OVERTURE 3Kaldırımda yürürken aklıma geldi birden. Durdum ve dönüp baktım. Meraklı geldi hemen, tam yanımda durdu ve kafasını kafama yanaştırıp, gözlerini gözlerime paralel getirmeye çalışarak bakmaya başladı. Vücudumla geri çekilip yüzünü görmeye çalıştım.”Ne?” dedim.”Neye baktın ki?””Şuradaki trafik ışıklarını görüyor musun?””Hıı?””Çalışmıyor”Vücudunu geri çekip yüzüme baktı. Hem de deliye bakar gibi…”Ee, n’olmuş?””Hesabını mı verecem n’olduğunun?”Gözleri “deli, deli!” diyordu. Bir süre “deli, deli!” diyen gözlerle baktı, sonra aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını kaldırıp başını çevirdi ve yürüyerek uzaklaştı.OVERTURE 2Günlerdir bozuktu kavşaktaki ışıklar. Bu yüzden eziliyordum tam 72 saat önce. Oysa çok nadir kullanırdım bu kavşağı ve ezilme tehlikesi atlatana kadar da ışıkların çalışmadığını fark etmemiştim. Kavşağın dört köşesinden birinde beyaz yağmurluklu bir trafik polisi habire düdük çalıyordu. Onu ne duyan vardı ne aldıran…Niye çalıyordu ki? “Hey, bakın, trafik ışıkları çalışmıyor, haberiniz olsun” mu demek istiyordu?Kendine dikkat çekmek için mi öttürüyordu düdüğü? “Ben de varım! Fark edin beni, bana göstermeniz gereken dikkati gösterin, ben önemliyim!…”Halbuki trafik ışıkları hiç oralı değildi. Dikkat çekmek de istemiyordu. Ne kırmızısını yakıyordu, ne yeşilini… Görevini yapmıyordu.Belki de trafik polisinin orada olmasına bozuktu… “Ya o, ya ben!”OVERTURE 1Yağmur boşandı aniden, hiç ama hiç haber vermeksizin. “İyi ki dışarda değilim” dedim.”Ben de” dedi. Kim? Hızla döndüm arkamı, sonra bir de sola çevirdim kafamı tekrar, acaba gözden mi kaçırdım diye. Karanlıktı oda. Kimse yoktu. “Kim o?” Kimse… Kimse yok! Olmazdı ki zaten. Yağmur yağarken kimse olmazdı. Hepsi bir yerlere saklanırdı, görünmemecesine yağmur dinene kadar. Çıt da çıkmazdı. Sanki yağmur bile usul usul düşerdi kaldırıma ki, ses çıkmasın, sadece sıçrayan damlacıklar, yolculuğun bittiğini haber versin.Ne zamandır tren de gelmemişti gara uzun yolculuklardan biten yoktu henüz.Son tren geldiğinde, yağmur yağmıyordu ama uzun saplı şemsiyeli ve geniş kenarlıklı şapkalı, astragan manşonlu zarif hanımefendiler, beyaz eldivenli ellerini kibar beyefendilerin uzattıkları ellerine dokundurarak inmişlerdi, ahşap çerçeveli pencerelerinden heyecanla bakındıkları kompartmanlardan. En son o trendi bir yolculuğu sonlandıran. Sonra hiç ama hiç bir yolculuk bitmedi henüz. Yağmur yağdıkça da hiç ama hiç bir tren gelmeyecek gara. Garın, tren raylarının uzanıp gittiği öbür ucundaki fenerin kırmızı ışığı taş zeminden yansıdığı sürece ne bir tren gelecek bu gara, ne de bir tren gidecek buradan. Yağmur da dinmeyecek.HERMES (Leo)Neredeyse dik açılarla biten adale yapısına sahip delikanlı karşı camdaydı yine. Alt katındaki güzeller güzeli genç kadınla birbirlerinden haberdardılar aylardır. Birbirlerini farketmişlerdi ama sanki hergün yeni görmüş gibi bakıyorlardı karşılaştıklarında. Hiç konuştuklarını görmedim. Yolda karşılaştıklarını gördüm, ama konuştuklarını asla. Bakışıyorlar, birbirlerinin farkında olduklarını itiraf ediyorlar, hoşlandıklarını ilan ediyorlar ama konuşmuyorlar.Pencereden bakınca genç adamı da kadını da görebiliyorum. Onlar beni görmezden geliyor ya da gerçekten görmüyor. Alt kattaki güzeller güzeli kadın, adamın tek ilgi alanı gibi görünüyor. İki evin içini de görebiliyorum. Tüm yaşantılarını izleyebiliyorum. Ne zaman yatar, ne zaman kalkarlar, ne yer, nasıl pişirir, nasıl banyo yaparlar, ne giyer, ne çıkarırlar… Zaten genç