Nasıl başladı biliyorum.Bir gazetenin haftalık ekinden kesip masasının başucuna bantları o ufacık duygu selini önce. Günlerce kaldı orada, zavallı bir halde, yapayalnız.Arada bir gözü takılıyordu ona kuşkusuz. Benim de.Vatanı insan olan bir sürgündü. Öyle yazıyordu, 4×5 lik bir kağıt parçasında.

İsimsiz bir yanıt gönderdi bir gün o adrese.Bekle beni dedi, yine yazacağım…Günlerce yazmadı ama. Haftalarca. Aylarca. O kağıt parçası hala duruyordu öylece, gelip geçtikçe yanından bekliyorum diyerek, eskiyip sararmayı sürdürerek.İlkyaz geçti. Yaz zaten geçiverirdi. Ve güz geldi.

Alışkılar birbiri üstüne bindi, ezerek bir alttakini, doldurarak dağarcığına gündelik hınçlarını.

Günü birtakım telaşlarda geçirdiğini biliyordum, iş dışındaki günü, görevlerini. Görev bildiklerini sadık bir köle gibi uygulamaya şartlıydı oldum olası. Nelerdi onlar? Sıkça düşündüğüm, yanıt aradığım, bulduğum yanıtlara ise ad veremediğim bir soruydu bu aslında. Evden çıkarken ya da günün herhangi bir zamanında telefonla verilen yönergelerdi bunlar. Satmayı düşündükleri daire için gazetenin ilan bürosuna uğramayı unutmamalı, kiraya verecekleri çatı için de. Yayınevinden sözleşmeyi de alacak, bir miktar ödeme yapsalar iyi olur. Pipo tütünü bir de. Kedilere ciğer. Gecikir mi acaba?

Çıkmazlarını seziyordum. Yine de seyirci olmaktan öteye geçemedim. Sanırım kendisinin bile farkında olmadığı, ya da yavaştan yavaştan farkına varır gibi olduğu bir gizil baskı altındaydı. Tetikte. Uyandı uyanacak.

Görünürde sorunsuz, çoluklu çocuklu, canımlı cicimli bir yaşam. İyi güzel. Kötü olan, kale içinde oluşu. Dört duvarın dışında büyü bozuluyor, gerçek yaşam başlıyor. Aldatmaca bitiyor. Eviçi ilişkileri çoklu ilişkilere, dostluklara dönüştüğünde uyuyan dev uyanıyor, bir gözünü açıp dilindeki zehiri dışa vurmakta hiçbir sakınca görmüyor. O zaman insan en kötü insan bir yaratık, insan bir pislik o zaman.

Hep düşündüm, düşünüyorum, onu tanıyıp sevdikten sonra. Onca zaman nasıl olup da sürdürür öylesi bir birlikteliği diye. Dolum noktasına ancak geldiğine karar veriyorum o zaman, bu noktayı çok geç bulduğuna.

Bir erkek, bir kadın, iki çocuk ve üçü yavru beş kediyi kapsayan onbeş yaşında bir evlilik.İyi günleri olmadı mı? Oldu, kendilerine göre. Bir arada olduklarında. Çevreden soyutladıklarında bedenlerini ve kişiliklerini. Ama ülkenin üç büyük kentinden birinde , en kalabalık olanında yaşayıp, buna rağmen inziva yaşamı sürmek ne ölçüde olasıdır ki?Olasıdır dedi adam ve asla taviz vermeksizin bunu kanıtlamaya girişti. Eve kapandı ilk iş. İşini eve taşıdı. Kadın dışarıda çalışıyordu, bu yeterliydi. Öyle ya, dışarısıyla bağlantılar da gerekiyordu. Örneğin marketten yiyecek ve içki almak gibi. Her gün ciğerciye uğramak gibi. Daktilosunun başında (henüz bilgisayarlar yaşamdan çok uzaktı) saatlerini verdiği çok edebi best-seller çeviriler karşılığı kazandığı paralar da yayınevine gidilmeden alınamıyordu o yıllarda. Ve o paralar dairelerine bir daire daha ekleyecekti.

Adamı tanımak, gerçek anlamda yani, olasızdı. Kadın için bile. Ama o, tanıdığını sandı. Öylesine büyük bir yanılgıydı! Korkunç acılar getirdi beraberinde. İnsan denenin olaylar karşısındaki tepkilerini ölçmek, -sıradan insanınkileri bile- olanaksızdır kimi zaman. Hele hele o kişi sıradan biri değilse!Sıradanlık deyince; toplumun değer yargılarının bizi nasıl etkiyip yönlendirdiğini, ahlak anlayışının değişmezliğini, alışılmışın ve oturmuşluğun tersyüz edilivermesi halinde ise ortaya çıkacak olumsuzluğun sapkınlığa dönüşmesini düşüncelerde ve duygularda, kitaplarda ve yasalarda, göz ardı etmek mümkün olabilir mi? Önce adam göz ardı etti, sonra kadın.

