Ezeliyetsiz ve bekalı duygularımız sandığımızın aksine son bulmaz sonlu bedenlerimizle birlikte.Hepsi aslında bize ait olup bizden çok önceleri doğmuş birer ruhlar ve bu efsunluktur belki de bizim onlara daha da bağlanarak daha insan olmamızı sağlayan.Gözünü kırpmadan bir insanın canına kıyan, yeni doğmuş bir bebeğin ırzına geçen,beyninin duygusuzluğa programlandığı androidlerin diğer adı ise sıradanlıktır her şeyi maddi görüp ne efsuna ne ruha tapınan… Başkalarının duygusuzluğudur çoğu zaman bizim duygularımızı ortaya çıkarıp depreştiren,bi kabullenemeyiş, insan olduğunun en farkında olduğun zamanlarda kocaman insansızlıkları görmek duygu havuzunda can yeleği ile dahi ve hatta boğulmamıza vesiledir.Doğduğumdan bugüne umutları, hayalleri sandığım can yeleklerinin son noktasıdır umutsuzluğum ve en dışarılara fışkırdığı duygularımın…Her insan bir duygudur,her insan başlı başına korkudur. Korkudur aslında tüm mevcudiyetin ve duyguların kaynağı.”Bu ağaçtan yeme” dayatmasının ta kendisidir korku ve ona itaatkarsızlığın sonucudur esas dünya korkusu.Korkuyu tatmıştır ilk insan önce,yapmak ile yapmamak arasında gidip gelinen kararsızlığın annesi korku,kararı çocuklarına bırakmış;özgürlük ve korkunun birbirinden ayrılmaz ilişkisine ortam hazırlayarak taa bugünlere taşımıştır.Korkuyla doğup büyür insan,korkuyla dünyaya getirir bebeğini bir ana ve sanmazken korkuların akışkan sıvısının çocuklarına kocaman bir hayat pompasıyla salgılandığını,kocaman korkularla büyür çocuklar aslında.Damarlarda dolaşan kıpkırmızı kan geçmişin,şimdinin,geleceğin korku izlerini taşır,sadece bir anlık şehvette yaşarken asıl korkusuzluğu.Alışır ona ve yaşayamaz korkusuz!Tarih de korkusuz yaşamamıştır çünkü.Korkmuştur ilk insan,tanrılar yaratmıştır kendine tanrısız yaşamanın vereceği korkuyla,hissetmiştir onu ve korkmuştur da korkudan ibaret kendisinin yarattığı korkulu ilahiden…Ruhlara inanç ile başlayan bu süreç nesneye tapınmasına dönüşen fetişizm çağına,ordan çok tanrıcılık ve sonrasında tek tanrıcılığa ve hatta panteizm denilen evren birleşiminin de dahil edildiği hep tanrıcılığa dönüşmüştür.Güneş ,Ay, toprak,su,su aygırları,sürüngenler,rüzgar,atmosfer tanrı kılınmıştır.İnsanların korkusunu paylaşacak korktuğu tanrılar…Bu savaşımda,bugünün ilk oluşumlarının oluştuğu dünya;zaman,korku ve korkusuzluktan ibarettir,her iki taraf her biri için biri olabiliyordur.Kendi inanç ve ölçütleri, karşıdakini korkusuz yapmaya yetiyordur;bir iftiralar bütünü,bir savaş,bir alay, 2 hidrojen ve 1 oksijenin yerini sadece korkunun aldığı kocaman bir duygu denizi. Sonraları herkesin,her şeyin gene bir sınır çizgisinin varlığı ile ikiye ayrıldığı;daha ılımlı korku ve korkusuzluklar oldu,bir şeyler duruldu,bir savaş bitti,diğeri başladı…Özgürlükler savaşı, öncesinin korkusundan gelme ;soyut olarak her daim olduğu fakat sonuçta bir an olsun dindiği sanılan korku gene bir geçiş yaptı soyuttan korkunun başka amaçlar uğruna şahit olduğu somuta.Nelere şahit olmamıştı ki zaten…Küçük uygarlıkların büyük savaşımları,beraberinde gelen imparatorluklar,onları yıkıp