Sabancı Grubu’nun, kendi bankası Akbank’ın karını ikiye katlamak için Demirbank’ı batırma operasyonu ile başlayan ve Deutsche Bank başta olmak üç yabancı bankanın da yoğun olarak iştirak etmesi ile dallanıp budaklanan mali kriz sonrası “piyasalar” kavramı gündemimize iyice yerleşti. (Gerçi bankaların kendi aralarındaki didişmesi sağlam bir ekonomik altyapıda böylesine büyük bir krize yol açmadan engellenebilirdi ama ekonomi bugün olduğu gibi sıcak para üzerinde dönüyorsa o zaman elden pek bir şey gelmiyor. Nitekim benzer bir durumu 2001 krizinde de yaşadık. Bu krizin nedeni de kuşkusuz Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a Anayasa kitapçığı fırlatması değildi.)Türkiye’nin kaderini belirleyecek en önemli konularda alınacak kararlarda bile artık “piyasaların” nasıl tepki vereceği en önemli parametrelerden biri haline geldi. Hatta o kadar ileri gidildi ki, herhangi bir konuda “piyasaların” istediği ya da beklediği yönde karar alınamayacağı olasılığı belirdiğinde, ortalık velveleye verilmeye başlandı.Bu kurgunun son işlendiği alan ise Kıbrıs oldu. Piyasaların tavrı, Kıbrıs ile ilgili tartışma sürecinde yoğun bir biçimde gündemimize geldi. Kıbrıs’ın “piyasalara” ya da “piyasaların” Kıbrıs’a etkisinin ne olduğunu tartışmaya başlamadan önce piyasalar kavramı ile neyin kastedildiğini açmak gerekiyor.İşin teknik yanını bir yana bırakırsak Türkiye’de kamuoyu, borsa, döviz ve faiz olmak üzere üç temel piyasanın etkisi altında. Borsa Takasbank’ta bakiyeli hesap sayısına bakarsak yaklaşık 1.5 milyon kişiyi ilgilendiriyor. Bono piyasasındaki bireysel yatırımcı sayısı daha az. Bir kaç yüzbinle ifade edilebilir belki . Döviz ise 1984’teki 24 Ocak kararlarının ardından fazlasıyla dolarize olmuş bir ekonomiye sahip olduğumuz için elinde 1 dolar dahi bulunmayan hemen herkesin dilinde. Tabii ki, sözde bir gecede zengin olma fırsatı sunduğu için, borsanın etkisini dolardan aşağı görmememiz gerek. Faizdeki hareket ise ekonomisini borç ve sıcak para üzerine döndüren Türkiye’de borcun maliyetini belirlediği için hayati öneme sahip.Bu üç piyasa için basitçe madalyonun diğer tarafına da bakalım dilerseniz. Borsa aslında elindeki hisse senedi ya da nakit tutarı 1 trilyonun üzerinde olan yaklaşık 5 bin kişiyi ilgilendiriyor. (Kesin rakamlara Takasbank verilerinden ulaşılabilir). Bunlara yurtdışında kurulmuş yabancı yatırımcı görünümlü ama aslında Türk banka ve şirketlerinin kurduğu fonlarla, Londra merkezli yatırım bankalarını (Morgan Stanley, Merrill Lynch, Lehman Brothers v.s.) da eklemek gerek. Geri kalanlar ise, bu 5 bin kişinin para kazanmasını sağlayan küçük yatırımcılar.Bono piyasası ise Türkiye’nin 5 büyük özel sektör bankası ile üretim yapmak, istihdam yaratmak yerine devlete borç vererek faizden para kazanan büyük şirket ve nakit para sahiplerinin at koşturdukları alan. Tabi burada da yabancı bankaları saymak gerek: Deutsche Bank, Dresdner Bank, Credit Lyonnais, Societe General, v.s.Dövizin etkilerini zaten herkes yaşıyor. Kimin annesinin çıkınında birkaç dolar bulunmuyor ki! Ama bu piyasadaki hareketleri de annemiz değil, yine elindeki büyük miktarda nakit tutan şirketler, uluslararası