untidy
untidy

Yine günlerden birgün, “ofur-pofur” sesler çıkararak fazla mesaiye kalmış çalışıyorduk. Geçmeyen günlerin ağırlığı omuzlarımıza; ofis pencereleri dışında kaçan hayatın göz kırpışı ise yüreklerimize iyice yükleniyordu. Yönetim Kurul raporları bilmem kaçıncı kez gözden geçiriliyor, ama ne hikmetse görüntüye dair ayrıntılar üzerindeki bitmek bilmeyen tartışmalar, kanımca, asıl bütçe detaylarına harcanandan daha fazla zamanı yiyip bitiriyordu.Öte yandan, ofisin diğer bir ucunda zaten obezliğin sınırlarına dayanmış iş arkadaşlarımızdan biri, artık bu fazla mesai hapisliğinin kanıksanmışlığı içinde “Ne yiyoruz arkadaşlar?” diye gelişigüzel sorusunu sorarken zaten kişilerden alacağı cevapları, kimin neyi sipariş edeceğini, sanırım, adı gibi biliyordu.bu bir pilli patisözüdür!Page copy protected against web site content infringement by Copyscape Kaza eseri, bu telaşların yuttuğu hayatlarımıza, bir sebepten dönme şansımız olduğunda, mesela kısacık haftasonlarında, hepimiz kurulmuş robotlar gibi ailelerimize ya da eşe, dosta ofis günlükleri anlatıyorduk. Neredeydi bu kurulmuşluğun “stop” tuşu? Kimdi bu kontratlara prezantabl imzalar atarken gülümseyen ve birgün sonra “fazla mesai”nin -e hali, -de hali, -den hali gibi şık hali olan “esnek çalışma saatleri”ne boyun eğen? Bizler miydik? O iş ilanlarını okurken bu terimler ne ifade etmişti de biz nerede teslim etmiştik ipimizin ucunu?Ofisi temizleyecek görevliler kapıda beliriyor, masaların üzerine yığınlarca dağılmış ve kıpırdatılırsa daha fazla zaman kaybına sebep olacak dosya ve raporları gördükçe onların da içi sıkılıyordu. İşlerine nereden başlayacaklarını bilemeden utangaç halleriyle dosyaların köşelerinden hafifçe tutup toz alma işlemine başlasalar, birçoklarımız “Bu akşam benim masama dokunmayın, yarın akşam alırsınız tozu!” derken sanki değil temizlikçiler, kendileri bile inanmıyordu, kendi ifadelerine… Ve toz, hep birikiyordu… Hayatımızda biriken öyle çok “To Do List” vardı ki!Bu “yapılacak işler listeleri”mizi yazdığımız post-it’lerimize de güvenmiyorduk. Birgün yapışkanları kuruyup düşer endişesiyle utanmadan raptiye, iğne ile mantar panolarımıza sabitliyorduk onları! Yoksa asıl en derinlerde, bir yerlerde güvenmediğimiz yine kendimiz miydik? Şairin dediği gibi, “hiç bitmeyen işler” yüzünden mi bu hale gelmiştik? Bu hale gelmemize sebep, aslında yine kendimiz miydik?Neydi bizi eve zamanında gitmekten alıkoyan? Akşam eve geç gitsek bile yanlışlıkla televizyon kumandasını telefon sanıp kulağımıza dayamamıza sebep olan neydi? Bu davranış bozukluklarının kaynağı kimdi?Temizlikçiler giderken onlara imreniyorduk. Evlerinde birer tabak sıcak çorba içip, az biraz sohbet ile kendi gailelerinde bizden erken hayata asıldıklarını hepimiz biliyorduk. Hayata geç kalıyorduk…Yenen aluminyum folyolara sarılmış yiyeceklerden yükselen ve ofise yayılan pis koku bir müddet sonra raporlara konsantrasyonumuzu sıfırlıyordu. Bir rehavet, bir bezmişlik