Gözler kalbin aynasıdır, bu imajda onun kalbini göremiyoruz.
Gözler kalbin aynasıdır, bu imajda onun kalbini göremiyoruz.

The Aviator / Göklerin Hakimi, kıdem aldıkça lafı ağzında geveler olan yönetmen Martin Scorsese‘nin 2004 tarihli filmi.1905-1976 yılları arasında yaşayan sinema yapımcısı, pilot, uçak tasarımcısı, hava yolu şirketi sahibi, hastalık hastası, paranoyak, yarı sağır, şımarık, zengin Howard Hughes’un yaşamının 1927 – 1948 arasındaki bölümünden kareler…ABD’li kafadan sakat zengin bir adamın hayatından parçaları (daha doğrusu bu filmi yapanların onun hayatına dair yorumunu) izlerken ne beklemeliydim tam olarak bilmiyorum ama aslına uygun kostüm terziliği ve mekân işçiliğinden daha fazla bir şey beklediğim kesin. Çünkü ekranda gördüğüm şey beni kesinlikle tatmin etmedi.Fazlasıyla Freudiyen bir film bir kere. Hughes çocukken, annesinin özenli temizlik alışkanlığı yüzünden, salgın hastalık nedeniyle ölmekten kurtulmasından öyle etkilenmiş ki, bize gösterildiği haliyle, ömrünü hep çocukluk korkuları yönetmiş.Hughes’a dair bu “tespit” bana fazla “eski moda” geldi. Yeri geldiğinde çok sosyal olup herkesle tokalaşmasını bilmesini ve sürekli yenisini bulduğu kadınlarla gayet doğal biçimde sevişebilmesini açıklayamayan bir tespit. Upuzun bir filmin senaryosu, işine geleni açıklayan bir varsayıma dayandırılamaz. Hele bu varsayım on yıllardır, alanın uzmanları tarafından hallaç pamuğu gibi atılmış, eksiği gediği bir güzel ortaya konulmuş klasik psikanalitik kuramın, üstelik bir de Cin Ali kitabı derinliğinde yapılmış yorumuna asla. Israr edilip dayandırılırsa böyle zayıf bir film çıkar ortaya.

Filmin son yarım saatinde Hughes’in hastalıklı varoluşuna Amerikan rüyasının (serbest girişim hakkının, liberal ekonominin) savunucusu rolü yamanmaya çalışılmış. Olmuş mu? Yama gibi duruyor işte.Filmin işçiliği güzel. Olayların geçtiği tarihlerin kostümleri, araç gereçleri, mekanları gayet güzel gözler önüne serilmiş. Gerçi o yıllarda “şeylerin” böyle olup olmadığını bilmem mümkün değil. Daha önce izlediğim filmlerde anlatılan “o yıllara” benziyor diyebilirim en fazla. Hollywood’un iyi işçilik örneği ürünlerinin temel sorununa gelip dayanmış bulunuyoruz bu vesileyle. Size bir sır vereyim, yaklaştırın kulağınızı: Bir filmde –yani senaryoda- insanı diğer insanlarla ilişkileri temelinde, dürüstçe (yani kendi varoluşunuzdan bildiğiniz gerçeklerle uyumlu; yani önce kendinize karşı dürüst olarak) işlemezseniz, kostüme, özel efekte, fon müziğine bel bağlarsanız; sonuçta yaptığınız şeyin bütününden kuşku duyulur. Önce insan gelir. Onu iyi anlatmalısınız. Geriye kalan her şey daha az önemlidir. Bir başka deyişle eserin iyi işçiliği ile sarhoş olmak iyi bir şey değildir. Ama özellikle bütçesi yüksek, çalışan uzmanı çok olan filmlerde sık sık bu yanlış yapılır. O yüzden yüksek bütçeli, iyi oyunculu, iyi yönetmenli, iyi kostüm tasarımcılı ama kötü senaryolu birçok film vardır.Yazmadan geçemeyeceğim bir şey daha var. Leonardo DiCaprio iyi bir oyuncu değil, iyi bir oyuncu olamaz. Çünkü bu fizyolojik olarak mümkün değil. Öylesine temiz, pürüzsüz bir yüzü var ki o yüze hiçbir şey oturmuyor. Hughes’un hayatından 21 yılın anlatıldığı filmde, yüzünde, bakışlarında makyajla yapılan rötuşlar dışında bir değişim yok. Ya da bana öyle geliyor. Sonuçta buraya “bana öyle gelenler”i yazıyorum.Benim filme takdir ettiğim not on üzerinden 4, yüz üzerinden 43.