Yunanistan’ın Aynaroz Yarımadası’nda binlerce yıllık Ortodoks manastır geleneğinin son temsilcileri keşişlerin ilginç bir dünyası var. Bulundukları bölgenin adı Aynaroz Özerk Ortodoks Ruhani Cumhuriyeti diye geçiyor. Yani Yunanistanın içinde özerk bir cumhuriyet. O bölgeye girebilmek için 2. bir vize daha almak gerekiyor. Eee her ülkeninde kendine göre kuralları ve yasaları var. Burayada kadın ve dişi hayvan girmesi yasaklanmış, hatta keşişler kıllarını kesmenin haram olduğunu düşündüklerinden tıraş da olmazlarmış dolayısıyla sakalsız girmek de yasak.

Amaç inzivaya çekilerek dünya işlerinden elini eteğini çekmek (İslam; hayatın içinde Allah’ı arıyacaksın der ama hristiyan aleminin bu düşüncede olmadığı kesin). Dünyadan o kadar habersizler ki Irak savaşından haberleri bile yok, “Niye bu konuda keşişler bilgilendirilmiyorlar en azından barış için dua ederler” denince de şu cevabı veriyorlar:

Biz her gün savaş yerine huzur vermesi için zaten Tanrı’ya dua ediyoruz. Tanrı nerede savaş olduğunu biliyor. Bizlerin ayrıca bilip isim vererek spesifik bir savaş için dua etmemize gerek yok

Keşişlerin içinde bu tecridi az bulanlarda varmış, kimileri 20 senedir hücre hayatı yaşıyorlarmış.

Tarih boyunca, Bizans ve Osmanlı dahil birçok imparatorluğa karşı otonom yapısıyla direnmiş, Sırpların yönetiminde geleneklerine daha fazla sarılmış, Rusya’nın nüfuz kurma girişimine ancak ihtişamlı bir Rus manastırı inşa edilecek kadar izin vermiş, Yunanistan ile göbekten bağı olmasına rağmen bazı manastırlarda ‘put’ saydığı Yunanistan bayrağını bile surlarında dalgalandırmayı reddetmiş bir ‘manastırlar cumhuriyeti’ Aynaroz.

Yunanistan’ın AB’ye üye olmasıyla birlikte Aynaroz da özel bir statüyle AB üyesi yapılmış. Daha sonra Avrupa Parlamentosu Aynaroz manastırlarını Avrupa kültür mirasının önemli bir parçası olarak kabul eden kararı almış ve kültür-çevre-turizm fonlarından Aynaroz’u yararlandırmaya karar vermiş. Toplam 20 manastırı olan Ayranoza her bir manastır için 2,5 milyon euroluk yardım yapılmış. Bu yardım keşişleri baya zenginleştirmiş olacak ki bütün manastırlar restore edildiği gibi, sürat teknesini rayban güneş gözlüğüyle kullanan keşişler gelen gazetecileri karşılamakta imiş.

Hatta manastırlarını teknomanastır olarak bile tanımlamak mümkün, çünkü manastırın enerjisini sağlayan scada ısınma ve aydınlatma sistemi; dört ayrı enerji kaynağından besleniyor elektrik, su, güneş ve mazot. Tamamen bilgisayar kontrolünde çalışıyor, bu sistem ve hangi kaynak daha tasarrufluysa o devreye giriyor.

Gece 12 den sabaha kadar dua ve ayin sürüyor. Sabah ilk öğün yemeği yeniyor. Yedikleri yemekten zevk almamayı hedefledikleri için balık dışında -ki onu da çok nadir yiyorlar- kan dolaşımına sahip hiçbir canlının etini yemiyorlar. Peynir, süt, yağ ve yoğurt da dahil hayvansal ürünleri asla kullanmıyorlar. Karınlarını doyurmak için günde iki defa o da dua eşliğinde çok hızlı, sebze ve deniz mahsullerinden oluşan basit öğünler yiyorlar. Günde 2 defa yemek yiyorlar.

Her keşişin mutfak, tarla, temizlik vb. gibi günde 3-4 saati bulan görevleri bulunuyor. Hesap ettim bir keşişin günde yaklaşık 12 saati dua ve ayinle, en fazla 6 saati uykuyla, 4 saati işiyle, 2 saati de özel işleriyle geçiyor. Onlar için gün gecenin 12’sinde başlıyor, bu yüzden de bizim sabah kahvaltısı diye oturduğumuz öğün onların öğlen yemeğine denk geliyor.

Bir kaç flash point…

Manastırı daha önce Zülfü Livaneli ve Umberto Eco gibi ünlüler de ziyaret etmiş.

Feminizmi en büyük tehlike olarak görüyorlar.

Avrupa birliği, kadın erkek eşitliğini ihlal ettiğini belirtsede aynaroza göz yummuş görünüyor.

Aynaroz’da birçok manastırda Osmanlı döneminden kalma İznik çinilerinin yer alıyor.

Müsahipzade Celal ideolojik bakış açısıyla 1927 yılında yazdığı ünlü oyunu Aynaroz Kadısı’nda, hem Osmanlı adalet sistemini hem de keşişleri hicvetmişti. Özet olarak ortaya çıkan keşiş portresi ahlaksız-üçkağıtçı-hokkabaz ve alabildiğine tek boyutluydu. Buna karşılık Umberto Eco, tüm dünyada satış rekorları kıran Gülün Adı romanında, bilgiye ve gülmeye düşman, entrikalarla dolu, çok kompleks bir ortaçağ manastırının gizemini aralamıştı. Her ne kadar Eco’nun büyüleyici anlatımı ve ayrıntıya dayalı zekice kurgusu romana damgasını vursa da Eco’nun aydınlanmacı gözünde manastır yaşamı, alabildiğine karanlık ve acımasız bir sistem olarak sunulmuştu. Keşişliğin insan tabiatına aykırı olduğundan hiç şüphem yok ama bu mistizmin dibine vurmuş olmayı neden tercih eder insanoğlu?

Kraldan çok kralcılık mıdır? Yoksa bir kaçışmıdır? Ben islamdan hep şu manifestoyu almışımdır; “Dağda evliyalık kolay, önemli olan şehirde evliya olmaktır.”