Konservatuvarın ikinci yılı idi. O zamana kadar her gencin olduğu gibi benim de titrek mum ışığına benzeyen sevdalarım olmuştu tabiki. Ta ki, dikmen parkında onunla karşılaşıncaya kadar ömrümden ömür gideceğini anlıyacağım o süper güne kadar.. …Okul ortamında cacık olmuş ilişkiler gözümün önünden kaydı geçti; Tanrım ne saçmalaıklar yapmışım ne komik ilişkilerle vakit harcamışım…Dikmen’de ikinci turu tamamlamıştımki, arkamdan birinin ” Anahtarınızı düşürdünüz” deyişiyle irkildiğimi hatırlıyorum… Karşımdaki adam pek yakışıklı deyildi; Orta boylu, kırlaşmış saçları, göz altlarındaki çizgileri ile tam bir düşünce ve felsefe adamını çağrıştırıyordu sanki…Bütün bu görüntüsü öyle bir ses tonu ve harika Türkçesiyle bütünleşmiştiki, adeta bir armoni idi…Kırbeş elli yaşlarında olduğunu tahmin ediyordum ve ben yirmikisindeydim henüz… Ailemin ilşkimizde karşı çıktığı tek nokta “din” farklığımızdı…Ama hiçbirşey benim umurumda değildi…O’na sen senfonik bir kişiliksin derdim… Bunu ona, Alphonse Karr’ın bir sözünden esinlenerek söylemiştim… Bu söz, okul duvarlarından birinde asılı dururdu.. Hala da ordadır…şöyle der;” Herkesin üç kişiliği vardır; Ortaya çıkardığı , sahip olduğu , sahip olduğunu sandığı.” İçinde çok şey yaşayan ve yaşatan bu senfonik kişilik benim ruhum olmuştu ve onun esiri olmak… Benim için ölsemde artık korkmam için bir sebep yok gibiydi..
Neden hep Fransız müziği dinliyorsun diye sorduğumda, ” Kendime benzetiyorum da ondan” demişti… Ve gerçekten de ses tınısı, ona çok benziyordu.. Fransız müziğini sevmememe rağmen şarkılarını ezberlemiştim… O’da beni, paganini’nin 24 capriccio’nu çalabilmem için yüreklendirmişti… Hiç bir zaman hocalarımın istediği gibi çalamadım…Ona ben teklif ettim çardakta bir kahve içmeyi..Tabi neden olmasın demezmi? Dünyalar benim olmuştu sanki… Ve ve ve, ondan sonra dünyalar hep benim oldu, bana pişmanlığın zerresini yaşatmayan, içinde egolar barındıran , ağrılı sızılı günlerimiz olsa da, ne yaşattıysa yaşatsın göğsüne yasladığım başım hiç ama hiç ağrımadı…Sesine, sözüne, hayatın hakkını veren düşüncelerine karşın dediğim tek söz..seninim seninim demekten başka bir şey değildi…Ama bu ilişkinin içinde, her daim söylediği tek şey canımı sıkardı… Acı çekmeye hazır olmalısın! Neden? Cevap; Bana sorma idi…Lütfen sorma deyip, beni susturmaya çalışırdı… Roşaşana’nın ertesi , onun benden gideceğini bilemezdimki… Evet çok sevdiğim bir şarkının sözlerinde olduğu gibi “Tam karşıya geçerken elimi bırakan o olmuştu”…Ankaranın belalı alt gecitlerinden birinde arabasının içine sıkışıp kalmıştı ve ben saatlerce yoğun bakımda onunla birlikte ölmüştüm…Yıllarca onun eşofmanları ile yatıp kalktım, elimi bırakan adama ne yapmalıydım ondan nasıl intikam almalıydım?Ondan intikam değil ama onu bir başka bedende yaşatan müzikten alıyorum hıncımı…“Ölümün dışında hiç bir şey bir aşkı kaybetmeye değmez” derdin
Yaşasaydın ahh yaşasaydın sana kanıtlıyacağım o kadar çok şey vardı ki…Şimdi seni müziğimiz yaşatacak, tıpkı Yves Montand’ın şarkısında olduğu gibi…Merak etme onu dinliyorummmm! Bıkmıyacağım merak etme…