11 Eylül hesabına

William Burroughs’un, Junky adlı kutsal romanınında öyle bir Amerika vardır, Kerouac’ın, Bukowski’in, Henry Miller’in Amerikası, haysiyetli ama yitik bir Amerika. Kaliforniya’nın nurtopu gibi besili Amerikası değil, Bob Dylan’ın, Dead Kennedys’in, Allen Ginsberg’in Amerika’sı. O Amerika’ya şuradan gidiliyor: Burroughs abimiz, henüz yaşayan efsane olmadan önce (Şimdi mezarın derinliklerinde, o başka), New York’un narkotik dağıtımının yarısını gerçekleştirirken, metroda uyuya kalan sarhoşları, onların cüzdanlarını çalarak yaşayan madde bağımlılarını anlatmak daha aklında yokken, peşindeki aynasızlardan kaçmak için New York’tan çıkıyor yola.

Hava açık, yol düzgün, yerel radyoda bir country şarkısı cazırdıyor, yol işaretleri devriliyor domino taşları gibi arkanda, Faulkner’ın şiir gibi yazdığı geri zekalı, yoksul ve ırkçı çiftçilere rastlıyorsun yol kenarlarında, Steinbeck’in alkolik avukatlarına, Tennessee Williams’ın 50 yaşına kadar bakire kalıp deliren, püriten-protestan kadınlarına.

Hastayım ben bu Amerika’ya. Dediğimde, diyorlar ki: “Kahrolsun Amerika”! İyi de kardeşim, hangi Amerika?