bildirgec.org

rehin

11 yıl önce üye olmuş, 20 yazı yazmış. 3 yorum yazmış.

Bir holding patronu, ezilenleri avlamaya çalışıyorGenç Parti tuzağı

rehin | 10 October 2002 15:07

Bir holding patronu, ezilenleri avlamaya çalışıyor

Genç Parti tuzağı

Kapitalist düzenin işsizliğe, açlık ve sefalete sürüklediği, atomize edip hiçleştirdiği kitleler, Hitler taslağı, amigo Cem Uzan ve partisi tarafından iletişim araçlarının gücü kullanılarak aldatılmaya çalışılıyor. Yalana dayalı tüm vaatleri, sözde IMF karşıtlığı vb. demagojik söylemler, kapitalist düzenin, MGK diktatörlüğünün ve emperyalist sistemin gerçeklerine çarpıp tuz-buz olmaya mahkumdur.

Kapitalist düzenin işsizliğe, açlık ve sefalete sürüklediği, atomize edip hiçleştirdiği kitleler, Hitler taslağı, amigo Cem Uzan ve partisi tarafından iletişim araçlarının gücü kullanılarak aldatılmaya çalışılıyor. Yalana dayalı tüm vaatleri, sözde IMF karşıtlığı vb. demagojik söylemler, kapitalist düzenin, MGK diktatörlüğünün ve emperyalist sistemin gerçeklerine çarpıp tuz-buz olmaya mahkumdur.

Zafer Diper yeni oyunuyla sahnede?Hoş Geldin Bebek…?

