Amerikalıların göktaşını görüp de kimseye çaktırmadan kendi kendilerine halletme planından hiç bahsetmeyeceğim. Bu kadar çok tesadüfün biraraya gelmesine de ancak film icabı diyoruz. Benim ekranda görmekten en sıkıldığım şey şu gerçekçilik olayı. Herşey çok gerçeğe bağlıymış gibi gösteriliyor. Komple adım adım NASA uzay eğitimi, efenim ayın çevresini dönüp göktaşının üzerine inme planları… G şoku, petrol kuyusu, bombayı at ortasında patlat filan derken film bizi kendi gerçekliğine sokmaya çalışıyor. ‘Yani bütün bunlar hakkaten de olabilirdi’ diyoruz. Tabii durum böyle olunca bütün pürüzler daha bir batmaya başlıyor.Saçma sapan pek çok şey dolu tabii ki. Çizgi film olsa sinirimi bozmazdı da, mekik sen gel düş oraya, burun üstü de çarpma ki, bilmemkaç kilometre hızla uzun uzun sürüklendikten sonra, Ben Affleck sağ çıkabilsin oradan. Bruce Willis’in faka bastığını görmedik zaten bugüne kadar. Nerden geliyor bu göktaşı fırtınası? Neden başlıyor bir anda da sonra yaz yağmuru gibi neden bitiyor? Bir de tabii ki inanç meselesi var. Orada bir münakaşa çıkıyor, yok deliği kazarsın da kazamazsın da… ‘ben bu bombayı patlatırım arkadaş!’ diyor astronot. Tabii, Willis kızının evladının filan üstüne yemin edince tamam diyor. Bilmiyor tabi cahil adam, ‘Die Hard’ı izlememiş ki. Dünyada o kadar kırsal alan varken iki parça göktaşı gelip gelip de Şangay’la Paris’in üstüne düşüyor. Bombanın son saniyede durması ve bunun da tamamen kırmızı ve mavi kabloya bağlı olması klasiğine de değinmeyelim en iyisi. Ama sonuç olarak film gerçekçi olmaktan çok çok uzaktı bence.Peki bu neden bir sorun olsun ki? ‘Kayıp Çocuklar Şehri’ni izlerken de böyle mi diyordum yani? Tabii ki hayır. Filmse film. Ama bizimki aynı hakikisi gibi oldu diyen bir filmden bunu bekliyorum. Yani olsa iyi olur tabi, beni dinleyen yok ki. Derken derken, artık ne gülecek ne ağlayacak halim kaldı. Sonunda astronot geldi Willis’in yavrusunun önünde selam durdu. ‘Tanıdığım en cesur adamın kızının önünde saygıyla…’ bişeyler bişeyler dedi. Ya kardeşim izleseydin ‘Last Boyscout’u da öyle uzayda kavga çıkarmasaydın keşke.Sonra, alayım şu senaryoyu baştan yazayım bakayım ne olacak? dedim. Şurası şöyle olsun burası böyle olsun derken… başlamamla bitirmem bir oldu. Göktaşı geliyor, geliyor. Ayın oralara gelmişken belki farkediliyor, sonra da dünyaya çarpıveriyor. Yapacak birşey yok. Birsürü cehennem habercisi sarıyor ortalığı tabii. Herkes birbirine saçma sapan şeyler söylüyor, tavuklar gibi sağı solu eşeliyorlar… Eee, onun için bana yazdırmıyorlar senaryoları zaten. Ama gözlerim dolu dolu oldu yani, astronotlar aileleriyle kavuşup duygusal konuşmalar yapmaya bağlayınca, yalan yok! Ağlaya ağlaya kustum.Ama oracıkta anladım ben mesajı. Bu film uzay taşlarından filan değil, cesaret, fedakarlık, delalet ve cehalet gibi insanlık değerlerinden bahsediyordu aslında. Tamam öyle olsun diyelim. Bunları bir hikayede anlatmak için bir mekan ve zaman seçmek gerekiyor, o da neresi olsun neresi olsun… derken, ‘abi uzayda çekelim’ diyorlar, eyvallah.Şimdi bakalım iyi anlamış mıyız; Bruce Willis, tanıdığımız en cesur insan. Bırakın şimdi Die Hard’ı, sırf bu filmdeki hareketleri bunu anlamamıza yeter. Kendi canını feda ederek bütün dünyayı kurtarıyor. Cesaret ve fedakarlık bu mudur? Budur. Peki en cesur olmasına yeter mi? Soralım bakalım: Bütün dünyayı kurtarmak elinizde, sizin yeteneğiniz ve gücünüz dahilinde, ‘yok ben yapmam’ diyecek var mı aranızda? En depresif adama bile biraz yaşama amacı verir bu. Dünyayı Kurtarmak. Hem de çok basit, tek yapman gereken canını vermek. Eh tabi koşullar biraz ağır, ama ödülü ölümsüzlük. Bana kolay gibi geliyor.Peki işler biraz daha karışınca ne olur? Hani sakız olmuş bir söz var ya, ‘dünya siyah beyaz değil, grinin tonlarından oluşuyor’ diye. Ne kadar da doğru kafamızın basmadığı şeyleri açıklamak için. Griye de dikkatli bakarsanız, içinde siyah ve beyazdan başka bir şey olmadığını görürsünüz. Doğru ve yanlış her zaman vardır. Kime göre doğru derseniz, ‘Aklın yolu birdir’ derim ama ortalıkta bu kadar aklı evvel bulunması biraz sorun yaratabilir. Ama eninde sonunda, yapacağımız hareketin doğru mu yanlış mı olduğundan emin değilsek, yani görüşümüz griyse, bu sadece bizim kıtlığımıza bağlıdır.Ama yaşadığımız zaman içinde, herşeyi enine boyuna ölçüp biçecek zamanımız çoğu zaman olmayabilir. Dolayısıyla çoğu zaman açık griyle koyu grinin ton farkına bakıp karar vermemiz gerekir. Şimdi, bütün dünyayı kurtarmak için canını vermek tamam. Peki 10 kişinin hayatına karşılık kendininkini feda etmek ya da 100 kişinin hayatı için kendininkini riske atmak nasıl olur? Şimdiden farkediyorum ki konu boyumu aşan yerlere geliyor.Ama tekrar kişisel boyuta inecek olursam, hiçkimseden beni kurtarmak için kendini feda etmesini isteyemem değil mi? İyi de bu her zaman yaptığımız şey değil mi? Hayat feda etmeyi geçelim, zamanını harcamaktan bahsedelim. Hayat dediğimiz de bir parça zaman değil mi? (aman tanrım hürriyet gastesi köşe yazarı gibi konuşmaya başladım) Ben griye karşıyım arkadaşım! İşte o kadar. Adamakıllı ölçüp biçmek gerek herşeyi. Başka türlü doğru karar alınmaz.Ben giriş gelişme sonuca da karşıyım hatta. Düşüncelerim toparlanmıyor. Daha doğrusu bu konudaki düşüncelerim burada bitmiyor. Onun için kapatılabilecek bir sayfa yazmıyorum. Yalnızca: ‘Şimdilik benden bu kadar!’ diyorum.