Geçtiğimiz gün, 2002 Akademi Ödüllerinin adayları açıklandı. Bu ödülün uzun zamandır, sadece best seller listelerini daima yakından takip eden, cilalı ve tüysü toplumu ve aynı sikletteki sinemacıları heyecanlandırdığı bilinen bir gerçek. Bunun sıkıcı nedenlerine değinerek polemik yaratmaktan kaçınıp, aslında öyle ya da böyle, herhangi bir sinemacının çalışma masasında, en az bir tane Oscar bulunmasına “hayır” demesinin çok zor olduğunun da ayrı bir gerçek olduğunu belirtmekte yarar var.

Her yıl oldugu gibi, bu yıl da adaylığa gark edilen filmler yakın takibe alındı, uçucu tartışmalar başladı. Bu yılı ilginç yapan, bu adaylıklara boğulmuş filmler arasında bir de Roman Polanski filmi olması. Amerikan Ulusal Film Eleştirmenleri tarafından, yılın en iyi filmi seçilen, The Pianist. Filmden bahsetmeden önce Polanski’nin geçmişine göz atarsak, ilginçliğin arada sırada adaylık piyangosunun iyi filmlere tekabül ediyor olmasından kaynaklanmadığını görürüz.

Polanski, 1933 yılında Paris’te Musevi bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ve 3 yaşındayken ailesiyle Polonya’ya göç etmiş. Göçebe ruhunu da babasından almiş olsa gerek, zira babası Fransa’da Rus göçmeni olarak bulunuyordu. Polanski’nin şeytanla sıkı fıkı ilişkisi de zaten Polonya’ya göçtüğünde 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle başlıyor. Ailesi bir toplama kampına gönderilmeden hemen önce, babası onu bir katolik aileye emanet etmiş, o da hayatına bir katolik gibi davranarak devam etmiş o yıllarda. Toplama kampından babası sağ dönebilse de, annesi gaz odasından kurtulamamış.

Genç Polanski, bir iki kısa fılm denemesinden sonra, ilk uzun metrajlı filmi, Knife In The Water’i cekerek, kariyerıne hızlı bir başlangıç yapmış oldu. Çünkü bir anda ummadığı bir alakayla karşılandı dünyada. Önce İngiltere’ye taşınıp aralarında, satanist dokundurmalarla dolu ve yankıları uzun süre devam eden Rosemary’s Babyde bulunan iki filmini yaptı, arkasından da Amerika’ya taşınıp, aktris Sharon Tate ile evlendi. Sharon Ancak güzeller güzeli Sharon, kariyerinin zirvesinde ve 8 aylık hamileyken, 1969’da bir tarıkat (Charles Manson) tarafından evlerinde bulunan 4 konuğuyla birlikte şeytana kurban edildi.(rahatsiz edici) Polanski, o sırada şehir dışındaydı ve bu ziyareti kaçırmıştı. Hayatından bahsettiğimiz kişi Polanski olunca, şeytan (Ninth Gate’de Lucifer olarak kimliğini ifşa edip, marifetlerini bir kez daha değerlendirmişti), Sharon Tate, The Tenant, Macbeth, Chinatown, Tess ve tabii Nastassja Kinski, Bitter Moon, deha ve skandal kavramlarının altını çizmemek ayıp olur.

Polanski, 1977 yılında, tecavüz ve beraberinde 5 ayrı suçtan dolayı Amerika’da suçlu bulunmuş, ancak ya mahkeme kararını açıklamadan hemen önce, ya da açıkladıktan hemen sonra, henüz tutuklamak için Amerikan polisleri peşine düşmeye fırsat bulamadan Amerika’yı terketmiş, 25 yıldır da Amerika’ya ayak basamamıştır. Tecavüz suçu, çok yakın arkadaşı Jack Nicholson’nun evinde, 13 yaşındaki bir kız çocuğuyla cinsel ilişki kurmuş olmasından dolayı, beraberinde, çocuk yaştakilerle cinsel ilişki kurmak ve benzeri gibi 5 ayrı suçla birlikte kendisine layık görülmüş, takip eden yıllarda, J.Nicholson ve hatta olayın kahramanı çocuk yaştaki Samantha Geimer, Polanski’nin hakkında verilen kararı değiştirmek için çok uğraş vermiş olsalar da, bunda muvaffak olamamışlardır. Şu anda yine genç bir aktris olan karısı Emmanuelle Seigner ile Fransa’da yaşayan Polanski, Amerika’da resmen kanun kaçağıdır ve ülkeye giriş yapar yapmaz paketlenecektir. Bu durumda, En İyi Yönetmen ödülü kendisine layık görülse de, kırmızı halı üzerinde salına salına sahneye çıkıp, teşekkür konuşması yapmayacağı üzerine, fırsattan istifade, derhal olaydan bihaber olan birileriyle bahse tutuşabiliriz. Hollywood piyasasının,sevgili küçük adamcığının kaybettiği prestijini geri kazanma çabasıyla, en iyi yönetmen de dahil olmak üzere 7 dalda Polanski’yi işaret etmekle “Hayır biz bu ödülleri tüccarlara değil, sanatçılara veriyoruz, bakınız, bakınız” demek niyetınde mi, 7 dalda adaylığı olup da tek bir ödül alamayacak bir film yaratarak, sıkıcı Oscar günlüğüne farklı bir sayfa eklemek niyetinde mi olduğunu anlamamız 6 hafta sürecek. Kesin olan birşey varsa, o da bu yıl izlenme oranının bir parça daha yüksek olacağı. Bu arada, herhangibir Akademi Ödülü alıp almaması The Pianist’in iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmeyecek elbette.

Bundan 10 yıl önce Steven Spielberg, Polanski’yi yine Yahudi katliamını anlatan bir film olan Schindler’s List’i çekmek üzere ikna etmek için didinirken, Polanski’nin verdiği cevap, “ böyle bir film çekmek için biraz daha beklemeliyim” olmuştu. O zaman bunu anlamak istemeyip bozulan Spielberg, sanırım The Pianist’le, Polanski’nin neyi beklediğini anlamış olmalı.

The Pianist, Polonyalı genç bir müzisyenin, ölüm kamplarından müzik aşkıyla kurtulma çabalarını anlatıyor,” gerçek hayatta bunu anlatmak için bir arka fon müziğine gerek yok” sadeliğiyle.

Son olarak, Polanski, bir İngiliz gazetecinin, filmin Wladyslaw Szpilman’nın anılarından yola çıkılarak çekildiğini bilmez bir edayla sorduğu “ bu filmi kendi hayatınızdan esinlenerek mi çektiniz” sorusuna da şöyle olgun bir cevap vermiş :

“Kendi hayatımı sinema perdelerinde bilet karşılığı teşhir etmem, bu tipik bir Hollywood adetidir.”