Bulundugu hal-i ye’s ü hüzne kahkahazen-i istihfaf oluyor gibi gelen bu samatatin arasindan geçerek “Cakomo” yolunu takip etmeye baslayinca manzara-i tabiatin letafet ve ulviyeti, o geceyi geçirmek için bir melce taharrisiyle bikarar olacak her tarafa münatif nazarina sasaapas oldu.

Bir berceste;Sonsuz özdeyişlerden yükselirlerSonlu eylemler zayıf çeşmeler gibiVaktinde ve titreyerek eğilirler.Bizde her zaman sessiz duranlar oysa,Mutlu güçlerimiz, gösterirler.Kendilerini bu dans eden göz yaşlarında.Şu muhakkak ki, insan seyahat etmeli.Kazasız belasız ancak benim için pek yorucu olan bir deniz yolculuğunun sonunda limana geldik. Sandal karaya yanaşır yanaşmaz, ufak tefek eşyamı bizzat yüklendim ve kaynaşan halkı yararak önünde bir tabela asılı duran ve karşıma ilk çıkan gösterişsiz bir yapıya girdim. Bir oda istedim. Otelin hizmetçisi beni bir bakışla süzdü ve tavan arasına götürdü. Taze su getirttim ve Ophelia’ yı bulabileceğim yeri güzelce tarif ettirdim: “Kuzey Kapısı’nın önünde, soldaki ilk köşk; büyük, yeni bir yapı, kırmızı ve beyaz mermerden birçok sütunu var!..” Vakit erkendi. Hemen bohçamı açtım, yeni ters yüz ettirdiğim siyah redingotumu çıkardım, en iyi giysilerimi temizce giydim, tavsiye mektubunu cebime koydum ve benim alçakgönüllü umutlarıma yardım edecek olan adama gitmek için yola koyuldum.

– Nasıl olur? Ben sürinam’dan Bordoya, Bordodan Paris’e, paris’ten Diyep’e, diyep’ten portsmount’a gittim. Bütün Portekiz ve ispanya sahillerini dolaştım. Bütün Akdenizi katettim ve üç aydan beride Venedik’te bulunduğum halde, hala güzeller güzeli Ophelia gelmedi. Onun yerine bir markizle bir de perigord’lu bir papaza tesadüf ettim! Şüphesiz ophelia ölmüştür.Bir berceste;Kim ağlarsa şimdi dünyada bir yerde,Nedensiz ağlarsa dünyada,Bana ağlar.

Üç iki daha beş eder; beş daha on eder; on daha yirmi eder; üç iki daha beş eder. “Keza şehr-i hâlin yirmi dördünde ahşâ ve em’a-yı âlîlerini telyin, tartib ve tefrih için müessir, müstahzır ve müleyyin bir tenkıyecik. (1)Ülkemin ve Avrupa’nın en büyük arkeoloji ve paleografi bilginlerine gidip, Penguenlerin tarihini yazarken karşılaştığım güçlükleri anlattım. Her defasında bir küçümsemeyle karşılaştım. Bana acıyan bakışları şöyle diyordu: “Sanki biz tarih mi yazıyoruz sanırsın? Bir belge veya anıttan en ufak bir yaşam veya gerçek kırıntısı çıkarabilmek için mi uğraşıyoruz? Hayır, metinleri olduğu gibi yayınlıyoruz. Belli ve ölçülebilir olan yalnızca metindir; metnin ruhu olmaz, düşünceler fanteziden ibarettir. Tarih yazmak için insanın boş savları ve iyi bir düşlem gücü olması gerekir.”Bir gün, sayın bir bilim adamıyla konuştuktan sonra, her zamankinden daha moralsiz ve üzgün dönerken, birden şöyle düşündüm:”Oysa, tarihçi denen insanlar da var; soyları henüz tükenmedi. Akademide beş-altı kadarı korunuyor. Onlar metinleri yayınlamıyor, tarih yazıyorlar. Gidip onlarla konuşayım; bana bu uğraş için insanın boş savları olması gerektiğini söylemeyeceklerdir.”Bu düşünce cesaretimi artırdı. Ertesi gün, en yaşlı ve en tanınmış tarihçinin kapısını çaldım.”Bayım,” dedim ona, “sizin gibi deneyimli birinin öğütlerini almaya geldim. Bir tarih yazmak istiyorum, ama sonuca ulaşamıyorum.”Tarihçi omuzlarını silkerek yanıt verdi:”En tanınmış yapıtları kopya etmek varken, tarih yazmak için kendinizi niye bu kadar yoruyorsunuz? Görenek budur. Yeni veya özgün bir düşünceniz varsa, insanları veya olayları yeni bir bakış açısıyla anlatırsanız, okuyucuyu şaşırtırsınız. Okuyucuysa, şaşırmak istemez; bir tarih kitabında önceden bildiği saçmalıkları görmek ister. Onu eğitmek isterseniz, aşağılandığını düşünür ve öfkelenir. Onu aydınlatmaya çalışmayın, yoksa inançlarına sövdüğünüzü basbas bağırır.Tarihçiler birbirlerinden aşırır. Böylece boşuna yorulmamış ve saygısız görünmekten kaçınmış olurlar. Siz onları örnek alın, özgün olmayın. Özgün bir tarihçi evrensel bir kuşku, aşağılama ve iğrençlik anıtıdır.””Siz sanıyor musunuz ki,” diye ekledi, “yazdığım tarih kitaplarına yeniklikler koymuş olsaydım, şimdiki ünüme kavuşabilirdim? Nedir yenilik? Görgüsüzlükten başka şey değil.”Yerinden kalktı. Ona teşekkür edip kapıya gidiyordum ki arkamdan seslendi:”Bir şey daha: Kitabınızın iyi karşılanmasını istiyorsanız, toplumun üzerine kurulu olduğu erdemleri her fırsatta yüceltmeyi savsaklamayın: inanç, zenginlik, sadaka, özellikle toplumun ana direği olan, yoksulun yazgısına boyun eğmesinin erdemi. Kitabınızda mülkiyet, soyluluk ve jandarmanın kaynaklarını, bu kurumların layık oldukları saygıyla ele alınacağını söyleyin. Yeri geldiğinde doğaüstü güçleri kabul ettiğinizi belirtin. Bunları yaparsanız, kitabınız başarılı olur.”Bu yerinde düşünceleri kafamdan hiç çıkarmadım ve yeri geldiğinde kullandım.

Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin,Nedensiz gülerse geceleyin,Bana güler.Kim giderse şimdi dünyada bir yere,Nedensiz giderse dünyada,Bana gider.Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde,Nedensiz ölürse dünyada,Bana bakar.(1)Son bir paragraf alıntıyla bitireceğim, bir nevi kolaj yapma cüretinde bulundum üstadlardan. Samanyolu’nun harikuladeliğini seyre daldığım kafamın içinde fillerin tahakküm edip hercümerc olduğum bir gecede geldi aklıma. Düşündüğüm de bütün kelimeler, cümleler söylenmiş; o zeman söylenen şeyleri taklit ederek mükallit olmak yerine, direk sözleri aktararak elçi oluruz, hem zevalde görmeyiz vesselam. Yalnız bazı yerlerde ufak bir, iki değişiklik var onuda; “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” sözüne istinaden yaptım.