“Kanlı Pazar” kışkırtıcısı gazetenin “türban”ı yaygınlaştırma çabaları:(İblisin Kıblesi/ Cengiz Özakıncı/6.Basım/sayfa 68-69-70-71-72)Türkiye’de türbanı yaygınlaştırma eylemini ilk başlatan da Kanlı Pazar Olayın’nı kışkırtan Amerikancı İslamcı Mehmet Şevket Eygi’ den başkası değildi. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde köşeyazıları yazan Şule Yüksel Şenler, o yıllarda İstanbul’dan yola çıkıp Anadolu’yu il il dolaşarak kadınları başlarına türban bağlamazlarsa cehennemde yanacakları yönünde korkutmaya başlamıştı.1960’larda “türban” ın adı daha “türban” değildi; bu örtüye, Mehmet Şevket Eygi’nin 6.’ncı Filo savunucusu yoldaşlarından Şule Yüksel Şenler’in adıyla özdeşleştirilerek, Şule Baş deniyordu.Türkiye’nin başındaki ağrı(Ercüment İşleyen-Milliyet, 10 Mayıs 1999)Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakultesi öğrencisi Hatice Babacan 1968’de bir ilke imza attı.Başını örtüp derslere girmeye başlayan Babacan başlangıçta pek fark edilmedi. Kısa bir süre sonra okul yönetimi, Babacan’ın başını örtüp derslere girmesine izin verilmeyeceğini açıkladı. Babacan direndi, erkek öğrencilerle boykota başladı. Dekanlık, 11 Nisan 1968’de Babacan’ın okulla ilişkisini kesti.Türkiye’nin ilk türban eylemcisi ise Şule Yüksel Şenler oldu. Türban savunucusu Şenler, İstanbul’da başlattığı eylemini Anadolu’ ya da taşıdı. Mehmet Şevket Eygi ile il il dolaşıp kadınlara tesettüre bürünmeleri çağrısını iletti, türban propagandası yaptı. “Başörtüsü saçı ve gerdanı gizlemeli, vücut hatlarını belli etmeyen manto veya pardösü giyilmeli” diyerek tesettürün ana hatlarını çizdi. O günlerde türbanın adı “Şule Baş” oldu.“Türban” ve “Tesettür” misyoneri Alman kadın Maria ve İslamcı Bugün gazetesi köşe yazarı Şule Yüksel’den ilk Kitlesel Türban eylemi…Şule Yüksel Şenler’in, ilk basımı 1967 yılında, ikinci basımı ise 1968 yılında Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün gazetesi tarafından yapılan “Hidayet” adlı kitabının kapağında, Müslüman bir kadının nasıl örtünmesi gerektiğini gösteren bir fotoğraf basılıydı.Şule Yüksel Şenler, bu kitabında, 1960’lı yıllarda Doğu Almanya’da komünist bir yönetim altında “dinsiz” bir ana-babanın kızı olarak yaşayan Maria’nın, günün birinde Müslümanolup örtündüğünü ve daha sonra Avrupa’da okuyan bir Türk genciyle tanışıp evlenerek 1960’lı yıllarda Türkiye’ye geldiğini anlatıyordu. Şenler, Müslüman olduktan sonra Cemile adını alan Maria ile tanışmıştı. İslam kurallarına en küçük ayrıntısına dek uyan Doğu Almanya’lı Maria, Türkiye’deki kadınları başı açık dolaştıklarından dolayı kınıyor, ayıplıyordu. Şenler ve Maria, Türk kadınlarının örtünmesi için pek çok ilimizde kadın toplantıları düzenliyor ve ikisi birlikte Türkiye’yi karış karış dolaşıyorlardı. Kitabında “Maria,(Cemile) Türkiye’de kaldığı müddetçe, örnek bir Müslüman hanım olarak, pek çok genç kız ve hanımın hidayetine vesile oldu,” diyordu Şule Yüksel Şenler; “Gencecik bir Alman hanımın pür tesettür( kapalı, örtülü) hali, Müslüman oldukları halde açık saçık gezen bir çok hanım için, bir ibret vesilesi olmuş ve onların da örtünmelerini sağlamıştı.