bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Deneme bir iki..

admin | 15 February 2010 17:30

 siyahajanda.blogspot.com/
siyahajanda.blogspot.com/

Bir döngü etrafında
Dizilirken söylediğin kelamlar
Tanımazlar seni
gocunma!

Bilirim, içten pazarlıkların el sıkıştığı o agorayı..

Bir ressamın elinden fırlayan
Üç boyutlu nesneden çıkma
Renklerin ihtilalini
Anlatma!

Yalnızlık var podyumlarda..

Tanıdık mı, tanımadık mı?
Ne fark eder
Çifte kavrulmuş hayallerin peşinden
Gitme!

Üçyüz beşyüz, üçyüz beşyüz..

Gün Doğdu, Işıkçıya Ne Gerek

admin | 15 February 2010 16:34

Sanat bir istisna, monotonluğun ve yaşama kavgasının ortasında ferah bir ada olmaktan kurtuldu kurtulalı, giydiğimiz tişörtten kimlik analizi yapmaya çabalayan modernist zihniyetin zorunlu bir “artık ürünü” haline geldi geleli, sanatın ilhamını aldığı günlük yaşam ve hatta günlük kahramanlıklar didik didik ediliyor, öyle ki sadece hapşırsak aklımıza üç Cem Yılmaz esprisi, iki film sahnesi, üç müzik klibi geliyor. Sanat zor olmasına hâla zor, değeri, en azından benim gözümde hâla var, ama sanatın “hobi olarak yine yap”ılacak bir şey olmaktan çıkması, artık usta çırak ilişkisiyle değil, saf yetenekle hiç değil, amfilerde öğrenilecek bir kavram olması, sanat ve zanaat arasındaki farkı sadece takdir edilmeye indirmiyor mu? Bir kunduracıya gazetelerde değinilince bir sanatçının pelerinine bürünüyor ve bir yönetmenin filmi kimse tarafından bilinmezse “amatör” oluyor adı. Sanat ve zanaat farkının bu derece küçülmesinin ve kitlelerin “popüler kültür” –genelde bu iki kelimeyi birbirine zıt bulurum- aracılığıyla kendilerine sanat diye sunulana hayranlık duyma gereksiniminin en önemli sonucu sanat eserlerinin sayısındaki muazzam artıştır.

YOLCULUK

admin | 15 February 2010 15:52

Elimi tuttu önce. Sımsıkı kavradı. Ardından “Hadi!” dedi. “Ne duruyoruz?! Gidelim artık!” Öyle ya… Neden vakit kaybediyorduk ki?! Sanki yeterince çalmamışız gibi zamandan… Daha doğrusu, bendim çalan. O ise bu savurganlığa son vermemi sağlamaya çalışan sadık zaman bekçisi…

Öyle ki, boşa geçecek tek bir saniyeyi bile vermek istemiyordu bana. Artık saniyeleri birlikte kullanıyorduk. Henüz misafirliğinin ikinci günü dolmadan, O karar vermişti buna. Ben de ses çıkarmamıştım. Olsa olsa en fazla birkaç gün daha sürecekti bu durum nasılsa. Sonra O yine geldiği zamanki gibi, yanında bavulu, şirin şirin gülümseyecek, ama bu kez içeri girmek için değil; veda etmek, hiç bitmeyen yolculuğuna kaldığı yerden devam etmek için duracaktı kapının eşiğinde.

Atom Bombasının Babası: Albert Einstein

admin | 15 February 2010 14:59

Albert Einstein
Albert Einstein

1905 yılı dünyanın sıkıntılı dönemlerinden biri idi. Birçok ülkede toplumsal volkanlar patlak veriyordu. Yirmi altı yaşında bir gencin fizik dergisinde yayımlanan yazısı bilim tarihinde yeni bir sayfa açtı. Ünlü, “E = mC2” 100 yıl önce doğdu. Einstein bu yazısı yayımlandığında İsviçre’nin Bern kentinde bir patent bürosunda bilirkişi olarak çalışıyordu.

İlginç bir yaşamı vardı Einstein’ın. 1879 yılında doğdu. Daha bir yaşına varmadan babası iflas ettiği için ailesi başka bir kente taşındı. Babası ve amcası elektrikli araçlar üretmeye başladı. İki kardeşin küçük şirketi büyük firmalarla rekabet edemedi. Albert ağırkanlı, düş kuran, duraksayarak konuşan bir çocuktu. En yakın arkadaşı kendisinden iki yaş küçük kız kardeşiydi.

Çocukluğunun en güzel armağanını babasından aldı: Pusula. Hep aynı yöne dönen iğne kafasında bir sürü soruyu uyandırdı. Amcası yaşamı boyunca vazgeçemediği bir oyunla, matematikle tanıştırdı. Annesinin isteğiyle almaya başladığı keman dersleri onda klasik müzik aşkını uyandırdı.