rehin | 19 June 2002 14:44

Türkiye?nin her ilinde yasaklarla karşılaşan ?Ölüm Uykudaydı? adlı oyunun yapımcısı ve oyuncusu Zafer Diper, bu kez Nazım Hikmet?in seçilmiş şiirleri ve Melike Demirağ?ın seslendirdiği Nazım şarkılarının iç içe geçtiği, müzikal tadında bir oyunla; ?Hoş Geldin Bebek…?le tiyatroseverlerin karşısına çıkıyor. Bir Latin Amerika ülkesinde üç tutsağın yaşadıkları tecriti anlatan ?Ölüm Uykudaydı? adlı oyunuyla tanıdığımız Bizim Tiyatro, bu kez Nazım?ın yapıtlarından bir seçki hazırlayarak tiyatroseverlerin karşısına çıkıyor. ?Ölüm Uykudaydı? adlı oyununun neredeyse Türkiye?nin her ilinde yasaklarla karşılaştığını ve bu yüzden oynanamadığını söyleyen Zafer Diper, ?Hoşgeldin Bebek? adlı oyunuyla tiyatroseverlerle buluşmayı amaçlıyor. 2002 Nazım Hikmet Yılı?nda Usta?nın eserlerini Nazım dostlarına sunabilmenin anlamına dikkat çeken Diper, aynı zamanda bu oyunla, Nazım?ın pazarlanmasına tepki göstermeyi amaçladığını da ekliyor. Nazım?ın şiirlerindeki tarihsel perspektif Hazırladıkları oyunun, geçen yüzyıldaki insanın sorunlarını ve bu sorunların çözümü yönündeki mücadelesinin tarihsel anlamını ortaya koyduğunu belirten Zafer Diper, ?Nazım Hikmet?in eserlerinden, tarihsel bir büreç içerisinde Kurtuluş Savaşı?ndan geçerek, öteki ülkelerin antiemperyalist savaşımları ve dünyada tırmanışa geçen faşizm, İkinci Dünya Savaşı, insanları saran nükleer tehlike ve olayların içinde bir kişi olarak Nazım?ın mahpushane yaşamını, tepkilerini, direncini, aşklarını, umudunu, inancını yansıtan şiirlerden ve bestelerden oluşan bir oyun Hoş geldin Bebek…? diyor. Hoşgeldin Bebek, Nazım Hikmet?in şiirlerinin belirli bir tarihsel perspektife bağlı kalınarak derlenmesinden ortaya çıkmış. Diper, diğer oyunlarından farklı olarak bu kez müziği de oyunun önemli bir parçası kılmış. Müzikleri ve kimi filmleriyle tanıdığımız Melike Demirağ, oyunda Nazım?ın şiirlerini müzikleştirmiş ve aynı zamanda oyunda rol alıyor. Üç kişilik sahnede Melike Demirağ ve Zafer Diper?in yanı sıra Nazan Diper de oynuyor. Oyunda Nazım Hikmet?in yapıtlarından yararlanılan bölümler şunlar: Memleketimden insan manzaraları, Taranta Babu, Atlantiğin dibindekiler, Fakir bir Şimal kilisesinde şeytan ile rahibin macerası, Kız çocuğu, Akrep gibisin, Ben içeri düştüğümden beri ve Hoş geldin bebek. Nazım?ın yapıtlarındaki politik içerik duru bir biçimde yansıtılıyor Nazım?ın ?Kadınlarımız? şiiriyle başlayan ve emperyalist savaşların tüm dünyada yarattığı yıkımı anlatan oyundaki şiirlerin özenle şeçildiğini söyleyen Diper, oyunun kurgusu, sahne düzeni, şiirlerin ve müziğin biraraya getirilmesinde çok yoğun emek harcandığını belirtiyor. Sahne estetiği ve dekorlar da Diper?in uzun yılların birikiminden çıkardığı yaratıcı yardımcılar. Ayın altında giden kağnıların gölge yansımaları, sahnenin neredeyse tamamını kaplayan kumaşların toprak ve deniz biçimindeki betimlemeleri bunlardan birkaç örnek. Oyun, hangi bölümünden ele alınırsa alınsın politik bir oyun. Bu, Nazım?ın yapıtlarındaki politik içeriğin duru bir biçimde yansımasından kaynaklanıyor kuşkusuz. Diper?in oyunculuğu, şiirlerin yorumu ve Nazım?ın dünya görüşündeki tarihsel bütünlüğün dışına çıkılmadan verilmesi ve Melike Demirağ?ın Nazım şarkıları bu politik oyuna biçim kazandırıyor. Nazım?ın her dizesindeki değiştirme çağrısı, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, barış ve sonuçta insanlığın kurtuluşu olan sosyalizm teması, oyunun teması aynı zamanda. ?Hoş geldin bebek?in prömiyeri 27-28 Nisan günlerinde Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi?nde gerçekleşti. Oyunun yakında Muammer Karaca Tiyatro Salonu?nda da sahneleneceğini söyleyen Diper, Mayıs ayı ortalarında yurdışı ve Anadolu turnelerine başlayanacağını duyurdu.

