapmak mı, yoksa, “çok iyi duygu sömürüsünü” yapmak mı? diye düşündü nihat, peki adam bunu nerden biliyordu kendisi bilmezken. sokak, cant, direk, duvar, dönmeyi kesmişlerdi ama bu daha garipti. nihat çama vurdu, bir anda içeride bir gürültü olduğunu farketti, “hayır, hayır lütfen, yapma!”. “evet, işte bu!”, adam nihat’ı dövmeye geliyordu, nihat garip bir sevinçle kapıya bakıyordu, kapı açıldı, adam dışarı çıktı ve nihat’ın koluna girdi, nihat elindeki şişeyi saklayarak adamın çektiği yöne yürümeye başladı. adam neden yürütüyordu ki? “herhalde alışkanlık” diye düşündü. gülşen arkadan bağırıyordu, “lütfen, hayır, nihat yapma”, “ne yaptım ki?” dedi nihat, “git!” diye bağırdı gülşen, “ama abi tutuyor beni, gidiyorum işte”. “ne istiyosun lan sen!?” dedi adam, “sigara”, “ulan alkolik puşt, utanmıyon mu lan kızların evine bu saatte gelmeye göt!”, “hayır abi”, “ulan yürü sikicem bi tarafını”, “yürüyoruz abi”, cevabını beğenmemişti galiba adam, bir tekme ile karşılık verdi, sağ kaval kemiğine, iyi isabet ettirmişti, nihat hiç tepki vermedi, kol kola yürüyüşe çıktığı adam sol kemiği denedi bu sefer, ayakkabısı ayağından fırlayıp inşaatın önündeki kum yığınına saplandı, nihatı bırakıp ayakkabısını aldıktan sonra hızlı adımlarla nihat’ın üzerine yürüyüp yumruk – tokat arası bir şey salladı, sol kulağına isabet etti, “ooo iyi oturtuyorsun abi sen” dedi nihat, “ulan öldürücem bak seni şimdi”, işte buna gülünürdü, nihat kahkaha atmaya başladı, plan başarılı gidiyorsu ama bu kadar dayak yediği yetmez miydi? gülşeh ağlıyordu, sokağın ortasında dizlerinin üzerine çökmüş. arkada o tanıdığı kız vardı, ellerinin arasına aldığı suratında garip bir ifadeyle bakıyordu. nihat o sırada kendilerine doğru koşan birisini farketti, mavi bir eşorfman takımı vardı üzerine, orada olmayan tek kişi özgeydi, asıl olması gerekenin kim olduğunu düşünürken nihat, mavili adam aralarına girdi. nihat ayakkabılarına acımayan adama bakıyordu, içine bakıyordu adamın, içindeki korku gözle görülebilir bir hal almıştı, nihat gülmeyi kesti, şişeyi hızla kaldırdı, hangisinin daha önce patlayacağını düşünüyordu, şişe mi? kafa mı? adam bir anda yere kadar eğilip bir çığlık attı, ağlar gibi bir ses, sanki bir tarafı kopmuş gibi, nihat kahkahayı bastı, kendisini durduramıyordu, şişeyi tutan eli havada beklerken deli gibi gülüyordu, adam kaçmaya başladı, mavili olan elini nihat’nı havadaki eline uzatıp “n’oldu bilader, tamam sakin ol” gibi bie şeyler söylerken elini aşağı çekti. mavili adam da nihat’ın koluna girdi ve o da korkuyordu, bu kolda bir şeyler vardı belkide. nihat gülerken arkasına dönüp biraz zorda olsa, “görüşürüz” diye seslendi gülşen’e. ötekinin koşarak eve girdiğini gördü o arada. mavili,

– hadi bilader, gel gidelim, bak yine gelcek o,

– sen kimsin?,

– uykumdan kalktım geldim,

– kusura bakma, sen git yat hadi ben bakarım başımın çaresine

mavili, nihatla beraber biraz yürüdü, nihat gözlerinden akan yaşlara inat eder gibi gülüyordu, “orospu çocuğu” dedi, “niye vurmadım ki”, mavili; “bilader sen en iyisini yaptın, boşver”.

evden üç – dört sokak uzaklaşmışlardı, nihat elindeki şişeye baktı ve hemen yanındaki çöp konteynırına tüm siniriyle vurdu, şişe kırılmamış adeta patlamıştı, çıkan ses ve elindeki acı nihat’ın çok hoşuna gitmişti, arkasına dönüp “gördün mü?” derken mavilinin koşa koşa kaçtığını gördü, bir kahkaha daha atıp yola devam etti.

şimdi kaç gün geçmişti üzerinden hatırlamıyordu, geri dönüş yolunda bir kaç kişiye küfür ettiğini, bir iki polisin üzerine gelip kimlik falan sorduğunu hatırlıyordu.

– neden ağlıyorsun sen? demişti polislerden biri,

– yok abi bir şey,

– ne yapıyosun bu saatte? diye sormuştu diğeri,

– arkadaşlardan dönüyorum,

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde bir sokak

– nereye gidiyorsun?

– arkadaşlara

– arkadaşlarından gelmiyor musun zaten?

– bir arkadaşlardan, öbür arkadaşlara

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde üniversitenin orada, yukarda

– o elin niye kanıyor?

– az önce düştüm, yerde cam kırığı vardı galiba, kesilmiş

– nerde oturuyorsun sen?

– balçova

– hangi sokak?

– bilmiyorum yeni taşındık

– niye ağlıyorsun sen?

– kız meselesi be abi

“bırak yaa, bırak” dedi biri, öteki kimliği verdi beraber arabaya bindiler. şimdi geriye kalan, iki kaval kemiğinin üzerindeki pıhtılaşmış kan, sağ elindeki yara ve biraz hüzündü belki. ama ümidi vardı artık, artık anlamış olabilirlerdi. ve belki konuşarak halledebilirlerdi kalan sorunları.

ROBOTEK:1 – ADEMOĞLU:0

bilibilek | 30 May 2002 00:15

Makinaların insan hayatındaki yerinden derin şüphelerim var. Aslında bunları tek başına incelemek imkansız çünkü her yazdığım yazının sonunda bir koca YALAN’a ulaşıyorum. Ama yine de makinalardan (özellikle 4 tekerli olanlardan)her geçen gün soğuyorum…

İnsan ve makine bütünleşebilir mi gerçekten? Bu barışçıl bir ortak yaşam mı olur? Ama asıl soru, şimdi çoğu kişinin düşündüğü gibi bu zorunlu mudur?

En başında arabalar geliyor. Bu aceleyi anlayamıyorum. En başında insanlar vardı, binlerce yıldır yürüyorlardı. Bu motor ve çelik işin içine girince mertlik bozuldu. Heryer onlar için düzenlendi. Asfalt döküldü dünyanın çevresine. Ve şehirdeki insanlar, kaldırımlara sıkıştılar. Arabalar yanlarından geçip giderken, onların yoluna çıkmamak zorunda kaldılar. Bütün bu arazide ulaşım kurallarla denetlenir oldu. Ve ayağı yerden kesilenler herşeyi unuttular.