ve yerli bankalar, Tahtakale’nin döviz spekülatörleri yönlendiriyor.Peki Kıbrıs meselesinde piyasaların etkisi ve tavrını nasıl izledik? Bu soruyu yanıtlamak için sadece rakamlara bakmak yetecek. Borsa 16 bin puan seviyesinden 21 bin puanın üzerine çıktı. Bono piyasasında en çok işlem gören gösterge kağıdın faizi 6 puan birden düştü. Döviz ise 1 milyon 300 bin lira seviyesinin bile altına inme eğilimi gösterdi ama Merkez Bankası’nın günlük döviz alım ihaleleri ve doğrudan müdahaleleri ile bu seviyenin üzerinde kaldı. (Borsa ve faiz ile ilgili rakamların “yanlış değil yaklaşık” rakamlar olduğunu söylemeliyim. Şu anda bu rakamları kontrol edeceğim bir bilgi ekranı yok yakınımda. Biliyorum bir sivri akıllı çıkıp meselenin ‘ana’sına bakmak yerine ‘dana’sı ile ilgilenecek ve “Hop kerkenez, borsa oradan oraya değil, şuradan şuraya çıktı” diyecek. Şimdiden söyleyeyim doğrudur. Ama rakama değil meseleye itiraz varsa onu söyleyin lütfen.)Piyasalardaki bu gelişmenin temel nedenini ise Kıbrıs ile ilgili süreç oluşturuyordu. 2004 yılı başından bu yana mali piyasalarda çalışan kime sorarsanız sorun, Kıbrıs’ta Türkiye’nin gösterdiği performansın, bu yıl sonunda açıklanacak olan Türkiye’nin AB Yolunda İlerleme Raporu’nda olumlu bir şekilde dile getirileceği ve bunun da 2004 yılı sonunda müzakere takvimi almamızı sağlayacağı belirtiliyordu.Hafta sonunda yapılan referandumun ardından AB’nin neredeyse sonuçlar açıklanır açıklanmaz ayak sürümeye başlaması ise bir anda piyasaların pompalamaya başladığı iyimser havayı Hak ile yekzan etti. Bu ana kadar Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin tavrının İlerleme Raporu’na yansıması konusunda benim hatırladığım “Türkiye’nin olumlu tavrının yansıtılacağı” dışında bir açıklama yok. (bkz. G. Verheugen. 27 Nisan tarihli gazeteler)Oysa, piyasa uzmanları aylar boyunca şunu söylediler:“Kıbrıs meselesi artık Türkiye’nin AB üyeliği konusunda engel olarak gösterilmeyecek. Bunun sayesinde 2004 yılı sonunda AB bize müzakere takvimi verecek. Böyle olunca da sermaye fakiri ülkemize, yabancı sermaye akacak. Biz de el parası ile coşacağız. Ekonomi rahatlayacak. Her şey güllük gülistanlık olacak. Borsa 40 bine faizler yüzde 10’lara, enflasyon eksilere inecek.” Hatta bazı büyük aracı kurumlar bu konudaki araştırma raporlarında 2004 sonunda müzakere takvimi alıması meselesine yüzde 70-80 gibi hangi parametreye dayandığını bir türlü anlayamadığımız ihtimal payları dahi verdi. (Piyasa ekonomisinde yabancı reel sermaye girişinin önemini yadsımak aptallık olur. Ama yine de en basit işletmeci bile bilir ki asıl büyüme kendi özkaynağınla sağlanır. Ama bizim durumumuz AB meselesinde de pek farklı değil. AB’yi de bir çağdaşlaşma projesi olarak değil para ve iş kapısı olarak algılıyoruz. O yüzden de AB’nin [Türkiye’siz] genişlemeden sorumlu komisyoneri Verheugen gibi yeminli Türk düşmanlarının olur olmaz yerlerdeki hakaretlerini, laflarını sineye çekiyoruz.)Yani büyük para sahipleri, ya da artık anonimleşen adıyla “piyasalar”, para kazanmak için Kıbrıs ile ilgili her gelişmeyi fazlasıyla abartıp iyimser yorumladı, risklere hiç dikkat etmedi, edilmesine de izin vermedi.