bildirgec.org

bilge karasu hakkında tüm yazılar

Zarf / Haydar Ergülen

kahramancayirli | 08 December 2010 09:36

Zarf, iki kısımdan oluşuyor: Kitabın ilk kısmı, Zarf, bildiğimiz şiir formunda ürünlerden oluşurken, Mazruf kısmında şiirden çok düzyazıya yakın duran metinler var. Zarf, Mazruf’tan kesinlikle daha iyi, daha yetkin.
Bütünlüklü, içten içe birbirine bağlı şiirlerden müteşekkil, Zarf. Ve Haydar Ergülen, karıncanın ayağına dolanacak incelikte şiirler yazıyor yine. İki Küçük Nar (s.23), kurgusu ve kendi içerisindeki bütünlüğüyle dosyanın en nitelikli şiiriyken, Kağıda Mektup (s.70), Rubai (s.71), Sözün Fiyakası (s.55) ve Bir Şehre Dönememek (s.49) gibi görece zayıf şiirler de var Zarf’ın içinde.

“Dünya’nın yeni bir resmini çiziyorsa bence o hikaye iyi bir hikayedir”

kahramancayirli | 31 August 2010 11:50

Önce nitelikli edebiyat dergilerinde ismini gördüğüm, ardından yayımlanan Hülya Saat isimli öykü kitabıyla gelecekte kendinden daha çok söz ettireceğini düşündüğüm bir genç yazar, Senem Dere. Sağ olsun, ricamı kırmadı, biz de bu sayede kendisini daha yakından tanıma fırsatı bulduk…

-İyi bir hikaye nasıl olmalı sizce?
-Zamanı, öncelik sonralık ilişkisini, mekanı parçalayan, eğip büken; böylece okuyucuda da devam edebilen, bulanık bir su gibi sürekli değişken görüntüleri içeren hikayeleri seviyorum. Ama buradaki bulanıklıktan bir anlaşılmaz olma çabası, bir tür sayıklama anlaşılmasın. Bana göre hikayedeki bakış ve bu bakışla oluşturulan atmosfer, hep aynı varsaydıklarımıza, gördüklerimize yeniden dönüp bakmamızı sağlıyor ve neticede Dünya’nın yeni bir resmini çiziyorsa bence o hikaye iyi bir hikayedir.

Kabuğunu kıran hikaye

kahramancayirli | 24 June 2010 13:35

Metis Yayınları’nın Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri Dizisi’nin ikinci kitabı yayımlandı. Lefke Avrupa Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışan Jale Özata Dirlikyapan’ın Kabuğunu Kıran Hikaye (Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı) isimli kitabı enikonu güzel bir çalışma.

radikal.com.tr adresinden alınmıştır : yusuf atılgan
radikal.com.tr adresinden alınmıştır : yusuf atılgan

Özata, 1950 kuşağı hikayesini iyi çözümleyebilmek için önce 50lerin siyasi, ekonomik, toplumsal yapısına ışık tutuyor. Daha sonra da dönemin edebiyat ortamına, dergilerine. O zamanlar yapılan edebiyat matinelerini, dergilerde yürütülen tartışmaları öğrenince insan imreniyor. Edebiyat dergisi okuyan kaç kişi kaldı ki? Aynı talepsizlik edebiyat eleştirisi için de geçerli. Nitelikli kitapların kale alınmadığı günümüzde nitelikli eleştirinin kıymeti umarım bilinir. Yine Bilge Karasu Dizisi’nin ilk kitabı olan Reyhan Tutumlu’nun Yaşamasız Yazabilmek de oldukça iyiydi. İki kitabı birlikte almanızı öneririm.

Işık gölge ayna felan

kahramancayirli | 12 June 2009 08:45

1.Mevzu şu: Ben aldatıldığımı vücut dili meseleleri sayesinde anladım, daha doğrusu öğrenebildim. Kitaplarda yazan vücut dili geyikleri doğruymuş. Karşınızdakine bir şey sorun. Gözünüze bakamıyorsa, normalde hiç el-kol hareketi yapmazken bir anda jest – mimiğe boğuluyorsa ortalık…
2.Büyük ölçüde sıkıcı bir şey yahu hayat. En azından benim için. En azından şu sıralar.
3.Işın Karaca’nın yeni şarkısını pek sevdim. Bilmece miydi adı ne.
4.Küçükken 5 rakamı ve F harflerini birbirine karıştırırdım. F yazmak isterken 5 yazdığım çok oldu. Ve tersi.
5.Bu -derslerdeki yoklama alma- meselesi hakkında bir arkadaşımın bir fikri var. “Kimse imza atmadan dolaşsın dursun imza kağıdı sınıfta” derdi…
6.5 x 2, Ozon’un zayıf bir filmi bence. Diğer filmlerine kıyasla. Aklım Havuz’da..(Swimming Pool – François Ozon)..
7.Dün gazetenin birinde diyordu ki: Ajda Pekkan Zamanı Durdurdu. (Konsere mayoyla çıkmış da)..
8.Yasakmeyve’nin yeni sayısı çıktı nihayet. Bir de İzmirdeki kitapevlerine gelebilse. “Yasakmeyve şiir değilse nedir ki” diyorlar kendileri..
9. Krizlerde zenginin daha da zenginleşip fakirin daha da fakirleşmesi..
10.Belirsiz olan her şey de can sıkıcı.
11.Işık gölge ayna felan..
12.Bilge Karasu’nun kitapları da pek kıymetli. Ama çok dikkatle okunması gerekiyor, yavaş yavaş sözcük sözcük, yoksa kaçıp giderler.
13.Meleğin Düşüşü ne güzel bir Türk filmidir (yönetmen: Semih Kaplanoğlu)..
14.Gonca Özmen – Belki Sessiz. Susmak için. Çok konuştuğumuz için. Genç iyi bir şairi yüreklendirmek için mutlaka okuyun. Öyle güzel şiirler. Susmak için.
15.Antalya ve İstanbula gitmek istiyorum.
16.Rengin-Aldatıldık. Bu kadar güzel bir ses. Daha önce de kırk kere yazmıştım kırk bir olsun. Bunca kirliyken ortalık geri dönüverse.
17.Nerede kalmıştık? Aldatıldığımı vücut dili meseleleri sayesinde…

