Süleyman Efendi Kuledibi Sokak’tan ağır ağır indi evinin önüne. Cebinden anahtar destesini çıkardı, kapıyı usulca açtı. Bazen eski alışkanlığı nükseder, kapının tokmağına giderdi eli. Karısı Münevver fakirlikten ve eskimiş dökülmüş dede yadigarı evden bunalıp, şu Karadenizli müteahhit bozması it oğlu ite kaçalı kaç sene olmuştu aslında. Beş koca yıl dile kolay. O zamandan beri kendi eliyle açmıştı kapıyı oysa. İnsanın alışması için yeterince uzun bir süre. Ailesinin Binsekizyüzyirmibirden beri Karaköy’de tütün toptancılığı yaptığı dükkan cigara denilen meret el kadar paketlere girince iş yapmaz olmuş, eskimiş, kendisi gibi yarı yıkık bir hale gelmişti. Geçimini sağlamak için önce dükkanı satıp parasını yemiş, sonrada tapu dairesinde memurluğa girmişti Süleyman Efendi. Aldığı üç kuruş maaş ay sonunu getirmeye yetmeyince de karısı kaçmıştı işte.
Dolaptan çıkardığı domatesi, biberi, peyniri söğüş yapıp bir tabağa koydu, sonra da kavunu doğrarken ıslıkla nihavend longayı çaldığını fark edince koltuğunu altında eve soktuğu ufaklığın yegane neşe kaynağı olduğunu kalbinin, aklından önce anladığını fark etti. Aslan sütünü kadehe koyduktan sonra tepsisini pencerenin önüne koydu, sonra da pikabı açıp iğnesini otuzüçlüğün üstüne yerleştirdi. Plak dönmeye başlayıp da kadehinden bir yudum alınca iyice keyfi yerine geldi. Ne güzeldi şu meret.Artık ev iyice harap olmuştu. Koca evde yalnızlıktan bunalıp paraya da sıkışınca, önce üst katlardaki odaları kiraya vermeye kalkmış, ancak kirasını ödeyemeyen kiracılardan parayı istemeye mizacı uygun olmadığı için bir süre sonra bu pansiyonculuk sevdasından vaz geçmişti. Aslından eve çok talip vardı. Güzelim ahşap evi yıkıp betondan binayı dikmek karşılığında kendisine üç daire vermeyi teklif ettiğinde tanışmamış mıydı o it oğlu itle zaten. Herifçioğlu gide gele karısı ile işi pişirmemiş miydi. Hem babası ölürken söz vermemiş miydi kendisine, evi satmayacağım, emaneti kimsenin görmesine izin vermeyeceğim. Sahibi almaya gelinceye kadar saklayacağım diye. Nasıl satacaktı yedi kuşaktan beri yaşadıkları bu evi. Çocukluktan kendisine belletildiği gibi kendisiyle aynı adı taşıyan Süleyman adlı büyük dedesi getirip yerleştirmişti evin altındaki kilere. Şimdi Süleyman Efendi de bekçilik görevini ömrü yettiği sürece yerine getirecekti. Ancak çözümsüz bir sorunu vardı: erkek evladı yoktu sırasını devredecek. Bu emanetin sahibi geri dönmek için elini çabuk tutsa iyi olur diye düşündü. Baktı ilk kadehin ortasına gelmiş, ilk cigarasını yakmak için uzattı pakede elini.
yorumlar
Allah’ım, ne Süleyman’mış, be yahu… :)))işte hayat böyle, kiminin hazinesi var, kiminin fakirhanesi!şaka maka, bu hikaye bana Kürk Mantolu Madonna‘yı anımsattı. varlık içinden yokluğa doğru uzanan bir yolculuk ve tabii ki acılı bir aşk hikayesi… okumayanlara tavsiye ederim.
ayıptır sorması nedir bu emanet.. başlamışta bitmemiş hikaye hissi veriyor…
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.Sait Faik Abasıyanık
heralde üstad yanlış yapmış, delirmek daha akıllıca bence!yaz yaz yaz, hangi birini arkadaş?