Şenler, Türkiye çapında düzenlenenkitlesel kadın örtünme toplantılarında Maria ile boy gösterip onu örnek göstererek, “Bakın o bir Doğu Almanya’lı komünist iken Müslüman olduktan sonra tepeden tırnağa örtülü dolaşmaktadır, siz ki Müslümansınız, niçin örtünmüyorsunuz!.” diye haykırıyordu. Dahası, bu “örtünme” toplantılarına Maria’nın 6 yaşındaki oğlu da götürülüyor, bacak kadar çocuk mikrofonu kapıp Türk kadınlarını tıpkı annesi Maria gibi örtünmeye çağırıyordu. Maria’nın 69 yaşındaki oğlunun Türk kadını çarşafaVe türbana sokmakta en az annesi denli başarılı olduğunu anlatırken şöyle diyordu Şenler:Maria(Cemile)’ nin 6 yaşındaki oğlu nasıl olduğunu anlayamadım, yanımdaki sandalyesinden fırladığı gibi mikrofonu elimden kaparak, o yarım yamalak ve bozuk şiveli Türkçesiyle: “Dur, bana ver onu. Ben bişey söyliyecem şimdi” dedi ve hanımlara hitaben şöyle haykırmaya başlafı: “Sen…ey Müslüman! Sen…namaz kılmıyoğ? Yazık sana…Sen ey Müslüman! Sen domuz eti yiyoğ? Haram, cehennem!.. Sen ey Müslüman…Sen içki içiyoğ?.. Yazık, çok yazık…Sen ey Müslüman kadın!.. Sen, yüzünü, gözleğini, udaklağını böyle boyuyoğ, başörtü takmıyoğ, mini etek giyiyoğ, çıplak geziyor… Tuuuu!…Sana lazım cehennem!…” Önce derin bir sükut ve hayret ifadesi…arkasından büyük bir alkış tufanı koptu salonda. Bazı genç kız ve hanımlar, bu küçücük çocuktan, üstelik Alman asıllı bir annenin yavrusundan duymuş oldukları bu ibretli sözler karşısında gözyaşlarını ve boğazlarında düğümlenen hıçkırıkları zaptedememekteydiler.Bugün gazetesinin türbanlı yazarı Şule Yüksel Şenler, sonradan Müslüman olmuş Alman kadını Maria ve onun 6 yaşındaki oğlu, illeri ilçeleri dolaşarak kadınları toplar ve onları türban-pardesü giymeye yöneltirken, Mehmet Şevket Eygi’nin İslamcı Bugün gazetesi de bu üçlünün gerçekleştirdiği kadın toplantılarını büyük bir gürültüyle yansıtıyordu:***Manevi diriliş öylesine büyük bir süratle ve ihtişamla gelişmektedir ki, kitleler işte böyle İslami bir konferansı dinleyebilmek için salonlardan taşıp caddelere dökülmektedir. Resim(kitapta sayfa 72), Şule Yüksel Şenler’in Bandırma’da verdiği “İslam’da kadının yeri ve mükellefiyetleri” mevzulu konferansını dinlemek için salonda yer bulamayıp konferansı caddelere dökülerek dışarıdan hoparlör vasıtasıyla dinleyen hanımları göstermektedir”(Şenler, age, sf. 42)Resimde müstedi( sonradan Müslüman olmuş) Alman hanımı (solda, beyaz başörtülü) Maria (Cemile Alkonavi)yi Şule Yüksel Şenler’in “İslam’da kadının Yeri ve Mükellefiyetler” adıyla vermiş olduğu konferansını dikkatle takip ederken görüyorsunuz. (Şenler, age, sf.49)***Kadınlar, “sonradan Müslüman olmuş “türbanlı” , “tesettürlü”, “bir tel saçını bile göstermeyen, pardesülü, kalın çoraplı” Alman kadını Maria(Cemile) ve onun 6 yaşındaki “tesettür misyoneri” oğlunu görmek için koşuyordu bu toplantılara. “Bakın Alman kadını bile Müslüman olunca tepeden tırnağa örtünmüş, oğlu bile örtünmeyen cehenneme gider diye haykırıyor, ne duruyorsunuz, bu Alman kadından ve çocuğundan utanın, haydi örtünün!” diye haykırıyordu Şule Yüksel Şenler.Başlarında öğretmenleriyle bu “tesettür propagandası”na getirilen kız öğrencilerden 70 tanesi, konferanstan çıkınca topluca örtünüyorlardı.