ALTIN KULE
Beş yaşındaydım, aklı başındaydım.
Fakirdik biz ama gururluyduk, Ankara’daydık bir tepede.
Babam yoktu, ablam vardı,
Abim yoktu, anam vardı.
Çevremizde bizi seven vardı, kıran vardı.
Bahçemiz vardı, kedim vardı.
Bir şeyler veremezdim ama,
Yanıma gelirdi, atlardı, zıplardı.
Tırmalardı! el şakası yapınca,
Ben ağlayınca ağlardı.
Bir gün duydum ki, kokmuş bir balık yüzünden,
Mahallenin afili delikanlısı Karabaş’la,
Karakucağa girişmişler,
Bizimkini bahçeye zor yetiştirmişler.
“Kedin ölüyor” dediler,
Kötü şey herhalde ölmek dedikleri.
Bir şeyler yapmalıyım, dedim,
Kedimi sırtıma yükledim.
Dedim ya beş yaşındaydım, aklı başındaydım.
Altın kuleye gidip altın isteyecektim oradakilerden;
Sonra kedimi doktora götürecektim, gecikmeden.
Her gün güneş batarken ufukta belirirdi.
Kocamandı, altındandı, sıcacıktı çorba gibi.
Bilemezdim oraya nasıl gidilirdi?
Acaba arabaya mı binilirdi?
Dümdüz yürünür müydü,
binalar hesaba katılmadan?
Atıldım caddeye düşünmeden,
Kahvedeki amcalar gibi miskinleşmeden.
Bir araba gördü öteden,
Durunca bindim içine itiraz dinlemeden.
İşaret ettim altın kuleyi,
Şoförün gözlerinde gördüm gülümsemeyi.
Yinede götürdü oraya beni.
Sanki daha kocamandı boyu-eni!
Altın değildi artık! Sıcacıkta değildi çorba gibi.
Yahu bildiğimiz binalardandı bu!
Oysa her hayalime göz kırpardı bu.
Dayanacak hali yoktu dizlerimin,
Yaşlarla dolan gözlerimin,
Ölme diye yakaran sözlerimin,
Sonu geliyordu; kedim ölüyordu.
Ve yanıma biri yanaştı beyazlar içinde,
Anlattı bana her şeyi başka bir biçimde.
“Ben veteriner hekimim bu bina içinde”
dedi ve Altın Kule ye girdik.
Kedim ve ben bu amcayı pek sevdik.
Devam edeyim mutlu sona da erdik…
Arka ayakları olmayan zavallıcık;
Takılan tekerle oldu zıpırcık.
Bahçede yine koşuyordu.
Tekerlere yavaştan alışıyordu.
Altın kuleye ne mi oldu?
Öğrendim; Altın Kule altın değildi,
Sadece güneş vurduğu için parlıyordu.
Ama bildiğim ilk altından adamlar orada çalışıyordu.
zabun