içgüdüsel soru: kimmiş hayvansever?

cellatlina | 01 December 2008 19:03

‘Bizimle birlikte yaşayacağına göre,’ diyoruz, ‘bizim düzenimize uysun.’ Doğru. Her konuk, az ya da çok, bunu yapar zaten. Evin düzenine uyar. Uymayanın ‘konuk’luğu sona erer. Ama hayvanlarımız konuğumuz değil. Yaşam ortağımız.

Evet, Bilge Karasu Bir Hayvanla Yaşamak adlı denemesinde böyle demişti. Nice hayvansever yazar vardır fakat bu konuda ilk aklıma gelen o oldu. “Ne Kitapsız Ne Kedisiz” adlı kitabından olsa gerek. Ne güzel bir kitap ismi!Şimdi “hayvansever” ne demek bir bakalım… Evde bir çok hayvan beslemek, hayvansever olmak mıdır bunu bir düşünelim. “Yaşam ortağımız” olmasına karar verme hakkına sahip miyiz, bu ayrı konu, yani bir başka canlıyı iradesi olmamasından faydalanarak yavruyken ya da yaşını/yaşlarını doldurmuşken evimize almaktan bahsediyoruz. Doğadan olmalarına rağmen “medeniyetleşme”mizden ötürü şehirlerde yaşamak zorunda kaldılar çoğu,bizler gibi. Bizimle yaşamaya devam ediyorlar, hakları bile var! Bizden daha masumlar, hayatla mücadele etmek zorunda değiller; zira işe gitmiyorlar ve karınlarını doyurup yavrularına (çoğu kısırlaştırıldığı için “varsa” demeli) bakmaları ve yaşamlarını sürdürmeleri kafi. Halbuki bizler daha çok zorlukla yüzleşmek ve savaşmak zorundayız. Çoğumuz, çoğu kedinin yaşadığı “çöp tenekesinde karın doyururken kafasına düşen poşetin yarattığı acı” hissini yaşamamışızdır ama manevi olarak, çoğu kedinin yaşamadığı, “yaptığımız iyiliğin müsait yerimize girmesinin acısı”na alışığız. Bu durumda bizden daha masum bir toplumla karşılaşıyoruz. İyilik yapmıyorlar dolayısıyla bu onlara acı vermiyor. Dolayısıyla “iyilik yaparsam anamı ağlatırlar” anlayışları yok ve bu yüzden kimseyi de sömürme isteği duymuyorlar.
(Hayvanların masumiyeti daha kısa yoldan da açıklanabilrdi ama ben bu yolu daha uygun gördüm.)

“yetmişikibuçuk millet” deyiminin kökeni

biSGen | 30 January 2008 12:11

osiris
osiris

Dilimizde geçen “yetmişikibuçuk millet” deyiminin kökeni bakın şuymuş :
Tanrı-Kral Osiris’i kardeşi Set’le yetmişiki kişiyi oyuna getirip bir sandığa tıkar, sandığı kurşunla lehimleyip suya atarlar. “Yetmişiki” sayısı üçler, yediler, kırklar gibi mitos’larda kullanılan bir sayı… Türkler, Çingene‘yi horlamak için onları “buçuk millet” sayıp “yetmişikibuçuk” millet ya da “yetmişiki millet” demişler.

ben bu bilgiyi Aziz Nesin’in “Okuduğum Kitaplar” isimli kitabında buldum. (Aziz Nesin , “Okuduğum Kitaplar“, 1. Basım: Ekim 2000. Adam Yayınları. S.211 )Aziz Nesin de çevirisini Bilge Karasu’nun yaptığı D.H.Lawrance’ın “Ölen Adam” kitabından aktarmış.

Bilge Karasu’nun Ölüm Yıldönümü

INTERNET CAFEE | 17 July 2007 17:49

Bilge Karasu
Bilge Karasu

Deniz Baykal’ın Rockefeller Bursu ile Amerika’ya gitmesinin konu olduğu mimi okurken aynı bursu almış olan Bilge Karasu’dan bahsetmiştim. Meğer ölüm yıldönümünden iki gün sonrasına denk gelmiş. Usta’yı anmadan geçmemek için 1991 yılında 10 yıldan bir verilen Pegasus Edebiyat Ödülü’nü aldığı Gece adlı romanından çok ünlü bir pasajı sizlerle paylaşmak arzusu duydum.

Bilge Karasu
Bilge Karasu

Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu? Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum? Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu. Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar… Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa…- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum? En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?