(Şenler, age,sf. 50)II. Abdülhamid bile Çarşafı yasaklamışkenEygi’nin Şenler ile birlikte başlattığı türban hareketiyle Türkiye II. Abdülhamid döneminden beri geriye götürülüyordu çünkü Abdülhamid çarşafı yasaklamış, Müslüman kadınların başlarına süslü fesler takmasını buyurmuştu.Günümüz Türkiye’sinde örtünme konusu öyle ilginç boyutlara tırmandırıldı ki, kimi yurttaşlarımız eşlerine, kızlarına, gelinlerine kurşun yağdırıp, “Örtünmediler, öldürdüm” demeye başladı. (“Örtünmediler, öldürdüm”-Milliyet- Haber)Bu süreçte , en yoğun çabalar 1968-1969’larda gösteriliyor; Şule Yüksel Şenler, Eygi’yle birlikte karış karış dolaştığı Anadolu’da bir yandan kadınların başlarındaki başörtüleri “türban” biçiminde bağlaması için yırtınıyor, öte yandan Bugün gazetesinde Amerika’nınehven( uzlaşılabilir, zararsız) ve Müslüman dostu bir ülke olduğunu söyleyen Eygi ile birlikte, Amerika’nın 6’ıncı Filo’yu savunuyordu.1950’lerde tek tük görülen türbanın yayılması bu Amerikan 6’ncı Filo İslamcıları’nın çabalarıyla gerçekleşmişti. Demek ki, 1960’ların “türban misyoneri” Şule Yüksel Şenşer ile 1990’ların “türban misyoneri” Şulr-e Baş Türban’lı Merve Kavakçı’nın iki ortak yönü bulunuyor: Biri Amerikancılık, biri türbancılık…
yorumlar
Ayserg, durustce cevap ver, Şule Yüksel Şenler’in bir kitabini okudun mu?
öğğğğggggg gene türban!
– doktor bu ne?- doktor bu ne:) insan okucak bunu insan. biraz kısasından kopyalayıp pastalasana!
doktor bu ne :)))ser-hus, iyi ki de okumamışım***(Alıntı-Huzur sokağı/Şule Yüksel Şenler)İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi’nin kantinindeyiz. Fakat insanın, burasının Fakülteye ait bir bölüm olduğuna inanası gelmiyor. Adeta bir Hollywood idi burası.İçerisi kız ve erkek talebelerle dolu… Çok güzel bir genç kız, masalardan birinin üzerine çıkıp oturmuş. Masanın etrafında, kendisini yarım bir çember içine almış 15-20 erkek talebeye bir şeyler anlatıp, işveli kahkahalar atıyor. Esasen mini olan eteği öylesine yukanlara doğru sıyrılmış ki gençler, kızın anlattıklanndan ziyade, onun çorapsız bacakları ile alâkadar olmaktalar. Genç kızın dudaklarında şeytanî bir gülümseme dolaşmakta. Zira gençler üzerinde uyandırdığı şiddetli tesirden emin… Gençler ise kıza âdeta bir kompliman yarışına girişmişler. Aslında hepsi de zamanla ve sırayla kızdan kendilerine düşen payı alacaklarından emin bulunmaktalar. Daha dün gece arkadaşları arasında Don Juan ismi ile anılan Necdet’in Klüb X’e dâvetine icabet etmemiş miydi? İşte bu gün de hepsinin gözü önünde Taner’in sinema teklifine “Evet” diyor. O halde yann Erol, öbür gün Sami ve onu takib eden günlerde Cemil, Mete, Kaya, Selçuk ve diğerlerine de sıra gelecekti elbette.Diğer masalar, elele, gözgöze, dizdize oturmuş çiftlerle dolu. Kızların hemen hepsi, Hollywood film akristlerinden farksız. Kiminin saçları bir baloya, bir kokteyle gidecekmişçesine kuaförden çıkmış, kiminin ki ise süpürge gibi dümdüz, sırtlanndan aşağı salkım saçak salınmıştı. Hele bir tanesi saçını öylesine saçma bir tarzda taramıştı ki sol gözü tamamen saçlarla örtülmüş, etrafı tek gözüyle seyrediyordu.Ya makyajları?…Aman Ya Rabbim!… O, ne maskaralıktı öyle? Bir karnaval geçidinde bu derece acayip ve gülünç suratlara rastlamak zor olurdu.Kimi, Allah’ın verdiğini beğenmeyerek kaşlarını tamamen yolmuş, çıplak teninin üzerine siyah boya ile daha değişik, fakat gülünç bir kaş şekli çizmişti. Kimi de kirpiklerini vıcık vıcık rimellerle boyayıp tel tel ayırarak kıvırma makinesiyle yukarı doğrukıvırdığı yetmiyormuş gibi yine siyah boyalarla göz kapaklarının üst kısmından kaşlarına kadar uzanan alt kısmında yanaklarına doğru inen uzun oklar biçiminde kirpik şekilleri çizmişti. Kiminin’ dudakları yaldızlı pembe rujlarla kiminin ki kan kırmızısı boyalarla boyanmıştı. Ruh asaletinden, fazilet