geçen devrimler,devrim sonrası devrimler ve devrimler…Hiç birşeyin yerinde saymadığı,her şeyin yerinde sayılmasının korkuya meydan okuyan korkusuzluğun galibiyeti ilan edildiği nice korkulu günler…Milattanönceler,sonralar,yüzyıllar,70 ler,80 ler ve yeni bin yıl…Sevinç,hüzün yanında korkudur baktığımızda en geriye gözyaşlarının anası,bugün ne isek,hangi oluşumun içindeysek kocaman bir tuzlu denizde yüzüyor olduğumuzdur tek gerçek ve asla inkar edemeyeceğimiz bir türlü sona ermemiş oluşumlar sürecinin getireceği daha nice gözyaşları içinde boğulacağımızdır nihayetindeki en gerçek.Ve nasıl bir anadan gelmişsek bu tuzlu denize,9 ay boyunca karnında yüzmeyi öğrenerek,gene o şekilde boğulacağız onların gözyaşı denizinde hak ederek.Korku ile başlayıp sona eren uzunlu kısalı hayatların arasına sıkıştırılmış bir sürü duygu.Ne kadar,nasıl yaşamışlığın ölçütü ne kadar güldüğümüz,ne kadar ağladığımız,ne kadar sevip ne kadar ihanet ettiğimiz ve uğradığımız ona,ya da ne kadar korktuğumuz mu?Yazının konusu sevgi olsaydı sevgi mi yapardım acaba her şeyin kaynağını?..Korkarak severiz derdim,sakınırız sevdiğimizi,beden ve ruhun salgıladığı korkudur,severken korkarız.Korkanken de severiz ki zaten,ama var mı ki içinde korkunun olmadığı bir sevgi, sevgisiz korku varken.Korku her zaman, sevgi bazen mi,tersi olsaydı ağlarmıydı sanki Fatma teyze?“Kimseden korkmayan kişi herkesi korkutan kişi kadar güçlüdür.”( Frederich Von Schiller)Kimse korkunun yaşanış biçiminin tarif edilemez binlerce duygu gibi boyut değiştirmediğini söyleyemez.Bazı şeyler daha içtenlik ya da yapaylık kazandı elleri tetikte zamana karşı.Mesela daha yapay sevilebilip daha içten yalan söylenebiliyor artık.Ya da daha yapay ağlanıp,ağlarken çok daha içten gülünebiliniyor.Daha az masum olunabiliyor,öyle yetişebiliyor,yetiştirilebiliyoruz artık.Ya da tüm bu duyguları,eskiden duyduğumuz değerlerin tam terslerine hissediyor da olabiliriz.Kim söyleyebilir korkularımızın kaynaklarının değişmediğini?Eskiden sevmeye kıyamayıp,sevmekten korkan insanlar itiştirildiği için hayatın bir köşesine,elinde bulmuşken bir ölüm makinesini,tetikte iken parmağı,iblis kolayca hakimiyet içindeyken ruhunda,bu sefer öldürmekten korkar insan.Ve gene korkmadan hiç birşey ve hiç kimseden,öfkesiyken can yoldaşı;izin vermemezlik yapmaz kalkmak isteyen ellerine,yıllarca kahrını çeken kadına karşı.Ezelde ve hala aktif olan ölüm makineleri yalnız savaş alanlarında değil her bir kimsenin elinde görünür olmuştur şimdilerde.Küçücük çocukların…Korkusuzluğun bu yolla aşılandığı minik çocuklar,ilerisi ve ilerisi…Gözyaşı…Korku,korkusuzluk ve endişe ve hırs getirdi makinaları,savaş makineleri öncesinde ve sonra her yerde…Korkuyu dindireceği yerde onu körükleyen bir teknoloji,ölüm makineleri…Silahlar…Savaşmadan önce tok olma ihtiyacı,aç kalma korkusu,buna bağlı avlanma isteği ve ne ile olursa olsun bir ölüm aleti ve barutun bulunması,tabanca!Kökü Asya’da Türkler ve Çinlilere dayanan barutun ölüm makinesine dönüşümü.