(Bir de benim her duyuşumda gülümsemekten kendimi alamadığım “Türk tarfı ‘evet’, Rumlar ‘hayır’ derse dünya KKTC’yi tanımak zorunda kalır; en azından AB ve ABD tanımak isteyene engel olmaz” argümanı vardı ki akıllara ziyan. Bu histeriyi Rusya’nın da sesini çıkarmadığı bir ABD darbesi ile başa getirilen Eski SBKP üyesi, kurt siyasetçi Haydar Aliyev’in yetiştirmesi olmasına rağmen zavallı bir gölge olmaktan öteye gidemeyen oğul Aliyev’in ateşlediğini de hatırlatalım. Referandum bitti ama Azeri kardeşlerimiz Hazer’in kıyısında petrol dolarlarıyla pek bir rahat olacaklar ki şimdiye kadar seslerini çıkarma ihtiyacı hissetmedi. Bu meseleyi, daha derin ve benim altından kalkamayacağım bir siyasi incelemeyi gerektirdiği için burada kesiyorum ve yeniden piyasalara dönüyorum.)Ama Pazartesi gününden itibaren gerçek durum, (yani Kıbrıs meselesinde daha gidilecek çok yol olduğu, Türkiye’nin AB üyeliği için ayak sürümenin devam edeceği vs,) ortaya çıkınca birden piyasalardaki rakamların da tersine dönmeye başladığını gördük. Borsa iki günde 1.200 puan civarı bir değer kaybı yaşadı. Faizler kritik bir seviye kabul edilen yüzde 23 seviyesinin üzerine çıktı ve dolar da 1 milyon 406 bin liraya kadar yükseldi. Merkez Bankası Salı günü piyasadaki döviz arzını kısıtlamamak için, ani ama beklenen bir kararla günlük döviz alım ihalelerine ara verdiğini açıkladı. Ama bu açıklama bile piyasalardaki ateşi sadece bir kaç saat düşürebildi. Öğleden sonra dolar bu kez 1 milyon 415 bin liraya kadar yükseldi.Neden? Çünkü Kıbrıs meselesinde piyasaya pompalayacak başka bir beklenti kalmamıştı. Ve yine bugün sağda solda duyduğum söylentilere göre büyük para sahipleri, yerli ve yabancı bankacılar İMKB 100 Endeksi 20 bin puan seviyesindeyken “Her şey çok güzel olacak” şarkısını koral biçimde söyleyerek ellerindeki hisse senetlerini, hiçbirşeyden haberi olmayan ama gözünü kar hırsı bürüdüğü için de bir türlü acıyamadığım küçük yatırımcıların üzerine boşaltıp piyasadan çıkmış. Benzer bir operasyon bono piyasasında da yaşanmış. Buradan çözülen para doğal olarak dolara yönelince de dolar kuru bir iki gün içinde 50 bin lira kadar yükseldi.Buna paralel olarak siyasi iktidar da piyasaların tavrını kendi politikalarını meşrulaştırmak için kullandı. Kıbrıs, ya da başka bir mesele, ile ilgili olarak yöneltilen her eleştiri Türkiye’nin önünü tıkamak, vizyonsuzluk, hatta vatan hainliği suçlaması ile karşılaştı. Hem başbakan hem de ekonomiden sorumlu bakanlar ekonomik ve siyasi durumun ne kadar iyi gittiğini anlatmak için borsanın hızlı yükseldiğini, faizlerin yüzde 20’lere indiğini, ve doların da istikrar kavuştuğunu söyleyip durdular. Onlara göre rant dönemi sona ermişti. Kimse faizden eskisi gibi devasa paralar kazanamıyordu. Oysa evet, faizler yüzde 60’lardan yüzde 20’lere inmişti ama reel faiz, yani enflasyon farkı düşüldüğü zaman ortaya çıkan gerçek kazanç, hala yüzde 10-12 arasındaydı. Ama niyeyse kimse bundan bahsetmiyordu. Yani rantiye üstelik kimsenin karışmadığı bir ortamda daha rahat at koşturabiliyordu. İnanmayanlara kesin bir veri aktaralım: Bankaların elindeki devlet iç borçlanma senedi miktarı 2003 başında 85.2 