Çok uzun süren bir birikimdi kadının yaşadığı.

Evet, uzun süren bir birikimin sonucu her şey.

Evlendiğini üç buçuk yıl sonra babasının öğrendiğini söylerdi övünerek biraz da, özgürlük kırıntıları çıkararak kendine. Bir kadın olarak bunu yapabilmiş olmanın hazzı okunurdu gözlerinde. Evliyken başka birini sevdiğini anlatırdı, bunu söylediği ilk kişinin de kocası olduğunu. Aynı ışıktı gözlerinde parlayan.

Adam, evliliğini sürdürmek zorundaydı. Başka bir dünyası olamayacağı için. Tek seçenek. Bunun için kadını hoş mu hoş tuttu, bebeğim dedi ona. Uzun uzun konuştular uyku önceleri, sevişme sonraları, brandy içerek yatakta. Dolumun bunca uzun sürmesinin bir nedeni de, adamın görüp görebileceği tek ve tek kadın karısı. Kadın farkında. Hiç kuşkusu olmadı ki bundan.Başka kadın sorununu yaşamamış ender örneklerden birisiydi kesinlikle. Bunun ne tür bir duygu olduğu hakkında hiçbir fikrim yok, umarım hiç de olmaz. Hep bekleyen, hazır bir erkek kadar sıkıcı başka ne olabilir ki bir kadının yaşamında?

Rüzgarın, sarı kızıl yaprakları deli dolu savurduğu bir güz ikindisi, içindeki sıkıntıyı dışa vurdu kadın. Ansızın. Aylardır yanıt bekleyen o adrese yazdı. Öylesine. Göndersem mi göndermesem mi deyip durarak üstelik.Ve gönderdi.Ertesi gün cevap geldi. Korkunç duygusal, korkunç şiirsi, korkunç uzun -ilk mektup olarak- ve korkunç olağandışıydı. Ayni gün yanıtladı. Ertesi gün aldı. Gönderdi. Yine aldı. Hiç gün atlamadan. Her biri dolu dolu en az onsekiz yirmişer sayfalık mektuplar. Bu nasıl bir hız ve coşkuydu ki, gözümün önünde sanki sel sularına kapılmış gidiyordu, uzayın sonsuz boşluğunda doludizgin bilinmeyene uçuyor, uçuyordu. Yarlardan korkusuzca atlıyor, yangınlara gözü kara dalıyordu.Mektuplaşmak az geldi, telefonlaşmaya başladılar. Saatler süren konuşmalar konuşmalar, günde kaç kez. Her gün üç beş fotoğraf, sayfalarca yazıyla birlikte. İnsanımı buldum diyordu kadın,ötesi yok…Şaşkındım.Ben de diyordu, ben de şaşkınım, kendimi tanıyamıyorum…Postanenin acele posta servisine ne yapıp edip yetiştiriyordu her akşam mektubunu. Son dakika bile olsa. Görevli şöyle demiş bir seferinde: Hanımefendi geldi ya, artık servisi kapatabiliriz…

İç dünyasında fırtınalar kopmaya başlamıştı. Uzun süren dinginliğin, bastırılmışlığın sonucu belki. İlk gençliğinde kaçırdığını sandığı tutkulu aşkı, sonunda yakaladığını düşünen bir kadın. Akşam olduğunda gitmek zorunda olduğu yer kocasının yanı olan. Ve çocuğunun.Düşler kurmaya, boşanmadan yeniden evlenmeye filan başladı. Gidip orada yaşayacaktı, o uzak kentte onunla birlikte, oğlanı alırdı küçük olduğu için, kız da babasında kalırdı, belki şu anki işini bırakıp evde yapılabilecek işler bulurdu, gerçi şimdi kazandığını kazanamazdı ama…İşin ilginç yanı ise, yalnızca karşılıklı gönderilen mektup, fotoğraf ve telefonlardan tanıyor olmalarıydı birbirlerini. Tanımak mıydı bu? Böylesi düşler kurdurtabilir miydi bilmiyorum..Ama kapılmak ne demek, unutmak her şeyi, tüm sorumlulukları ve kurulu bir düzeni yok saymak, hiç düşünmeden önünde açılan bir yolda gözü kapalı gitmek ne demek, bunu görüyordum. Göremediğim, ona getireceği sonuçlar oldu. Acılar…Ve telefon da yetmedi, görmeyi istedi, özlüyorum, çok özlüyorum..Gitti. Bir hafta sonu. Üç günü onunla geçirdi. Döndü sonra. Doğruca işe geldi, bundan sonra asla kocamla beraber olamam dedi, yüzüğümü çıkardım, görmedin mi.. dedi, bu akşam konuşup evden ayrılacağım dedi,ama beni vazgeçirmeye çalışacak.. dedi.Mutlu, uyurgezer, düşler içindeydi.Ertesi gün akşamüzeri işe geldi. Berbattı. Yere oturdu, sırtını masasına dayadı. Başını dizlerine eğdi,yer yarılsa da altına girsem, şöylece uzansam.. dedi,yok olsam..Ertesi gün gelmedi. Ertesi gün de.