Bu otobüste siz de vardınız

rehin | 01 June 2002 14:34

Otobüs tıklım tıklım doluydu. Önce, otobüse binmenin akıllıca bir iş olmadığını düşündüyse de, başka bir çaresinin olmadığını anladı. Gideceği yere çok geç kalmamalıydı. Ön kapıda bir yığın insan oğul oluşturmuştu sanki. Yok yok, önden binemezdi, çareyi arka kapıdan binmekte buldu. Bileti nasıl olsa elden ele gönderebilirdi. Arka kapı, bir uzay gemisini andırırcasına yavaşçana açıldı. Hidrolik kapıdan çıkan ?tıs tıs? sesleri onun sinir sistemini alt üst ediyordu. Uyuz mu uyuz bir sesti bu. Alçak tondaki bir osuruğu hatırlatıyordu ona. ?Ne işim var burada benim? diye geçirdi aklından. Bu kalabalık?.. Kalabalıkta bulunmaktan, üstelik tıklım tıklım dolu bir otobüste göt göte olmaktan nefret ediyordu. Bir yığın öküzün arasında ne arıyordu. İşinden evine, evinden işine sürüklenen, rastgele bir yaşamın hem oyuncusu hem de seyircisi olan bu sürüye nasıl tahammül edebilirdi. Arka tarafın nispeten daha sakin olmasının verdiği rahatlıkla otobüse çabucak bindi. Bir sürü göz onu izliyordu sanki. Bir sürü öküz gözü… Çaprazında duran adam ona bakıyordu ve kim bilir aklından neler geçiriyordu. Otobüse arka kapıdan bindiği için, bu durumu suistimal edebileceğini örneğin. Adam gerçekten de böyle düşünüyor olabilirdi. ?Bak şimdi, bak, bak… Kaltak karı arka kapıdan bindi. Ohh, ne ala. Bak, bak, bak… Biletini atmayacak, beleşçi orospu. Hiç bir hareket yok işte, atmayacak bileti. Ayıp, ayıp… Şuna bak, gümül gümül bir karı. Hele bacakları…? Evet, evet evrimsel sürecini pek tamamlayamamış orangutan ayısı kılıklı bu yarmanın kesinlikle böyle düşündüğünden emindi. Adamın bu düşünceleri, sanki gözlerinden akıyordu. Adam, ona hem içerliyor, hem de gözleriyle taciz ediyordu. Kadın hemen çantasına davrandı. Biraz da korkutmak istiyordu adamı. Bir kılıcı kınından çekercesine otobüs bileti çıkardı oysa. Aynı adama uzatarak, ?öndekine lütfen? dedi. Kadının ses tonunda öfke vardı. ?Puşt? dedi içinden, ?puşt oğlu puşt?. Otobüs, her duraktan yolcu aldığı için, daha çok kalabalıklaşmış ve adeta konserve kutusu gibi sıkış sıkış olmuştu. ?İlerleyelim beyler? diyenler, ?önüne baksana, ayımısın? diyenler, osuranlar, aksıranlar, tıksıranlar, uğultular… Bir cehennemin içinde bulmuştu kendini kadın. O sırada bir yüzle karşılaştı. Tanıdık bir yüz, yabancı değil diye geçirdi içinden. Usulca yanına sokuldu ve ?beni tanıdın mı? diye sordu. Kadın dikkatlice baktı solgun yüzlü, kalın bıyıklı bu adama. Tanıdı. Teyzesinin kızı Nihal?in doğum günü partisinde karşılaşmıştı bu adamla. Pek sohbeti olmamıştı ve hoşlanmamıştı bu adamdan, ama adam onu hemen tanımıştı. ?Evet sizi çıkardım? dedi kadın. ?Nereden çıktı bu herif şimdi? diye geçirdi aklından. Adam gözlerini ondan ayırmıyordu. Kadın rahatsızlık duymaya başladığı adamın bu bakışlarını küstahlık olarak yorumladı. Adam bir yandan sorular soruyor, bir yandan da göz süzüyordu. Resmen sarkıntılık bu diye düşündü kadın. ?Alçak köpek, senin gibileri iyi tanırım ben? dedi kadın, çok kısık bir sesle. ?Bir şey mi dedin? dedi adam. Kadın, ?Nihal?i görüyor musun diye sormuştum? diye lafı değiştirdi. Doğum gününden bu yana görmediğini söyledi adam. Kadına işinin olup olmadığını sordu. Kadın, vakit geçirmek için öylesine bir geziye çıktığı söyledi. Adam, ağzı kulaklarında, onu bir kafeye çay içmeye davet etti. Kadın içinden kocamak bir ?Siktir? çektikten sonra adama, ?Bilmem ki, düşünmem lazım? dedi. Kadın sıkılmaya başlamıştı bu küstahtan. Artık adamın sorularını dinlemiyor, yanıt vermiyordu. Birden paniğe kapıldı. Adamın sarhoş olup olmadığını anlamaya çalıştı. Adama bakmamak için başka tarafa çevirdi başını. O sırada aniden irkildi. Bacaklarında bir elin gezindiğini anlayınca bastı feryadı. Otobüs birden karıştı. Kadın çığlık çığlığa tepiniyor, sürekli ?işte o adam, o adam? diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. Otobüs durdu. Kadın inmek istedi. Kendini mesih sanan birkaç dangalak beduş kadının yanına gelerek, taciz edenin kim olduğunu sordu. Kadın hanzo kılıklı bu hıyarlara pek güvenmese de, ?işte bu namussuzdu? diyerek, doğum günü partisinde gördüğü adamı işaret etti. Adam kıpkırmızı, lodos balığı gibi şapşallaşmış bir yüz ifadesiyle baktı kadına. Yolcuların bir kısmı adamın üzerine üşüşerek, bir güzel sopaladı. Zaten hepsi dünden hazırdı böyle bir olaya. Kadın tacize uğramış, uğramamış bu önemli değildi onlar için. Hem zaten o adam olmasa bile, içlerinden biri aynı şeyi yapabilirdi belkide. Önemli olan, avuçlarının kaşıntısını dindirmek isteyen bu dayak babalarının ?icraatıydı?. Otobüsten atılan adam, kan revan içinde, ?ben bir şey yapmadım? demekle yetindi çaresizce. Bir ahlak meselesini çözmek için şiddet uygulayarak rahatlayan bu güruh, şişine şişine bindi otobüse. Hidrolik kapı kapandı; tıs tıs… ?Hıyar ibne?, ?yavşak pezevenk? küfürleri, hakaretler, ?nasıl da gömdüm yumruğu abi?ler homurtuları otobüsü sardı. Kadın üzgün ve sinirli; boşalan bir koltuğa oturtuldu. Bunlar yaşanırken, kadının, otobüse ilk bindiğinde bileti uzattığı orangutana benzeyen adam derin bir oh çekti içinden. Asıl tacizcinin kendisi olduğunun anlaşılmamasından hoşnut, biraz da korkulu, kadına kolonya tutuyordu.