adamın adalelerinin muhteşem güzelliğini de buradan biliyorum. Onların beni görmemesinden faydalanıp, rahatlıkla izliyorum. İkisini de çok iyi görebildiğim ve izleyebildiğim için de, erkeğin yakışıklılığını, kadının güzelliğini, birbirlerine yakışıyor olmalarının ve birbirlerini hakediyor olmalarının yeterli kanıtı sayıyorum.Genç adam sık sık camın önüne geliyor ve karşısında benim apartmanım yokmuş gibi uzaklara bakıyor. Uzaklarda bir aynadan alt katın içini görmeye çalışıyor gibi, saatlerce, bıkmadan, yorulmadan orada duruyor. Dalgalı ve iyice sarıya dönük kumral saçları var. Gözlerinin renginden hiç bir zaman emin olamadım. Günün aydınlığına göre değişiyor gibi, her zaman başka renk olduğunu sandım. Evden çok az ayrılıyor, ziyaretçisi yok gibi. Sadece ufak tefek, güzelce bir kız ve ondan daha sıkça gelen, çirkin suratlı ve agresif bir herif. Herifin anahtarı var. Kapıyı çalmıyor, istediği zaman giriyor, genellikle genç adama hiç bir şey söylemiyor. Pencereden bana bakıyor ve defolup gidiyor.APHRODITE (Nora)Köpüklerden doğmuş, denizin her gizemini ve güzelliğini, kokusu gibi üzerinde taşıyan güzeller güzeli aşk ve bereket simgesi… Deniz köpüğü gibi kıvır kıvır saçları var, sarıya dönük kumral… Ne işi var bu apartman dairesinde bu tanrıçanın? Üst katındaki genç adam ne zaman pencerede dursa, o da hissediyor gibi, tam altındaki pencerede duruyor ve sanki adamla aynı noktaya bakıyor. Birbirlerini hissediyorlar mı böyle anlarda, bilinmez ama sanki aynı güdülere eşlik eder gibi görünüyorlar. Adamın ziyaretçisi olan ufak tefek güzel kız, onu da tanıyor. Onu da ziyaret ediyor. Önce adamla görmüştüm onu. Seviştiler. İkisi de mutlu görünüyordu. Adamın da aklında alt kattaki kadın yok gibiydi o süre boyunca. Sonra, ikisini beraberlerken gördüm. Bu defa kadının aklında üst katındaki adam yoktu. Ufak tefek kız ikisi için de bir anlam taşıyor olmalı ama bu sanki cinsellikle sınırlı ve kısıtlı gibi görülüyor. Aşk işin içine girince sanki, alttaki ve üstteki birbirlerinden başka kimseyi görmüyor gibiydiler ama birbirlerini de sadece görüyorlardı, yolda karşılaştıklarını gördüm, ama konuştuklarını asla.LIBRETTOBenim odam, hayal edebileceğiniz en karanlık odadır. Duvarlar rutubetten küflenmiş, üzerinde notalarla bir karış toz kaplı eski dev bir piyano; piyanonun altında su dolu bir leğen; yanında üzerindeki yazı takımının çizik içinde bıraktığı küçük ceviz bir masa; mürekkep lekeleriyle dolu kalemler ve yine nota kağıtları. Hasır sandalyelerin üzerinde yemek artıklarıyla kirli tabaklar ve çamaşırlar. Piyanonun altındaki su dolu leğeni hiç görmedim ama Baron de Tremont, onun orada olduğunu söyler, ben de kabul etmek zorundayım artık. Piyanonun tuşlarına basmak mı bir tutkudur benim için, yoksa notaları kağıtlara dökmek midir vazgeçilmez olan, bilemem ama bunları yapmadan duramam ben. Çok da kolay yaparım, alışkanlığımdır, yeteneğimdir, hobimdir, işimdir, hayatımdır.Ne zaman gördüm ben karşı apartmandaki bu adamla kadını? Ne zamandır yazamaz oldum notalarımı? Yağmurun ne işi var kağıtlarımın üzerinde? Ufak tefek kız gelmişti geçen gün, topladı her yeri sanki ama… Bu kadar dağıtmış olamam iki günde…Jean Boully aklıma soktu ilk. O gördü karşı apartmandakileri. Bir sürü neden sordu, ben cevapları düşünemeden çekti gitti. Şimdi benim işim bu. Ben sormalıyım nedenleri ve ben bulmalıyım cevapları.MARZELLINE (Marcelina)Ufak tefek bir kızdır. Güzelden çok sevimli denebilir. Romantiktir ve hayal kurar. Süpürge saçlı, misket gözlü, çilli