Daha ertesi gün geldi, ardında kocasıyla. Talan etmeye ortalığı, dağıtıp savurmaya. O günü unutamam. Belki zuladaki bir şeyleri bulmaya. Zuladaki duygulara el koymaya. Kırıp parçalamaya. İkisi birden. Ya da yalnızca birisi. Olmaması gereken ama olmuş bir şeyleri, yazılmaması gereken ama yazılmış bir şeyleri, yaşanmaması gereken ama yaşanmış bir şeyleri gün ışığına çıkararak saklandıkları kuytudan, gizlendikleri gölgeden, dolap masa çekmecelerinden.

Mektuplarda neler vardı? Hangi coşku, hangi sonsuzluk, umut? Nasıl bir gelecek beklentisi vardı, her şeyi unutturan bir kadına? Bilmiyorum. Belki şarkı, şiir, ezgi. Belki başka bir dünya, belki cinsellik vardı. Her ne olursa olsun bir başka erkeği, üstelik bir kocayı çılgına çevirecek şeyler olmalıydı. Onun hiçbir zaman hissedip yaşamadığı, veya yabancısı olmadığı ama kağıda da dökemediği duygular olmalıydı.

Gitti. Gittiler birlikte sonra.

İki parça eşyasını toplayıp gitti. Gittiler birlikte.

Kocasının yanında minicik kalan, ufalıp ufalıp yok olan kadınlığına tanık oldum o son gün onun. Ezikliğine. Savunmasızlığına. Yalnızlığına.Ve o günden sonraki on beş gün boyunca beni aramasını bekledim. Ne yapıp edip arayacaktı. Biz dosttuk. İyi iki arkadaştık. Aramalıydı.

Aramadı..Benden kaçtığını anladım. Gözlerime bakmaya yüzünün tutmadığını da. İçim burkularak anladım bunu. Kapana kısıldığı anda topu benim, en yakın arkadaşının üstüne attığını da. Kendini kurtarmak için beni suçladığını anladım..

Aylar sonra..Beni aramadı. Ortak bir dostumuzdan, o nereden duydu bilmiyorum, haberini aldım. İlk zamanlar evde hapismiş, zincirli. Sonra sonra, yavaş yavaş kocasının güvenini kazandıkça, önce bakkala, sonra markete, sonra çarşıya, sonra başka bir semte, sonra…çıkmaya başlamış evden. Eski evlerinden zaten daha o gün ayrılmışlar, bilinmedik bir semtte bir ev tutmuşlar gözlerden uzak. Ve bir araba almışlar.. Çocukları okullarını bitirince insanlardan uzak bir yerde, bir dağda yaşama hayalleri kuruyorlarmış..Araba da zaten bunun için gerekliymiş, şehre inip erzak edinmek için. “;insan”; denen çirkinlikten, pislikten uzak, çok mutlu bir hayatları olacakmış.

Her şeye rağmen inanıyorum ki, yaşadığım böyle bir düş kırıklığı bile bana insan olduğum gerçeğini ve bir grup azınlık dışında da insanlarin hep var olacağı gerçeğini unutturmayacak. Hala bekliyorum, vicdaninin sesine kulak verir belki gün gelir. Yaralı bir yüreği kurtarmak pahasına bir başka yüreği kanatmanın adi nedir diye soruyorum kendime sık sık. Sormak yetmiyor, haykırıyorum. O da yetmiyor ağlıyorum.

Saygı duyup duymadığım sorusunu hep kendimle taşıyacağımı biliyorum