duygularından, ahlâk kaidelerinden mahrum yetiştirilmiş, zavallı varlıklardı bunların çoğu.Erkek talebeler, büsbütün ayrı bir âlemdi. Kiminin bıyıkları ince bir şerit halinde çenesine doğru sarktıkça sarkmış. Kiminin saçları bitli turistlerden farksız, karmakarışık bir halde kadınlar misali, omuzlarına doğru uzamış. Kiminin favorilere çene hattına kadar inmiş. Kimi allı güllü işlemeli dantel gömlekler giyerek kadınlara özenmiş… Kimi, lastikten bir korse gibi vücudunu ve bacaklarını saran daracık pantolonunu bel hizasından, kalçasının ta alt kısımlarına kadar düşürmüş ve üzerine gayet geniş bir kemer takarak, göbeğinin aşağısına göbek atan çengiler gibi iri bir toka oturtmuş. Kimi, içinde hiç bir çamaşır olmadığı halde gömleğinin düğmelerini bel veya göbek hizasına kadar açarak kolye-madalyon yerine kıllı çıplak göğsüne kalın bir zincir üstünde sallanan iri madenî bir otomobil arması takmış.Hâsılı burası ilim ve irfan yuvası olması icabeden bir üniversite binası değil de bir maskaralıklar meşheri, bir karnaval meydanıydı sanki…Kızlı erkekli bir kaç kişiden müteşekkil bir grubun oturduğu masadan ince ve yırtık bir kız sesi yükseldi:- Ay Kemal!… Karışmam bak!… Neye çekiyorsun saçımı? Kemal denilen genç:- Canım öyle istedi de ondan. Küçükken de kizkardeşlerimin saçlarını çekmeye bayılırdım.Genç kız hırçın ve şımarık bir sesle:- Ama ben senin kızkardeşin değilim.- Peki neyimsin?Kemal isimli gencin bu suali üzerine iki genç manalı manalı birbirlerine bakıştılar. Sonra birbirlerine iyice sokularak masalardaki arkadaşlarıyla birlikte kahkahalarla gülmeye başladılar.Bilâl, bu çılgın güruhun içinde tek başına bir masada oturmaktaydı. Etrafındaki erkekleşmiş kızların, nazik ve kibar görünmek için kırım kırım kırıtan kadınlaşmış erkeklerin ona utanç ve ızdırab veren çirkin hal ve davranışlarını görmemek için gözlerini, önüne açtığı kalın ders kitabından ayırmamaya büyük gayret sarfettiği belliydi. Bir yandan da elindeki peynirli sandviçi yiyor, ara sıra önündeki ayran şişesini yudumluyordu.Karşı masada oturanlar, insafsızca hacı ve hocalara çatıyorlardı. İçlerinden biri:- Topunun Allah belâsını versin, dedi. Diğeri:- Ulan o kara çember sakallarına öyle bozuluyorum ki namussuzların.Bir başkası işi daha ileri götürdü.- Anasını satayım, dedi, bunların hepsini asker gibi sıralayıp, teker teker usturayla kazıtacaksın o sakallarını. Yirminci asırda böyle yobazlık olur mu be? Ah! Bu-milletin Başbakanı ben olacaktım. Bak o zaman bir tane sakallı kalır mıydı bu memlekette…Kızlar kahkahadan kırılıyordu. Hep birlikte:- İstikbâlin Başbakanı, bravo!.. On yıl sonra sakallılara ölüm. Diye gülerek bağrıştılar.Bilâl yerinden fırlayıp bu soysuz, bu imansızlara hadlerini bildirmek arzusuyla yanıp kavrulduğu halde bu gibi şımarık züppelerin ne şirret ve çirkef olduklarını düşünerek yumruklarını ve dişlerini hınçla sıkmaktan başka bir şey yapamadı…Tam başını yeniden kitabın sahifelerine eğmek üzereydi ki karşı masadan, yeni bir sevinç çığlığı yükseldi. Az evvel hacının, hocanın sakalına söven kız ve erkekler kantin kapısından girip kendilerine doğru ilerliyen birisini çılgınca alkışlamaktaydılar. Hepsi sevinçle bağrışıyorlardı:- Yahu Tanju nerelerdesin?..- Dersleri amma da astın ha!… ….
Yaw yine mi?
yazıların altında birbirinize yazılmış kırıcı yorumları görünce konu ile ilgili yorumumu yazmak bile anlamsız geliyor.