Evet evet, eminim o olduğundan. Beşiktaş-Taksim dolmuşlarında onu gördüm! Sakin geçeceğini düşündüğüm, gayet sıradan bir günde, yapmam gerekenleri bitirmiş, işime dönerken ve rutin düşüncelerimle kafamı doldurduğumu zannederken fark ettim.Adetim değildir dolmuşun içindekilere bakmak, pencere kenarında sakin sakin yolu seyrederken yere düşen çantamı almak üzere yere eğildim. Kalktığımda, gayrı ihtiyari şöyle bir çevreye bakındım. Şoförün yanındaki koltukta, kahverengi paltosuyla biri oturuyordu. Bir an takıldım kaldım, tanıdığım biri mi, değil mi diye. Kahverengi paltosuyla, hafifçe saçları dökülmüş, elmacık kemikleri belirgin, kalın kaşlı bir beyefendi. Beyefendi çünkü gerçekten ‘beyefendice’ oturuyordu. Hani hem kibar olur insan, hem de üzerinden belirgin bir heybet akar ya, aynen öyle işte!İster istemez daha dikkatli baktım. Hafızam oldukça zayıftır, kıstım gözlerimi, beynime emrettim. “Hatırla!” Ünlü mü? Akrabam mı? Arkadaşımın babası mı? Yok canım, bu yukarıya kıvrık kaşlar, bu burun… Bana hepsinden daha tanıdık geliyor. Bir akrabadan bile daha tanıdık… Benim gerginliğim mi tetikledi bilmiyorum, dönüp baktı bana alabildiğine sakin… Bu gözler, bahsettiğim diğer tüm ayrıntılardan daha tanıdıktı. Aman tanrım! E, bu Atatürk! Hani bize tüm eğitim ve öğretim hayatımız boyunca nerede doğduğundan, annesinin tavrına, okuduğu okullardan hocalarının ona isim takmasına, bir asiden dünyanın en önemli liderlerinden biri oluşuna kadar her şeyi öğretilen, hatta diğer araştırmalar sayesinde gizli saklı hiçbir şeyi kalmayan Mustafa Kemal Atatürk!Yok canım… Çok yorulmuşum ben bu hafta işte, biraz izin almalıyım, yanlış gördüm. Sonuçta insanların çift yaratıldığına dair bir söz bile var. Tamamen benzerlik… Bir daha baktım. Çift yaratılır da, ikizlerin bile birbirinden farklı yönleri var! Bu adamın yok herhangi bir farkı. “Pardon adam dedim; Atatürk”.Demin baktı bana. O alev alev gözleri gördüm. İlkokulda sözlüye kalkmadan önce bana bakan adam işte! Tam o tahtanın üzerinde duran resimdeki. Başarılıyken sıcacık bakan, tembel hissettiğimde kaşlarını çatan. O renk pek az insanda vardır. Bu dolmuşta var! Peki hortladı mı? Hortladıysa bile şu anda daha önemli işlerle uğraşması gerekmiyor mu? Neden Beşiktaş-Taksim dolmuşuna binsin? İstanbul turundan önce Ankara’da kafasını koparması gereken birileri yok mu?Neden birtek ben fark ettim? Herkes sakin, ‘o’ da…Ama ben gerildikçe geriliyorum. İşte şimdi tam bir sınava çıktım. Ya tanrı benim aklımı deniyor, ya denenecek aklım falan kalmamış. Kimse acaip acaip bakmıyor ona, zaten şoför hariç bir ben görebilecek açıdayım.İnkar etmeyeceğim. Bu yanılgı falan değil düpedüz benim beynimin bana oynadığı bir oyun. Ama beynim yönetiyor beni, değil mi? O zaman bu kişi kesinlikle Atatürk. Tamam, şimdi yapmam veya yapmamam gereken şeyleri düşünmem gerek. Tam bir hazır asker durumundayım. En üst rütbem gelmiş ve ben kımıldayamıyorum. Sonuçta 2004 yılında kimsenin erişemeyeceği şerefe ben eriştim. Üstelik hayatım boyunca onun ne denli ulu biri olduğu öğretilmiş.Peki o ne düşünüyor? “Beni fark etti! İki hortlayacaktım, onun da içine edilecek.” Ama o gergin değil. Korku filmlerindeki sakin hortlak biçiminde, bir dolmuşta yolculuk ediyor. Sakin. Daha çok çalışmalıydım diyorum tarih derslerine. “Pardon, bir imzanızı alabilir miyim?” desem ne olur? “Sarı Zeybek”i seyrettim, valla çok ağladım, süpersiniz!” ya da “Samsun’a giderken gemide mideniz bulandı mı?” ne diyorum ben? “Sen nereden biliyorsun bunları” diyecek. Başlayacağım ilkokul hocamdan, babaannem ve dedemi dolaşıp tarih hocamdan çıkacağım, “Ata’m sen rahat uyu nın nın nın” diye şarkı söyleyeceğim hazır dirilmişken yeniden ölecek!Nasıl çekiniyorum. Nasıl merak ediyorum bir yandan! 10 dakikalık yol, azap oldu şimdi. Dolmabahçe’nin önünden geçiyoruz. Aklıma geliyor: “Ay pardon, Atatürk Bey…Burada öldünüz, içiniz sızlıyor mu görünce?” yok, olmaz… Ben en iyisi ineyim dolmuştan. Kimseye de anlatmayayım olan biteni. Zaten anormal diyorlar, yatırırlar vallahi hastaneye. Bu Atatürk’le bizim aramızda kalsın en iyisi. Geldik zaten Taksim’e. Ne yapacaksa burada…İniyoruz dolmuştan. Önüne mi geçmeliyim, ardından mı yürümeliyim bilmiyorum. Görmeliyim ama görmemin de akıl sağlığıma pek faydası olmayacak. Öne de geçemem… Araya mesafe koyup, saygılı saygılı yürüyorum. Yanyanayız ama aramazda mesafe var. Kısa ama heybetli. Sakin sakin yürüyor. Kimse düşüp bayılmıyor onu görünce. Ama o kesin Atatürk olduğuna göre ve ben yanılmadığıma göre, kimse onu görmüyor. The Marmara’nın önünde ansızın gözden kaybediyorum. Nerede? Bacaklarım zaten çoktan titremeye başlamıştı, şimdi külliyen zaptedemiyorum. “İşe gitmeliyim” diyorum. Bu da onunla benim aramda kalsın. Aramızda kalsın…