ve bir isyanın bütün çığlığı, ofisin çeşitli yerlerindeki klavyelere dokunan parmakların sert tuşlamalarına dönüşüyordu. Sanki bu bilgisayarlardı asıl suçlu, evet evet onlardı… Belki onlar olmasa hayat daha çekilir ya da daha insaflı olacaktı. Bu insan icatları işimizi kolaylaştırdıkları için yöneticiler biraz daha fazla ofiste kalmamızı ve işleri “çabucak” bitirmemizi hep onlara güvendikleri için istiyorlardı.Yöneticilerin işleri nasıl çabuk bitiyordu? Neden onların ofisten çıkış saatleri bizimkilerden önce olurdu? Ofisten çıkarken ellerinde cep telefonları, iş yemekleri sekreterleri tarafından aranje edilmiş halde nasıl bu kadar enerjik olabiliyorlardı? Üstelik raporlamalarda tartışılacak detaylar için neden hep Kurul toplantılarından birgün öncesini beklerlerdi? Neden bizim için vakitleri hep kısıtlı olurdu?Laktik asit birikiyordu, boyun kaslarımızın çevresinde… Bir nefes ve toz bulutu içinde çalışıyorduk akıllı binaların kapalı devre, açılmaz cam sistemleri içinde… Birçoğumuzun sağlık problemi vardı, hep erteliyorduk.O akşam neyse ki; bütün bu düşünceler harmanı içinde bitirdiğimiz raporların çıktılarını alırken birden bir gümbürtü ile irkildik. Çok derinlerde birşey ya patlamış ya da başka bir şey olmuştu. Üzerinde bulunduğumuz zemin titremiş ve her birimiz olduğumuz yere çakılıp kalmıştık. Hemen sonra telefonlara sarıldık, asansörlere koştuk, yangın merdivenine… O merdiveni 12 kat dönerek indikten sonra baş dönmesini nasıl durdurabilirdik? Peki, indiğimizde en alt kat kapısı ya kilitli idiyse? Güvenlik adına, binaya yangın merdiveninden tırmanılmasın diye, ya o kapıyı da kilitledilerse? Çok fazla risk vardı hayatımızda, çok fazla… Birileri bu “To Do List”e artık bir el atmalıydı!Asansör riskini alan iki arkadaşımız kapı güvenliğinin bütün katları kontrol etmek üzere bir-iki kişiyi görevlendirdiklerini söylediler. Her kat kontrolü sonrası telsizle sorun olmadığı zemin kattaki şeflerine rapor ediliyordu. Kısa bir süre sonra binanın güvenli olduğunu, merak edilecek birşey olmadığını, istersek işlerimizin başına dönebileceğimizi ifade ettiler.Döndük tabii… Moral sıfır, konsantrasyon sıfır… Sonra da evlerimize döndük aynı şekilde.Bir sonraki akşam, raporlarını bitirememiş diğer bir grup mesaideyken yine aşağı yukarı aynı saatlerde aynı gürültü ve sarsıntı yaşanmıştı. Orada olmadığımız için şükrederken radyo ve televizyonlarda ofisimiz civarında yasa dışı ya da yasal bir aktivitenin olup olmadığını öğrenmeye çalıştık. Sonuç sıfırdı… Ne bir yer bombalanmış ne de bir metro çalışması başlamıştı. Bizim dışımızda gelişen hayattan ne kadar uzak kaldığımızı bize ürküntü ile hissettiren bu olayın ne olduğunu merak ediyor ve korkuyorduk.Daha sonraki günler mi? Yanılmadınız, sonraki günlerde de binamız bir tür gümbürtü ile sarsılır oldu. Ne hikmetse bu hep bir kez oluyor ve bitiyordu. Bazılarımız, bunu da kanıksamayı başardı. Hayatta ne de çok şeye “önemsiz” damgası vurabiliyorduk.Devam Edecek