vapur hayatı sıkıcıdır. monotonlaşan, ağır aksak ilerleyen bir karaktere sahiptir. sanırım vapurla seyahat etmenen ilginç olan tek yanı,…
… pek çok insanı, davranışları gözlemleyebilme şansınızın olmasıdır. işte burada zikredeceğim tüm gözlemler, beyanlar, iki sene zarfında kadıköy-eminönü seferlerinde edinilmiştir.
uzun zaman bu araçlarla seyahat ederseniz yavaş yavaş bazı refleksler ortaya çıkar. (tabi aynı durum diğer vasıtalar için de geçerlidir.) zamanla aynı yere oturmaya başlar, aynı hareketleri tekrarlamaya ve doğal olarak aynı insanları görmeye başlarsınız. giderek daha sıkıcı olur… bazı bazı istanbul’u ortadan ikiye ayıran su yoluna içinizden söversiniz. tabii bazıları için motorları kullanmak zaman açısından daha karlı görünebilir, lakin deneyen bir şahıs olarak böyle olmadığını söyleyebilirim. en fazla beş dakika oynama vardır arada… bir de fiyat bazında daha pahalı olması cabası.
hususiyetle kış ayları vapur yolculukları için tam anlamıyla karabasandır. eğer tütüne karşı bir bağınız bulunmuyor ise o karanlık, kasvetli, durağan mekanda hapsolmuşsunuz demektir. velhasıl insanları gözlemleme şansınız tepeye vurmuştur…
sıradan bir vapurda çeşit çeşit insan görürsünüz. özellikle sabah seferlerinde pek bir acele olan değerli, saygıdeğer iş güç sahibi abiler, ablalar; gözünde hala çapak olan, kalktığına kalkacağına pişman olan öğrenciler; ne işle meşgul olduğunu kavrayamadığınız insanlar; bu saatte burada işin ne teyze, amca diyeceğiniz şahsiyetler; nadiren rastgelebileceğiniz turistler (en ilginç kısmı haliylen bu şahıslar işgal eder) vd…
ilk seferler gerçekten birer işkencedir. hiç kimse gülmez, herkes somurtkan bir ifadeyle etrafı seyreder, diğer yolcuları süzer; pek büyük bir kısım gazetelerine ya da notlarına dalmışlardır… genellikle sabah sağından kalkıp etrafa gülücükler, kahkalar savuranlara pek de içacı olmayacak bakışlar fırlatırlar. belki bir nevi husumet… gazete okurlar demişken; bu aktivite vapur yolculuklarında mühim bir yere haizdir. ağırlığın, önemli insan olmanın bir göstergesidir sanki. (tabi fanatik, fotomaç, son, takvim, bulvar tarzı gazeteler buna dahil edilemez.) fakat vapurda bir gazete asla tamamıyla sahibine ait değildir. o sıra içinde bulunan tüm yolcuların o gazetede ufacık da olsa bir hakkı bulunmaktadır. zaten herhangi bir gazeteyi sadece sahibinden ziyade toplamda en az 4 ya da 5 kişi daha okur. (şahsen kendim yapmama rağmen, başkalarının gazetemin içine düşmelerinden pek haz duymam.) vapur yolculukları sayesinde pek çok gazeteyle tanışma şansı elde ettim. öyle ilginç gazeteler var ki, bir sefer boyunca iki defa okusanız bile yine de zaman artabiliyor. bu kadar dolu içerik, pes doğrusu! ayrıca vapur iskelesinin çıkışında bekleyen çocuğun “okunmuş gasteee!” her defasında aynı tonda, ritmik bir şekilde bağırması da ilgi çekicidir. ama nedense o çocuğa vermektense, vapurda koltuk arasına sıkıştırmayı tercih ederim.
