Konu Coen kardeşler olduğunda, açıkçası nereden başlayacağına karar vermesi zor olabiliyor insanın. Tıpkı Mıller’s Crossing’deki Tom Reagan’nın sisli bir günde, şapkasının altındaki kafasından neler geçtini anlamak gibi. O şapka ki, kahramanımız türlü cenderelerden geçmesine, üstü başı paramparça olmasına rağmen, kafadan hiç düşmez dehşetengiz umursamazlığıyla. Ancak bu umursamazlığı, Matrix Revolutions’daki gözlerden hiçbir ortam ve koşulda düşmeyen gözlüklerin, kibir-i komikliğiyle karıştırmamak lazım tabii. Hem, Tom Reagan viskisini lazerle eritilmeye hazır tabletler halinde değil, geleneksel olarak şişeden, sahanda yumurtasını da muhakkak sekiz defa çırpılmış tercih eder. Daha az ya da daha çok çırpılmış yumurtaya kanacağını sanmayın, zira kendisi, en az, içkisini sadece çalkalanmış (karıştırılmış değil) içen başka bir şahsın ayırd etme ustalığına sahiptir.Minnesota’lı Coen kardeşler, 1984 yapımı ilk fimleri Blood Simple’dan bu yana yaptıkları filmlerle, salonları boşaltanların surat ifadelerini ikiye bölmeye devam etmektedirler. İlk kategoriye giren insanlar, ki salonları erken terkedenler de bu kategorideler, IQ seviyeleri 70 cıvarında seyreden, ekşi suratları oluştururken, diğer kategori, çoğunlukla filmin ardından hemen koltuklarından kalkamayan, açık kalmış ağızlarını kapatmak için zamana ihtiyacı olan, IQ`su 40 ile 180 arasında seyretmesine rağmen, aptallaşmış insanlardan oluşmaktadır.Kardeşlerden Joel yönetmenliği, Ethan yapımcılığı üstlenir ve yazım işini de genelde birlikte yürütürler. Aslında bu iki adamın birşeyleri yeniden keşfettikleri filan yoktur. Yaptıkları yegane iş, basit gerçekleri inanılmaz detaylarla insanların gözüne sokmak suretiyle, onları gerçeküstünün deforme kalıntıları haline dönüştürmektir. Bu nedenle çoğu zaman kopyacılıkla suçlandılar, çizgi film tadındaki karakterleri ve öyküleriyle alaya alındılar, nihayetinde işlerine kattıkları inanılmaz hayal gücü ve zekalarıyla bir sanatçı olarak da alkışlandılar.Raising Arizona, Road Runner karakterleriyle örülmüş bir iş gibi görünür, Barton Fink’de Kafka’dan tutunuz William Faulkner’in sarhoş modeline kadar göndermeler, The Big Lebowski’de de loser bowling kralı Ralph Kramden’den esintiler bulmak mümkün. Bu etkileşimler ve etkileşimlerin çeşitliliği, Oh Brother Where Art Thou ? filmlerinde doruk noktaya çıkar. Öyle ki, Homeros’un İlyadasından-Homer’s The Iliad The Odyssey ( Tek gözlü çikloplar- John Goodman, arkadaşlardan birinin kurbağaya dönüşmesi vs) Looney Tunes (Baby Face Nelson) karakterlerine kadar. Hatta film, Preston Sturges’in klasiği Sullivan’s Travels base alınarak yapılmış, görüntüleri dahi sepyavari düzenlenmiştir. Ama bunların hiç biri sır değildir tabii, işin büyüleyici tarafı da, bu sentezin başarısı olsa gerek.Bütün bu etkileşimler bir tarafa, onlardan etkilenmiş yapımları görmek olası. Mesela son yıllarda Spike Jonze, yakasını Coen’lere fena halde kaptırmış yönetmenlerin önde gideni olarak göz doldurmakta. Being John Malkovich’ten sonra, Adaptation’da da Coen lezzetini bulmak mümkün, özellikle çıldırma noktasına gelmiş, tıkanmış yazar modundaki Barton Fink tadını.Buradan, biyografileri, filmografileri ve Intolerable Cruelty hakkında bilgi edinilebilir.