katrilyon lira iken geçen hafta itibariyle 111.9 katrilyon liraya ulaşmış bulunuyor. Yani yüzde 31,3 oranında bir artış var.Bir ekonomi için doların yerel para birimi karşısında değer yitirmesi, borsanın yükselmesi, yani halka açık şirketlerin değerlerinin artması ve faizin yani devletin borç almak için ödediği faizin düşmesi iyi bir gelişmedir. Eğer piyasa ekonomisi kuralları ile işleyen bir ekonomiz varsa kimse de kalkıp bunun kötü olduğunu iddia edemez. Bunun yanısıra mevcut varlıkların değerinin piyasa tarafından belirlenmesi sonucu tam tersi gelişmeler de olabilir. İyi ya da kötü olması bir yana kimse kalkıp da piyasa ekonomisi içinde bu mekanizmanın “yanlış” olduğunu iddia edemez. Çünkü piyasa ekonomisinde kuralları piyasa koyar. Ama hangi parametrelerle..?Ekonomi yalan söylemenin en kolay yollarından birini sunar insana. Gerçeği rahatlıkla manipüle edebilirsiniz. Örneğin Türkiye 2004 yılının başında yaklaşık 3.5 milyar dolar dış borçlanma sağladı. Bu borçlanmayı da hakikaten bugüne kadar gördüğümüz en düşük faiz oranını ödeyerek gerçekleşirdik. Vadeleri de uzun; 10 ve 30 yıllık iki ayrı borçlanma. Bu büyük bir başarı olarak sunuldu kamuoyuna. Ama bu durum ekonominin hala borç üzerine döndüğü gerçeğini değiştirmiyor. Yani hala bizim olmayan para ile sürdürüyoruz refahımızı. Ya kaynağı belirsiz sıcak para ya da yabancılardan alınan borç…Yukarda son bir iki ay içinde Türkiye piyasalarında yaşanan gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Bunların bir kriz ortamı anlamına gelmediğini de söylememiz gerekiyor. Çünkü yarın bambaşka bir gelişme, sağdan soldan pompalanan iyimserlik dalgaları gibi etkenler piyasalarda yine bahar rüzgarlarının esmesini sağlayabilir. Örneğin önümüz yaz. Turizm sayesinde ülkeye döviz girişi yaşanacak ve piyasada döviz bollaşınca kurdaki hareket de büyük olasılıkla tersine dönecek. Ya da yaz bereketi dediğimiz meyve-sebze bolluğu fiyatları bir kaç aylığına aşağı çekecek.Ama başka veriler var ki kafamızı ellerimizin arasına alıp düşünmemizi kesinlikle gerektiriyor. Örneğin 26 Nisan Pazartesi günü açıklanan ödemeler dengesi rakamları bize olası bir krizin ilk işaretini veriyor.Merkez Bankası açıklamasına göre, geçen yılın ocak ayında 139 milyon dolar olan cari işlemler açığı bu yıl ocak ayında 738 milyon dolara yükseldi. Ocak ayında mal ticareti dengesi 906 milyon dolar ve yatırım geliri dengesi 451 milyon dolar açık verirken, hizmetler dengesi 395 milyon dolar fazla verdi. Turizm gelirlerinde ise olumlu seyir devam ediyor, ocak ayında 602 milyon dolar turizm geliri elde edildi.738 milyon dolarlık cari işlemler açığı, 1 milyar 988 milyon dolar net sermaye girişiyle finanse edildi. Bu net girişin 1,5 milyar dolarını ocak ayında Hazine’nin uluslarası piyasalarda ihraç ettiği 30 yıllık ABD doları cinsi tahvil oluşturuyor.Bu açık rakamı piyasaların dudağını uçuklattı. Çünkü geçen yılın neredeyse 5 katı bir açık rakamı ile karşılaştık. Üstelik durum bu kadarla da kalmıyor. Devam edelim:Ocak ayında resmi rezervler 192 milyon dolar artarken, kayıt dışı giriş-çıkışları gösteren net hata noksan kalemi eksi 1 milyar 205 milyon dolar olarak gerçekleşti. Türkiye’ye 