vapurda yolculuk bir nevi röntgencilik… “filtreli röntgencilik” de diyebiliriz. yapacak bir aktiviteniz yoksa mecburen insanlara bakarsınız, davranışlarını seyredersiniz; kendinizce çıkarımlarda bulunursunuz… “yahu bu adam embesil mi,niye böyle davranıyor?”, “ulan adama bak, madeni bulmuş parmağı köküne kadar sokmuş.”, “abicim, burası çayır değil, çıkarma şu ayakkabılarını.”, “hoop,kardeşim bu ne samimiyet, aile var burada!”, “kapa şu telefonunun sesini, senin yılanının tık tık larını duymak zorunda değil cümle alem, aferin yiyorsun işte!”, “kızın gözlerine bak, düşeceğim şimdi içine.”, “sustur şu cocuğun sesini be, kafam patladı!” vd… bu kelime grupları kişilere bağlı olaraktan içten veya dıştan zikredilir… bazen olumlu, haliylen bazen de olumsuz tepkiler alır. iyi bir şey değildir insancıkların kavga etmesi…
yukarılarda bir yerlerde değindiğim gibi turistler bu yolculukların en renkli,enteresan üyelerindendir. onları gözlemleyenleri gözlemlemek ilginç bir faaliyettir açıkcası. bazı vapur müdavimleri vapurda konuşlanan turistleri ilgiyle takip ederler ve ağızlarından her çıkana dikkat kesilirler; anlayıp anlamamaları o kadar da mühim değildir. sanki farklı bir canlı türüymüş gibi davranışları vardır ve doğal bir eylem olan yüksek sesle anlaşma fiiline girişirler. yüksek desibel=maximum communication… işte “motto” budur…
vapurdaki yolcuların karakteristik bir özelliği de sabırsız olmaları ve çok meşgul bir insanmış gibi görünme halleridir… araç daha yolun yarısındayken kapılara yığılma başlar, iskeleye 1-2 metre kalınca da uzun atlamalar… bu durumlarda aklımdan sadece şu kelime grubu geçer: “tabakhaneye .ok mu yetiştireksin!”… bu abilerim(genelde abilerim olur, dişi tür bu tür olaylara pek girmez; fiziksel bir nedeni olabilir.) türkiye’yi olimpiyatlarda pek rahat bir şekilde uzun veya 3 adım atlamada temsil edebilir ve hatta inanıyorum ki başa güreşebilirler… aslında bu insanlar toplumun genel özelliklerini yansıtan küçük bir örnek komün özelliğini de ihtiva ediyor olabirler. sanırım bu konuda daha çok gözlem yapmam gerekli…
vapur martılarıyla güzeldir, iğrenç bir tadı olan çaylarıyla güzeldir (ben eşşek çayı diyorum nedense), enteresan murettebatıyla güzeldir, 20 kalemi 2 milyona satan satıcısıyla güzeldir… mamafih sıkıcıdır.
yorumlar
Vapur yolculuğu otoyolculuğuna nazaran cok daha zevkli bir o kadar da eğlencelidir. Bir kere trafik diye bir derdiniz yok. 20 dakika sonra bir bakmışsınız Avrupadasınız. Hele yazın yolculuk yapma ayrı bir zevktir denizden gelen meltemi hissetmek o denizin kokusunu ciğerlere çekmek insana ayrı bir haz veriyor. Yukardaki arkadaş da şunu diyebilirim: "madem bu kadar çok sıkılıyorsun eline al kitap veya gazete oku" sıkılmazsın
ne güsel bir cümle bu cidden sevdim.bunca gözlemin içinde beni en çok mutlu eden cümle bu oldu doğrusu. vapur martıları ile güzeldir.
gözlem, severim. çoğu zamanda insanlarla iletişim kurmaktansa gözlemleyerek tanımak fikir yürütmek ve hayatları hakkında düşünmek, bazenda karşımda, otobüste, vapurda, trende kim varsa kendimi onun yerine koyar kendime yada bir başkasına bakarak onun gibi düşünmeye çalışırım.
gözlemi severim ama en çok martıları.
özellikle yaz günleri güneşin batışına yakın 3 katlı olan vapurların üst katından güneş batışını seyretmek harikadır. bir sigara yakardım-eskiden- bi de walkman varsa ooo süper.
eminönü vapuru dalgakıranın dışından gittiği için nedense bende hep açık denizde gidiyormuş hissini yaratır. bu yüzden ayrıca severim, ancak seferi erken biter. bu arada sigara içerkene ben hep dışarı çıkardım. niye sigara içen insanlar kışın içeri girerler anlamıyorum. sıcak havada içeceğin sigara soğuk havada içeceğinden daha mı yaralı ki? velhasıl; yazı da kışı da; içi de dışı da güzeldir vapurların. dur ben bir yazı daha yaziim bununla ilgili 🙂
Eminönü – Kadıköy çok sosyetik bir vapur seferidir lakin. Oradaki ilişkiler kısa, yüzeyseldir. Yolcular 20 dakika süreceğini bildikleri bu ilişkinin biteceği anı iple çekmek dışında bir beklenti içine girmezler. Hatta bu onların üzerinde “kapıya yönelsem mi; bir çay içsem mi acaba; dur birazdan Kadıköydeyiz zaten” türünden bir baskı yaratır.