yorumlar
henüz ilk çalışmalarından itibaren, Hollywood’un önemli bağımsız figürlerinden biri oldular. Özellikle Barton Fink gibi, bir çok kişiye göre, kendi türünde başyapıt sayılabilecek bir filmden sonra, Amerikan bağımsız sinemasında ismini duyurmuş her yönetmenin, senaristin başına gelen olayla karşılaşmaları, elbette kaçınılmaz olacaktı. Sonuçta büyük stüdyolar Coen biraderleri de keşfedecek, onların yaratıcılığındaki gişe potansiyelini değerlendirmek için kardeşlerin önüne daha büyük imkanlar sunacaklardı. Bu noktada düşünülen şey genelde, “tamam bunlar da büyük stüdyolarla çalışmaya başladı, artık özgünlük, yaratıcılık hak getire” şeklinde kaygılar olur. Coen’ler için de bunları aklımızdan geçirmedik değil ama Barton Fink’in hemen ardından gelen The Hudsucker Proxy ve onun ardından muhteşem Fargo ile Coen biraderler, artık büyük stüdyoların çekim alanına girdikten sonra tüm bu kaygıları boşa çıkarırcasına ve sadece “imkanlarımız genişledi, olanaklarımız büyüdü, büyük firmalarla çalışıyoruz ama yaratıcılığımızdan bir şey yitirmedik” der gibi The Big Lebowski ile karşımıza dikiliyorlardı. The Big Lebowski ile biraderler, komedinin, kara mizahın (hatta çok tehlikeli bir alan olarak da yorumlayabileceğimiz ve iyi bir ustanın elinden çıkmıyorsa seyirci iğrendirebilecek bir tarz olan durum komedisinin) doruklarında gezinmekle yetinmiyor, Amerikan sinemasında Vietnam’a belki en özgün en farklı bakışı sunuyor (izleyenler Vietnam’dan dönüp psikolojisi bozulmuş Amerikan vatandaşı yahudi’yi oynayan John Goodman’ın muhteşem performansını hatırlayacaktır), zaman zaman Eagles, Metallica, Çiçek çocukları, postmodern sanat, 68 kuşağı, Nihilizm gibi bir takım popüler ikonları ve artık her ağızda içi boşaltılarak kullanılmış olan kavramları hayran bırakacak derecede zekice düzenlenmiş dialoglarla yerden yere vuruyordu. Tüm bunların arasına da hüznü, tadını hiç bozmadan ve hikayede anlatılan hiçbir şeyi gölgede bırakmadan, filmin en etkileyici noktalarına yerleştiriveriyordu. Coen biraderleri büyük stüdyolarla çalıştığı ilk ciddi işinde ön yargı ile izlemeye gitmiş olan izleyici de sinemadan çıktığında dudaklarında uzun süren bir hüzünlü gülümseyiş ve şaşkınlığı bir arada taşıyabiliyordu. Korkulan olmamış büyük stüdyolar ve büyük paralarla iş çıkaran biraderler, hem kendi kitlesini memnun edebilmiş, hem de gişede başarılı bir hasılat yakalayıp isimlerini herkese duyurmuşlardı. Ardından gelen oh brother where art thou ve the man who wasn’t there gişede aynı başarıyı yakalayıp Coen yaratıcılığını satın alan studyoları mutlu etti mi bilemiyorum ama Coen işlerini izleyen benim gibi sadık bir izleyiciyi özellikle de 2001 Cannes’da biraderlere en iyi yönetmen ödülünü kazandıran the man who wasn’t there her zamanki kadar memnun bıraktı ve ne zaman yeni bir filmlerini izleme şansı bulsam koşa koşa gidip sinemada yerimi almamı sağladı.Bütün bunlardan bahsetmişken bir ek olarak bazı oyunculara takıntılı olan biraderlerin de filmlerinde seçtiği oyuncuların performanslarını doruğa çıkardıklarını söylemeden geçmek olmaz. Tim Robbins’in the hudsucker proxy’de, Jeff Bridges’in The Big Lebowski’de, George Clooney’nin Oh brother where art thou’daki kendi oyunculuk stillerinin oldukça dışında, farklı ama göz kamaştırıcı performansları bunun en iyi kanıtı sanırım. Diğer yandan biraderlerin vazgeçemediği isimler de ( John Goodman , Steve “hastasıyım” Buscemi, John Turturro) yer aldıklar her farklı Coen projesinde farklı etkiler bizi.Bu sıralar, bizim tv’lerde boy gösteren Baba isimli bir diziyi yöneten Taylan Biraderler’i (sanırım buydu adları)de hatırlamadan edemeyeceğim. Demezler mi ki insana a güzelim wachowski, coen derken birader konsepti yerine sanattan bir şey kapsanız ilimden irfandan ilerlemeden bir şey kapsanız, neşeli adımlarla ilerlesek ay feza mutluluk yolunda, lakin nerde.. Blog yazarına ayrıca teşekkür ederken, çok yerinde olduğunu düşündüğüm Spike Jonze saptaması için de tebriklerimi iletiyorum…