ve balıketi. Gören öğrenci sanır. Sokaktaki su birikintilerine basmadan ve zıplayarak yürür. Karşıdaki apartmanın ana giriş kapısı öbür sokaktan olduğu için, ben onun geldiğini ve gittiğini görmem. Onu, ya üst katta ya da alt katta birden görürüm, sonra yine birden gitmiş olur. Bazen genç adamı ziyaret eder. Konuşurlar, çay içerler, sevişirler, şarap içerler. Uzun uzun sarılırlar, bazen öylece uykuya dalarlar. Bazen de genç kadını ziyaret eder, onunla da çay içer, konuşur ve sevişir. Adamın ve kadının, ufak tefek kızın, bir diğeriyle olan ilişkisinden haberi var sanırım. Birbirleri ile hiç konuşmadıklarından, bu konuyu da konuşmadıklarına eminim. Belki ufak tefek kız aracılığıyla konuşurlar, kimbilir. Onun, ikisi arasında haber getirip götürdüğüne eminim. Hatta, her ikisinin de ufak tefek kızdan sırf bunun için faydalandığına eminim. Onlar, birbirlerini seviyorlar. Başka hiç kimseyi değil. Her ikisinin de aşkları çok büyük ama taşan bu aşk birbirine dokunamıyor. Bir sınır var, bir engel var, bir imkansızlık var. Sanki yağmur durmadan bitmeyecek bir yolculuk gibi, yağmurları hiç durmuyor.ROCCOSuratsız herif yine geldi adamın evine. Doğruca cama yürüdü ve bana baktı, kocaman ve iğrenç gözleriyle. Kıllı ağzının kenarından akan salyası pencere pervazına düştü ve çarptıktan sonra kayıp, sokağa doğru yoluna devam etti. Midem bulandı ama yeniden adama baktım. Duyamadığım bir ses çıkardı sanki, sonra başını ağır ağır geriye çevirirken gözleri gözlerime sabitlenmiş, kıpırdamadan bakmaya devam ediyordu. Adam pencereden uzaklaşırken, gözleri başının arkasından bana bakıyordu.PIZARRO (Agitato)Lanet olsun! Bunların, bütün bu olanların tek bir nedeni var, yağmur. O durmadan hiç bir şey yoluna girmeyecek. Ne yolculuklar, ne hasretler, ne de benim bestem bitecek. Durmalı bu yağmur. Durdurmalı onu. Ufak tefek kızı öldürsek elbirliğiyle? Çıkacak kargaşadan faydalanıp, yağmuru durduracak bir şeyler yapabilir miyiz? Biliyorum, karşı apartmandakiler de yardım eder bana. Yağmurun durması için ne lazımsa yaparlar. Zaten bana yardım etmek için buradalar. Suratsız herif mi bunlara sebep? O olmasa yağmur olur mu? Yağmur olur! Belki yağmur olmasa o suratsız da olmazdı. Yağmur durmalı, yolculuklar son bulmalı, Jacquino kızı ikna etse? Jacquino kırgındır, yapmaz. Jacquino ufak tefek kıza tapar. Notalar… notalar? Yağmurdan ıslanmışlardı. Yoksa piyanonun altında gerçekten bir leğen var mı? Onu mu kullanmalı? Yağmurun yolculuğunu hedefine varmadan bitirsem, tüm yolculuklar da biter mi?FINALE ADAGIOAlt kattaki dünyalar güzeli kadın öldü. Ufak tefek kızın son ziyaret ettiği günden iki gün sonra genç adamla hiç konuşmadan ama onun göz yaşlarını görerek öldü. Adam ağladı, kadın da ağladı. Hiç konuşmadılar, hiç sarılmadılar ama kimsenin sevemeyeceği kadar çok sevdiler. Ufak tefek kız da bir daha görünmedi. Genç adam evinin perdelerini çekti ve o günden beri onu da görmedim. İlerdeki kavşağın trafik lambaları da tam o günden beri çalışmıyor. Söylediklerine göre, suratsız bir herif –yetkili mi imiş ne- sarı lambaları iptal ettirmek istemiş, kurcalarlarken yeşil de kırmızı da çalışmaz olmuş. Bir trafik polisi dikmişler, o yönetecekmiş bundan sonra trafiği. Yağmurdan etkilenmesin diye yağmurluk da vermişler, işgüzar işgüzar düdük öttürüyor.“Anladın mı neye baktığımı?”Gözleri “deli, deli!” diyordu. Bir süre “deli, deli!” diyen gözlerle baktı, sonra aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını kaldırıp başını çevirdi ve yürüyerek uzaklaştı.