Ama asıl bir Boğaz Hattı serisi vardır ki Eminönü’nden akşam 17:50, 18:10, 18:20, 18:25 ve 18:40 saatlerinde kalkan, işte onlardaki kasveti Rumelihisarı’nda 2. köprünün hemen hemen altında kalan 4 katlı, sarmaşık kaplı ve bir Bentley’in yakışacağı nitelikte bir bahçeye sahip olan taş yalıya değişmem.
Kış akşamları hava kararır, vapurun floresanları yanar. Ön güvertede ben, eski kız arkadaşım ve Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz gibi semtlerde oturup Eminönü ve civar semtlerde çalışmakta olan işçi – esnaf sınıfı bıyıklı adamlar oturmaktadırlar. Bıyıklı adamlar hayli uzun geçen yolculuklarda kendilerine geniş birer çevre edinmişlerdir ve kimi gruplar dini sohbetlerle, kimileri futbol tartışmalarıyla, kimileri de kağıt oyunlarıyla meşgul olurlar. Ben ve kız arkadaşım (eski) ise çay – sigara – birbiriyle temas etme türü faaliyetlerle uğraşırız. Oldukça eskimiş tahta zemine sigara atılıp üzerine basılması en sevdiğim güverte faaliyetidir.
Bunun yanısıra bir de iç dünyası vardır ki vapurun, işte o daha bi kapatır insanın içini. Kesif diye sıfatlandırabileceğimiz büfe tostu – çıkartılmış ayakkabı – haftada bir yıkanan insan – sık abdest alması nedeniyle seccade gibi kokan insan karışımı bir koku hakimdir içeriye. Kapalı alan olmasının verdiği akustik güçle yolcular daha bir sessizdir. Konuşanların dedikleri ise metrelerce öteden duyulabilmektedir. İçerisi daha aydınlık olduğundan herkes birbirinin yüzünü oldukça net görebilmekte ve bu dışarıdakine nazaran oldukça yüksek bir strese yol açmaktadır. Burada da yapılabilecek tek faaliyet yine gruplaşmış olan müdavimlerin sohbetlerine kulak misafiri olmaktır. Genelde şakalaşma veya siyasi / sportif sohbetler hakimdir. Halkımızın büyük çoğunluğunun pek fazla düşünmediklerini, dini duyguları ön plana çıkaran partilere oldukça sıcak baktıklarını anlamak için 3-5 gün bu kapalı alanlara takılmak kafidir. Vapurların kapalı alanlarının vazgeçilmez tamamlayıcısı duvarlarda, koltuk kenarlarında ve büfe tezgahında kullanılan sunta üstü kaplama formikasıdır. Bej rengi olur onlar ve estetikten uzaktırlar.
Haa, bir de yaz ayları vardır ki onlarda dışarıda yer bulmak zorlaşır. O zaman daha erken binip yer kapmalıdır vapurlarda. Güneşin batışını seyretmek boğaz hattında daha zevklidir, çünkü vapur kuzeye doğru ilerlemekte olduğundan tüm bir iskele tarafından (yoksa sancak mı?) bu doğa olayı gözlemlenebilir. Bir de yaz ayları turistler boğaz hattına da musallat olurlar. Akşamın o saatinde Paşabahçe’ye giden bu gariplerin oradan muhtemelen Aksaray ya da Taksim civarındaki otellerine nasıl döndüklerini merak etmiyor değilimdir doğrusu.
Ah ah, 1,5 yıl öncesine kadar iş yerimiz Eminönü’ndeydi, Beşiktaş’taki evime vapurla dönerdim akşamları ancak değişen dünya iş yerimizi İkitelli’ye taşımamızı zorunlu kıldı. Artık o kağıt oynayan adamları seyretmek yerine Esenler, Mahmutbey gibi semtlerin kenarından geçiyor, otobandan seyahat ediyorum. Vapurun sesi hoş geliyor, hem de çok hoş.