Öncesinde sopa ve taşlar gene,çok başka amaçların aracı olabilip de şimdi karşı apartmanımdaki Fatma teyzenin kocasının elinde gördüğüm,onun vücudundan hız alarak yukarı kalkıp inen.Bu görüntüye şahit olan 2 çift minik korkulu göz ve yukardaki camımdan şahit olan benim gözlerim.Sesli saydığım küfürlerin işe yaramadığını anlamamın uzun sürmeyişi ve 155 i aramak üzere elime aldığım telefon,uzun çalan dııtlardan sonra cevap vermeyen bir polis merkezi,sokaktaki yaratığın elindeki sopanın ilkelliğine inat odamda duran teknoloji harikası(!)bilgisayarım,google ve semtimin bağlı olduğu polis karakolunun numarası…Ve bir polis sesi,benim korkulu titreyen sesim,olayı aktarışım,durumun gereken ciddiyette anlaşılıp anlaşılmadığına dair kuşkularım ve “ekip gönderiyoruz hanımefendi”iletisi karşı taraftan.Camdaki bekleyişim,polis memurlarının gelerek ileri saatlerinde daha beter bir korku yaşayacağını düşünerekten ilk başta direnip sonra ifade vermeyi kabul eden Fatma Teyze,kasım kasım gerilerek yürüyen karakol yolundaki insan görünümlü adam ve ellerinde süpürgeleriyle ortada kalan iki minik yavru.Ve geriye kalan sonuçlanmamış bir olay örgüsü,şikayetçi olunmamış bir ifade sonrası tüm korkuların bir formaliteden ibaret kalışı,geri dönüşler ve devamının içerde devam edeceğine inandığım sokak ortasındaki şiddetin ta kendisi.Eskilerinkinden farklı bir amaca alet olmuş bir sopanın şimdiki, burada ve her yerde sahip olduğu görev,bireysel,ailesel,toplumsal şiddet.Eski amaçların yeni teknolojilere ev sahipliği yapması fakat eski araçların,eskisinden çok daha büyük bir ilkelliğe alet olması.Taşların,sopaların dili olsa da konuşsa. “Birşeylerin simgesi de oldum,evrensel de oldum” diye bağırabilseler de mesela.Aslen Filistinli,Kudüslü Hristiyan bir ailenin çocuğu,ABD de Ortadoğu uzmanı olan,antioryantalist bakış açısı ile batıyı göz ardı ederek çekinmeden Filistinli gençlerin simgesel taş atma eylemlerine katılım göstermesiyle bir korkusuzluk örneği sergileyen ,çektiği fotoğraf ile de Filistin savaşını dünya gündemine taşımayı başaran Edvard Said. Köpeklerin, yoldan çıkan boğaların kafalarını,kaplumbağaların bağalarını,sesi çıkan öğrencilerin bedenlerini yaralayan,isyankar toplumların siyasi meselelerinden ötürü konsolosluklara savrulan,ve hatta Mina Dağı’nda şeytana sonra; insan olan seni insandan savunmak için joplarla birlikte üzerine gelen kalabalıklarda ele alınası ilk akla gelen minik taşların ruhlarının göklere yükselerek kocaman bir göktaşı oluşturması ve bunun dünyaya çarparak kendi kendimizi yok edeceğimiz haberlerinin tüm dünyada yankılanması…Dünyanın uyuşturucusu yukarıdan aşağıya yayılan korkusuzluk oksijeni;kim solursa iliklerine kadar, hangi bölgeye yayılmışsa en çok,orası korkusuzluğunu yaymak için görev bilir kendine bu havayı solumayı.Ve sürüp gider böyle dünya telaşı…Ve açılma vaktiyse kabuğundan dışarı,rüyalarında görüyorsan ayaklarının altından kayıp giden karaları,savaşları,biri ağzını açacak olduğunda anlatmasını bekliyorsan engin deryaları ve şaşkın balıkları ve gerçekten istiyorsan insan olmanın ötesine doğru kanatlarını çırpmayı; patlat bir şiir Orhan Veli’den, hey gidi duyguların üstad-ı…