Yine geç kaldım. Bir “an” ile kaçırdım servisi. Koşsam peşinden belki… Yetişir miyim? Yakalar mıyım? Bugün gitmesem? Bensiz batar mıydı koca şirket? Yâda dünyanın dengesi falan bozulur muydu? Bilmem. En iyisi bu konuyu şu boyozcu da ayaküstü kahvaltı ederken düşünmeliyim beklide. Karbonhidrat ve çay eşliğinde…Bir büyük su bardağı (duble dedikleri) çay ve iki boyoz geldi önüme. Bu aralar pek sık geç kalıyorum anlaşılan. Daha sipariş vermeden geldiğine göre masanın üstüne acil kahvaltım, tezgâhtarla da tanışmanın vakti gelmiş de geçiyor bile…Lakin pek sohbet edemedik. Sudan konu da pek olmadı. Kah yeni müşteriler kah diyafonun sesi kesti iki satırlık acil muhabbetimizi. Çay ocağına geri döndü hemen. İçime de bir yalnızlığı ve sessizliği gömdü gitti. Söylenebilecek tonla laf vardı aslında. Sebepler ve sonuçlar üzerine. Mücadele etmeye dermanım yok ki. Sempatik görünmeye ve ‘sizdenim’ demeye olsun… Of… Geç kaldım…Geç kaldım… Ama hayattayım hala… Belki tüm etrafımda olanlarla, diğer insanlarla, onlarla yaşamadığım için uzaklar bana, içerliyorlar. Belki pek huysuz olduğum için. Bilmem… Belki hepsi benim paranoyam sadece canım sıkkın olduğu için…Kimileri için… Görünen her şey güllük gülistanlık, eminim. Burada, süper rahat huzurluyum. (Öyle olmamasına rağmen sürekli sızlanmadığımdan huzurlu bir modda hüküm sürüyorum gibi görünmekte. Diğer diyarlardan) Zaten sorunlu olmaman dahi sorundur aslında. Kimileri için tuhaf bir durumdur. Ama öyledir… Derdimin dermanı iç’te bilirim. İyi de çözmek için bilmek yetmiyor. Bu da bilinen bir laftır ya… Neyse onlarca kahve sakinleştirse keşke yaşamın iz’lerini ve kimi izsiz’liklerini. Geriye bir tek -sess’izlik- kalıyor ki, o da çok fena. Sessizliğin nedeni izsizliktir ki; sözcükte bile fena duruyor aslında…Bindiğim bu dolmuş biraz hızlı gitse bari. Mendilim de bitmiş aksi gibi. İki… Bilemedim üç gün olsun. Burnumu çekmek sinir ediyor. Fırt… Fırt… Fırrrt… Bıktım. Bacaklarım ağrıyor, yağmurun habercisi… İhtiyarladım mı ne? Bir yerlerim daha ağrıyor da habersizim. Tonla rakama bakmam lazım aslında bunları düşüneceğime. Tek başına bir işe yaramayan rakamlara, ama toplandıklarında sorun olan sayılara… Millete havadan bir iş gibi geliyor, ah ne yazık. Ne yazık ki; en başta da bana.Hafta sonu gelse de biraz dinlensem. Biraz beklemem lazım ama hafta daha başında. Koca bir hafta ve sonu daha geçti! Hayat da böyle, geçiyor. Haftanın sonu yanında küçük kalıyor, iyice ufalıyor. Ufalıp geçip gidiyor. Hiç gitmesem mi acaba? Bir telefon açıp derim ki “Ben gelmiyorum bugün. Ne haliniz varsa görün. Çok önemli meselelere kafa yormam lazım. ” da ne “önemli” meselesi ki? En iyisi biraz hızlı yürümek inince galiba…Yaklaşık saatin çeyrek kısmı kadar daha yürürsem varırım gibi geliyor. Bir çeyrek saat kısmı kadar süre daha… Zamanın göreceliğine, yâda kişinin durumuna göre nasıl değiştiğine ait bir şeyler anlatan bir hikâye vardı. Vardı da ben hangi arada derede bu denli yalnız oldum, tecrit ettim kendimi? Yâda edildim haberim olmadan? Hem kendi dünyasına dönen, hem bu dünyadan çıkmak için debelenen ben… İşte her şeyin orta yerinde abuk sabuk laflar söyleyen ben. Neyi kaçırıyorum? Servisi mi? Bir zamanı mı? Yoksa aklımın bir kısmını mı? Belki ben yapıyorum tüm bunları… Melankolikliği yâda efkârı… Evet, evet “Efkârı”. Bu “efkâr”da da “kar” hep benden oluyor.Bir düşünce hâkim içimde… Pürüzsüz nasıl olunur? Her şeyin bana patladığını düşündüğüm şu zamanlarda nasıl bir dingin ruh haliyle yaşanır? Öte taraftan, ekonomiyle ve toplumsal olaylarla mücadele ederken içimde patlayan fırtınaları kime anlatırım? Suskun bir deniz miyim ben? Susan, dalgalansa dahi konuşamayan… Bugün biraz içmeliyim. Çatlak taraflarımla sakinleşmeliyim belki de. De işte burada işi biraz bozuyor. Niye canım çekmiyor? Evet. Niye canım çekmiyor hiçbir şeyi? Neden bir ritim daha artmadı kalbimin vuruşu? Nerde durulur nerde vurulur bu yürek? Var mıdır öyle bir ihtimal acaba? Şiirler yazan ben, neden hissedemiyorum artık yüzüme vuran bu rüzgârın serinliğini!Az kaldı varmam gereken yere. Görünmeye başladı iyice. Günümün bir kısmını, dolayısı ile hayatımın hatırı sayılır bir zamanını geçirdiğim yere… Burada olmasam nerede olurdum acaba? Nerede bu kadar uzun vakit geçirirdim? Bu düşüncem hangi edepsiz özlemlerimin marifeti? Biliyorum aslında tüm sorularımın cevaplarını. Hayatımda olmayan birini özlüyorum. Kimi zamanlarda olduğu gibi. Yâda zaman, zaman olduğu gibi. Adını bilmediğim, telefonu dahi olmayan birini. Telefonu da fırlatıp attım hayatımdan ya. Bilsem ne olacak ki? Şimdi renksiz atmosferimde çalan fonda kulaklarım onu anıyor, onu hatırlıyor… Ona gidiyor tüm şarkılar… Bazen sigaradan bir nefes alırmışçasına başkaları girse de hayatıma, sigaranın tüm dumanları gibi ‘hayat’ olup gidiyor “o”na… O mu? Yok ki öyle biri…Bir iki adım sonra varacağım kapıya. Bir maske takıp yüzüme, herkese mutlu gülücüklerimle “Günaydın” diyeceğim “Günaydın… Gününüz güzel olsun” Burada olmasam… Tabi iki taraflı düşünmekte lazım. Dedikleri gibi “Objektif” olmalıyım. Benim haberimin olmadığı gibi “o”nun da haberi yok benden ve bendeki, “o”ndan. Sessizliğimin içinde bir resim sadece net gözükmeyen. Sanki bir renge takılmışımda diğer renkler fasa fisoymuş gibi, gibi, gibi…“Günaydın… Günaydın Hepinize eyyy ahali… İşte her şeyin ortasında ‘ben’. İşte her şeyin ortasında “yalnızlık”…