19. yy. başlarında çalışma etiği, üretimin temel unsuru çalışmaya can atan girişimcilerle, üretmeye isteksiz yoksulları birleştirebilirdi. 20. Yy. sonlarında kamusal tartışmaların ötesinde yeniden çalışma etiği tartışılır olmaktadır. Hem sorunların teşhisinde hem de çözümünde çalışma etiği geniş yer tutmaktadır.Büyük şirketlerin nezdinde teknolojik gelişmenin bugün ki ifadesi “küçülme” olmuştur. İşsizliğin ulusal ölçekte artması borsa da şirket hisse değerlerinde artış olarak gözlemlenebilmektedir. Bu da çalışmaya isteksiz oldukları için kınananlara karşı iki yüzlü bir duruşun varlığını göstermektedir.“Sınıfdışı” her şeyi kuşatıcı olmayan bir toplumda sınıf içerisine dahil edilmesi zorunlu olmayan insanların kategorileştirilmesini anlatır. Bu bir değer tercihidir. “Sınıfdışı” toplumun parçalarının toplamından daha küçük olabileceği varsayımına dayanırken, “sınıfaltı” parçalarının toplamından büyüktür.Sınıfdışı ortak değerleri reddeden ama kendini dışlanmış hisseden taraf olarak karşımıza çıkar. Aktif olan, eylem üretici ve yargılanan taraf olarak… Yargılayansa Amerikalı çoğunluktur Auletta’ya göre. Auletta sınıfdışının yarattığı sorunun çözümünün ayrı ayrı sınıfaltı parçaların niteliklerine uygun yollarla değil aynı tekniklerle giderilebileceğini düşünüyor. Ayrıca “sınıfdışılığın” sadece yoksullukla ilgili değil, toplumun sınırlarının özümsenememesinden de kaynaklandığını belirtiyor, Auletta.Bugün çalışma etiği bağımlılığı indirgemekte bir vasıtadır. Bağımlılık giderek kötü bir kelime olmaktadır. Bazıları refah devletinin yoksulların ve alt tabakaların zorlukla kazandıkları bir başarıları olduğunu söyler. Bu olsa olsa üreticilik işlevinin gücüyle ilgili olabilirdi. Emeği satın alınabilir satılabilir ve yeniden satın alınabilir bir metalaştırmayı sağlar refah devleti. Endüstriyel istihdamın yerine getirdiği iktisadi-siyasi vazifeler göz önüne alındığında, refah devleti boşta gezeni istihdam eden bir yatırım olarak görülebilir. Günümüzde artık refah devletleri modası geçmiş “çırpınışlar” olarak algılanıyor. Bu düzen içerisinde en iyi yoksul da göze görünmeyen yoksul olarak algılanmaktadır.modern toplumdan post-modern topluma veya tüketim toplumuna geçişte işte böyle bir değişme meydana geldi. artık insanların çalışırken ahlaki bir şey yaptıklarına inanmalarına gerek yoktu çünkü amaç daha çok tüketmekti. Daha çok tüketmek için yapılacaklar ise ikinci plandaydı.“Tüketme” olgusu tüm toplumu ele geçirmişti. burada yoksulların durumu da radikal biçimde değişiyor çünkü post modern toplumda (günümüz batı toplumu diyelim) herkese yetecek kadar iş yok, yani bir yoksulun, yoksul olmasının nedeni gerekli azmi gösterememesi değil, bilakis gösterse bile iş bulamıyor. Çalışma etiği ise bütün bu değişime rağmen, sanki yoksullar çok çalışsa yoksulluktan kurtulabilirmiş gibi bir izlenim yaratmaya ve insanları böylece her hangi bir vicdan azabından kurtarmaya devam ediyor. işi olmayan yoksullar ise büyük şehirlerin banliyolarında topluma bir “tehdit” haline geliyor. yoksullukla gasp,hırsızlık,dolandırıcılık giderek aynı anlamda kullanılıyor ve yoksullukla mücadele “suçla mücadele” ile aynı mantığı izliyor. yoksullar giderek göz önünden kaldırılmaya çalışılıyor.