2003 yılının tamamında kayıt altına alınamayan 5.1 milyar dolar tutarında fon girişi olmuş ve bu giriş 6.6 milyar dolara ulaşan 2003 yılı cari işlemler açığının finanse edilmesinde önemli rol oynamıştı. Geçen yılın ağustos ayından beri ilk kez net hata noksan kaleminde eksi bir rakam görülüyor. Ayrıca ocak ayındaki çıkış, Irak savaşı belirsizliğinin yaşandığı geçen yılın ocak ayında görülen 944 milyon dolarlık çıkışın bile üstünde gerçekleşti. Ve üstelik dış ticaret verileri, cari işlemler açığının önümüzdeki aylarda da devam edeceğinin sinyallerini veriyor.Türkiye ekonomisi büyüyor. Ama bu da aslında manipülasyona açık bir argüman. Şöyle ki: Ekonomi geçen yıl yüzde 5.6 oranında büyüdü. Bu yıl yine yüzde 5’lik bir büyüme olacağı tahmin ediliyor. Ama toplumun geniş kesiminde bu büyümenin etkisi hissedilmiyor.Bakın meseleyi şöyle anlatalım. Ekonomi büyüyor değil mi? Evet. Hatta ciddi bir verimlilik artışı yaşanıyor. Verimlilik DİE verilerine 2003 yılınında % 7, 4 arttı. 2003’ün son çeyreğinde, üretimde çalışan kişi başına kısmi verimlilik kamu sektöründe %14.2, özel sektörde %12.5, toplam imalat sanayi sektöründe ise %11.9 arttı. Ama 2003’ün ikinci yarısında hızlanan verimlilik artışında, üretim artışının olduğu kadar çalışan sayısının azalmasının da payı var, özellikle kamu sektöründe. 2003 yılının dördüncü çeyreğinde kamu sektöründe çalışan sayısı %10.7 azaldı. Özel sektörde çalışan sayısı ise sadece % 0,9 artarken, toplamda imalat sanayinde çalışan sayısı 2003’ün son çeyreğinde 2002’nin aynı dönemine göre % 0,5 azaldı.Verimlilik artışı sadece işçi çıkartarak olmadı. Ücret kesintileri de önemli bir etken. Yine DİE verilerine göre imalat sanayinde üretimde calışanların kazançları 2003 yılının dördüncü çeyreğinde de azalmaya devam etti ve %0,9 geriledi. Yani 2003 yılında 2002 yılına göre imalat sanayinde üretimde çalışanların reel kazancları %6.3, üretim dışında çalışanların reel kazançları %0,4 düştü.Ama siyasi iktidar bunları dile getirmek bir yana, dile getirenleri de “Tu-kaka” ilan etti. Bunların yerine borsanın nasıl coştuğu faizin nasıl düştüğü, doların TL karşısında nasıl yerlerde süründüğü anlatıldı.Bir de tabii ki 30 yıldan bu yana ilk kez tek haneli rakamlara düşen enflasyon oranları meselesi var. Ama işet yukarda DİE rakamları anlatıyor; işçi çıkar, insanları öldüresiye çalıştır, ücretleri artırma hatta mümkünse düşür. Tüketecek kimse olmayınca tabii ki enflasyon da düşer. Eğer bana inanmıyorsanız tanıdığınız bir esnafa sorun. Büyük olasılıkla şöyle söyleyecektir:“Piyasada hareket yok ki enflasyon olsun.”Türkiye ekonomisi sıcak paranın sırtına binmiş gidiyor. Ne kadar gideceğini ise bu sermayenin tavrı belirleyecek. Uluslararası sermayenin politik angajmanları ise zaten herkesçe malum. Yani AKP hükümeti dışarıyla arayı iyi tuttuğu sürece para akmaya devam edecek. Böyle olduğu sürece de piyasalar tüm politikalara, ekonomi ile ilgili olsun olmasın, alkış tutmayı sürdürecek. Hükümet de piyasalaradan güç alıp daha cüretkar adımlar atmayı sürdürecek.Ama ya günün birinde Türk toplumunun kabul edemeyeceği bir taviz gerekirse..?Bunu da o zaman düşünürüz, değil mi!Para, Para, para