Innocence for Sale

admin | 15 February 2010 14:23

http://www.cnn.com/video/?/video/international/2010/01/27/wus.innocence.for.sale.cnn

Hep Eleştiri

admin | 15 February 2010 13:23

Hep eleştiri, hep eleştiri…

Hiç düşünüyor musunuz kendinizi? Acaba ben ne yapıyorum diye. Anne – babayı, arkadaşları, sevgiliyi, patronu, hükümeti hep eleştiririz. Hep niye böyle yapmazlarda, böyle yaparlar diye yapılan, ardı arkası kesilmeyen eleştirilerimiz. Peki aslında biz bu bireyler değil miyiz, eleştirdiğimiz arkadaşımızın da bizi eleştirdiğini düşünürsek aslında eleştirilen biz değil miyiz? Annem neden böyle yapıyor derken, “anne ve babanız bu çocuk niye böyle yapıyor” diye eleştirilen biz değil miyiz? Neden bu yasayı çıkartılar diye eleştirdiğimiz hükümetimizin, aslında “bu yasaya da millet tepki verecek değil ya” diyerek tepkisel eleştirilen biz değil miyiz? Peki ama bu kadar eleştiren ve bu kadar da eleştirilen biz kimiz?

Hamsin 14: Sanatçı ‘Uyanışı’

admin | 15 February 2010 10:39

Uyandım. Bir döndüm yatakta şöyle; başucumdaki suyu dikip içtim. Beyaz perdemden donuk bir ışık geliyor. Yan döndüm. Büzüldüm. Sehpanın üstünde bir kitap var. Öyle, baktım uzun zaman kitaba. Ne kitabı bu yahu? Burada mıydı? Kimin kitabı. Yüzükoyun döndüm. Yatağımın solundaki kalorifer peteğinin üstünde sıra sıra dizilmiş kitaplar. Bazısı yeni, bazısı kopuk. Bunlardan bazısı epeydir burada. Bazısı arada yenileriyle yer değiştiriyor.

Bir adaya düşmüşüm mesela şimdi… Ada ıssız. Sadece bu solumdaki kitaplarla düşmüş olsam… Ne kadar zaman idare eder acaba bunlar… Dönüşümlü okusam hep. Diğerini okurken ilkini unutmaya çalışsam. Böylece tekrar okuyuşlarda hep ilk okunuştaki lezzeti bulmaya çalışsam. Neyse… Kimin bu kitap o sehpadaki…? Telefonumun yanında. Telefona hiç bakmayayım. Göbeğim açılmış uyurken. Hafiften üşüyorum. ‘Tembeller şahı’ dedim kendime.

Akşam kafadan bir tarif uydurup ‘çiiizkek’ yapmıştım. Telefona uzandım. Bir mesaj… Baktım. ‘Sevgililer gününüz kutlu olsun…’. Bu da kim. Numara hiç tanıdık değil. Bir arasam mı… Ne arayacağım yahu!

Bugün birileriyle yürümek istiyorum. Hava ılık galiba. Ilık havada yürüsem. Bir sevgiliyle olması şart değil. Keşke… Bir bakayım kimmiş bu. Numaramı gizleyip yorganın kenarından çıkardığım koluma dayandım. A… Bir erkek sesi? Kapattım hemen. Kimse kim, bana ne. Tanımadım sesi.
Telefonu sehpaya bıraktım. O kitabın yanına. kimin bu kitap yahu? Buradan bakınca sırt kısmı görünmüyor. Kapağı da yabancı gibi. Tanıyamadım. Uzanıp aldım. Edebiyat kuramları ve eleştirisi. Allah Allah… İçine baktım… 15. basım. İçindekilere gözattım. Önsözler… Birinci baskıya önsöz, onuncu baskıya önsöz… Öf…

İlk sayfaya baktım. “Sanat nedir, sorusuna ilk verilen cevap… Sokrates der ki, elinize bir ayna alın… Onaltıncı yüzyılda Van Dyck demiş ki, ‘Bunlar ayna, evet resim değil ayna bunlar’. Dr. Jonshon, Stendhal, bizde de Recaizade Mahmut Ekrem, sanatın, hikaye ve romanın ayna olduğunu… Görüngüler, yansımalar… Üç şekilde olurlar. Yüzey gerçekliğini, tümeli (özü) yahut ideal olanı yansıtır…”

Kapattım kitabı. Gözlerimi de kapattım. Sonra hafifçe araladım kirpiklerimi. Sarı yorganın kenarından peyaz perdeye doğru, kirpiklerimin arasından baktım. İşte tamam? Tıpkı Monet’nin tabloları gibi oldu ‘görüngü’. Sanat yaptım işte. Herkes kirpiklerinin arasından böyle baksa… Olur mu olur.

Bu Monet’nin ayçiçekleri resmi vardı. Van Gogh’un da vardı. Benim de en sevdiğim çiçek ayçiçektir. Kocaman kafalarıyla neşeli ve azman görüntüleri vardır. Monet’nin ayçiçekleri, sakin bir ikindi vakti derli toplu, temiz bir evde masanın üstünde duran, zamanın akışını umursamayan huzur dolu çiçekler. Sanırım bu evde parkeler cilalı. Sigara da içirtmiyor sahibesi. Oysa Van Gogh’un ayçiçekleri akla ölümü getiriyor. Sanki evde ağır hasta, ama hastalığı uzun zamandır devam ettiği için artık yakınları tarafından kanıksanmış biri varmış gibi. Hastanın kocası manyak bir ihtiyar olmalı. Hava sıcak, içerisi de havasız ve loş olduğu için torunlar içeriye girmiyorlar pek. Gelinler de komşularla ‘laklak’a dalmış. Oğullar zaten ilgilenmez. Atmışlar hasta analarının bakımını karılarının üstüne… Aylardan Ağustos…