Bu akşam ve bu gece. Dur bakalım hayatımda olmayan şeyler, olmaya mı başladı?
Bir rüya görmüşüm de Kalbim ferahlamış sanki. Küçükayasofya’da gizli girişi olan bir kahvehane varmış, kapısı uzun bir bahçeye ve denize açılıyormuş. Oturduk. Uzaktaki kuru yük gemilerini seyrettim biraz. Sarmaşıkların arasında yeşil biber vardı. Sohbet dönmeye başladı, başımı uzattım, güldüm ben de. Nargileyi üfledim. Derin nefes çektim sonra. Bütün ferahlığıyla oh diyebileceğim günler yakındır bu dünyada… diye umut ettim. Ayşe Hanım aradı. k. için avant-garde bir film projesinde jön prömier rolü düşündüğünü söyledi. Kıskandım dedim. Bana da bi pinokyo yazın lütfen. Bakarız dedi. Gökgürültüsünden ve yağmurdan çok korkmuş. Dün akşamki. Herkes korkmuş dedi, acaba bu neye alâmet? Bilmem dedim. Beni politik işlerinize karıştırmayın lütfen. k jön rolünü benimsemiş hemen, yanında bir fransız ve bir de ispanyol dilber istedi. Ne var ben de yazarım. Kendi senaryomu kendim yazarım dedim. Ama prodüksiyonla ilgilenmem.Sonra mercandede’den bahsedip kızdırdık k’yı. Biz övdükçe o küplere bindi. Kahvelerimizi söyledik. Kahveler de bize birşeyler söyledi. Dünden arta kalanlar damladı. k, henüz 7 yaşındayken, babasının, bankadaki ticari yazışmaları okutup kendisine zorla osmanlıca öğrettiğini anlattı. Bu, günün en komik anısı seçildi. Ateş ne renk diye sordum, aramızda o an keşfettiğimiz şifreydi. Kalktık. Taksiye binelim bari, tüm tembel bahanelerimizi sıraladık. Orada tamir sırası bekleyen 34 RDH 38’e bindik. Bir flüt sesi çalındı kulağa bir de rock ritmi. Sorduk: Ne bu? jethrotull mı yoksa? Şoför evet dedi, kendim kaydettim. Kendimi kaybettim anladım. Radiohead’i sordum, kaset hazırmış. Dinletti.
Onlar indi. Ben devam edeyim dedim, böyle yolculuk fırsatı herzaman ele geçmez, sesini açtı. Uzun bir yol gittik. İki yıldır inceliyorum adamı, o bir dehâ dedi. Justine’i hatırladım. Samimi olmasa bu kadar içimize işlemezdi dedim. Sesini açtı, daha yüksek. Şimşekler parladı. Sigaramı aldım. Eve geldim.
Oh!..