kimmis bu taylan biraderler merak ettim, bir link verseydiniz keske. bir arama yaptim, as_kim as_kim sekinde bir kelime grubuyla karsilastim, utandim ve de ayipladim dogrusu :)steve buscemi adami hasta edecek adamdir zaten, lakin kendisine kafayi takmis tek sinemaci Coenler diildir. Reservoir Dogs`daki bay pinki ve de, `niye ben pink oluyomusum` ifadesini unutmak mumkun mudur :)Tarantinonun kulaklari zinlasin, Pulp Fictionda da karsimiza cikardi kendisini. Bir de robert rodriguez tiriviri yaptirir durur ona, hic sevmem.Ben sahsen kendisinin su filmle hic sahip olamadigi karizmasinin doruklarina ciktigini dusunuyorum. Kostura kostura izlemeye gittigim su filmdeki yonetmenlik performansinda ise, gozlerimi seyirtmek suretiyle gozumden dusmesine mani oldum, zira tapmaktayim kendisine. Biraz dagitmak gibi olcak ama, benzer bir alakayi dominique pinon`a da duymaktayim, hakki gecmesin, operim dominikcim 🙂
izlemek fırsatını bulmuş ve fakat şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir başka meşguliyet sebebi ile sonraya bırakmış bir daha da izleyememiştim. Edinmeye bakalım tekrar kısa zaman içerisinde, gerekirse göz seyirtiriz. Hazır blog’u steve buscemi blog’una çevirdik çeviriyoruz, hem coen’ler için hem buscemi için bu da izlensin, sevilsin buscemi çok sevilsin şeklinde kampanyavari bir yaklaşımla bitireyim ahkâmımı.
Haklarında bir şey yok hakikaten nette, abidik gubdik tv yapımlarından bir kaçında ismi geçmiş durul ve yağmur taylan isimli iki kişi ve hiç değilse bir önizleme, fikir sahibi olabilme şansı adına:Taylan Brothers
hem renkli hem siyah beyaz izlediğim the man who wasn’t there filminde takılmış durumdayım. abi nasıl ve neden hem siyah/beyaz hem de renkli. sinemalarda s/b oynadı, televizyonda renkli.
o filmde kaldım. Çünkü filmi resmen büyük uğraşlar silsilesi içinde izleme olanağı buldum. Yani bu Filmi geçen kış Ny’da izleme şansı buldum gibi bi cümle olmadı benim için. Önce filme beraber gidelim diye platoniklik yarattığım kişi filme gelmedi, ilk deneme başarısız oldu, ardından filme bilet alıp hafif dolanayım derken seansı kaçırdım, ardından başka bir şehirde film isimlerini karıştırıp geçmişi olmayan adama gittim. En sonunda aldım evde izledim. Hiç zevkli olmadı..
Baby 700 başka bi blogun altında bu adamlara bissürü laf etmiş “Yahudi, çirkin, süprüntü” diye; bu adamlara süprüntü diyen sinemadan zerre anlamıyordur, ya da baby 700’ü böyle konuşturan başka bişey var, nedir hacı??
baska ne gibi bir nedeni olabilir ki :Ptabii ki anlamiyo, yani anlayamiyo, naapsin yani ? yazik diil mi ona, , boyle aleni bi sekilde oynuyosunuz bir fukaranin gururuyla … Cok ayip bisi, hiiiia clay-pool simdi farkettim, kendisinin bu ikiliye ozel zaafi oldugunu bilmez misiniz, aman diyim siz naptiniz…:)
bu adamlar çok güzel masal anlatıyorlar, izliyosun izliyosun izliyosun, türkiyedeki ilk eroin fabrikasında çalışırmışcasına mutluluktan uçuyorsun.
The Big Lebowskihasta etmişti beni…