İkisi cılız, biri güçlü üç ayrı yıldızın ışıkları altında; yüzeyine durmadan çıkıp sessizce sönen kabarcıklarıyla sapsarı bir göletin kıyısındayım. Gökyüzünden ve diğer her şeyden yükselerek varlığımı sarmalayan bir şarkı çalmakta ve ufuktan, ardımdaki boşluğa doğru esen sıcak rüzgar, ortamı giderek sıkıntı verici bir hale sokmakta. Sırtımdaki delik deşik ceket artık fazla; çıkarıp atıyorum, arkama bakmadan ve omzumun üstünden, öylece. Sıcak arttıkça hiçbir şeyin eskisi yada şu anki gibi olamayacağını hissediyorum. Kadiri daha yüksek olan yıldızın batıyor olduğunu görüyor, bunun böyle olması gerektiğini biliyor ve buna engel olabilecek gücün elimde olduğunu hissetsem de, bir şekilde, yapmıyorum.Sıcak, büyük düşman. O gelmeden bir şeyler yapmalıyım diyerek göle atlıyorum ve atladığım anda oradaki varlığım, silik görüntüsünden sıyrılıveriyor aniden, kendimi çok daha iyi hissediyorum. Bu serin sıvı, su değil. İçinde rahatça nefes alabiliyorum ama asıl inanılmaz olan gördüklerim. Yıldızların ışıkları, bu sıvının içinde müthiş kırılmalarla birbirleriyle, sarımtırak bir karanlık içindeki dipten yükselen kabarcıklarla ve etrafta kökleri belirsiz köşelere uzanan envai çeşit çiçekle karışarak ancak sarı mercekli bir kaleidoskopun vadedebileceği bir sahneyi oluşturuyor. Bu sıvının içindeyken hissettiklerimse dışarıdaki her şeyi kontrol edebiliyor duygusunun tam tersi olarak anlatılabilir. Kendi varlığım dahil, diğer her şeyin kontrolünü kaybetmiş gibiyim. Tek yaptığım, şu anda içinde bulunduğum sıvıdan, büyük yudumlar alıp yutmak.Bir süre sonra martı sesleri duyuyorum. Fazla değil küçük bir grup martının çığlıklarını işitiyorum. Ve işte, iki tanesi de ayaklarımın altından süzülerek geçip gidiyor. Yan yana, çığlıklarıyla bu şarkının bir parçası olarak, gölün içinde uçmaktalar. Başımı kaldırdığım anda gözlerimde feci bir yanma peyda oluyor. Her şeyi kuşatmış olan o sarı renk, bir anda koyulaşıyor sanki. Gözlerimin acısına artık daha fazla dayanamayacağımı düşünmeye başlamışken, büyükçe bir hava kabarcığı beni de içine katıp yükselmeye başlıyor. Yüzeye iyice yaklaşmışken, kabarcığın önünden dev bir kelebek geçiyor. Bir kral kelebeği’ne benziyor diyorum kendi kendime. Renkleri diğer her şeyden daha belirgin ve kanatlarını bir vatozun yüzerken yaptığı hareketin benzeri bir şekilde çırpıyor. Bu netliğin nedenini, hava kabarcığının içinde olmama bağlıyorum. Kelebek gözden kaybolunca da artık yüzeye gelmiş oluyorum. Kıyıya doğru yüzerken, göğe baktığımda, yalnız o iki sönük yıldızı görebiliyorum. Sarının ani koyulaşması bundanmış demek.Kıyıya çıktığımda da, o iki parafin yıldızının ışığı altında, yuttuğum onca biradan çakırkeyif ve gayet bozuk bir yazıyla bunları yazıyorum. Karşımdaki bira bardağının üstündeki çiçeklere ve o dev kelebeğe bakıp, karşı kaldırımda henüz sönmüş cadde lambasının sarı ışığının, hakimiyeti güneşin yakıcı gerçekliğine bırakmasını beklemeye başlıyorum. Gecenin bir yarısı bir su bardağına koyduğum bilmem kaçıncı biranın sonunda bu yazıya sebebiyet vermiş olmasına hayretle, kalkıp, bir saat önce balkonda gördüğüm semenderin durumunu teftişe çıkıyorum. Çünkü onun eve girmiş olmasından korkuyorum. O arada bardağın içinde rastladığım o iki martı, artık sönmüş olan sokak lambasının önünden son bir sorti daha yapıyorlar. Bunların aslen bir çift yarasa olduğunu yazmayı da istemeyerek es geçmiyorum.Semenderi son gördüğüm yerin yakınlarında buluyorum. İçerden bardağımı getirip, semenderle dertleşiyoruz. O da benim gibi hayatında hep yanlış kararlar vermekten mustaripmiş. Buraya, bu saçma sapan balkona düşmesi tamamen kendi hatasıymış. Bardağı uzatıyorum ama kullanmadığını söylüyor. Ama biliyorum ki benim gibi o da, sıcak biradan nefret ediyor.