Kafka bir Drakula mıdır?

rehin | 05 April 2002 19:26

Vladimir Nabokov Edebiyat Dersleri isimli kitabında Kafka için “çağımız Alman yazarlarının en büyüğüdür. Onun yanında Rilke gibi şairlerle Thomas Mann gibi yazarlar cüce ya da alçıdan aziz heykelleri gibi kalırlar” der. Prag’daki Alman üniversitelerinde hukuk okuyan ve 1908?den sonra bir sigorta şirketinde küçük bir aylıkla, sıradan bir kâtip olarak çalışan, sağlığında Dava ve Şato?yu göremeyen, Değişim?i zar zor yayımlayabilen, 1917?de kan tüküren ve yaşamının geri kalan kısmını ?yedi yıl? Orta Avrupa?nın sanatoryumlarında, dinlenme dönemleriyle geçiren bu adam için övgü, hak edilmiş bir iltifattır. Nabokov çalışmasında Kafka?nın böceğinin kazısını yaparken ve çok derinlikli, yer yer yapısalcı (biçimci), yer yer psikanalitik çözümlemelerde bulunurken, metne girmeden önce Kafka?ya yönelik iki görüş açısını tartışma dışı bırakmıştır. Max Brod?un Kafka?nın yazdıkları yorumlanırken uygulanabilecek olan tek kategorinin edebiyat değil ?azizlik? olduğu görüşünü tamamen konu dışı sayar. Kafka her şeyden önce bir sanatçıdır ve her sanatçının bir anlamda ?aziz? olduğu öne sürülebilirse de, Nabokov Kafka?nın dehasında ?örtük dinsel? anlamlar aranabileceğini sanmaz. Konu dışı bırakmak istediği öteki yaklaşım da Freudçu görüş açısıdır. Kafka?nın ?Donmuş Deniz? (1948) yazarı Neider gibi Freudçu yorumcuları, Değişim?in, Kafka?nın babasıyla olan karmaşık ilişkisiyle ve yaşam boyu süren suçluluk duygusuyla temellendirilebileceğini söylemekle yetiniyorlar. Dahası bunlar mitolojik simgecilikte çocukların haşarat ile simgelendiğini ?Nabokov bundan da kuşkuludur? öne sürerek, işi Kafka?nın böcek simgesini Freudçu çıkış noktalarına uygun olarak oğulu temsil etmekte kullandığını söylemeye vardırıyorlar. Buna göre böcek, Kafka?nın, babasının varlığı karşısında kapıldığı değersizlik duygusunu tam anlamıyla özetlemektedir. Nabokov Edebiyat Dersleri?nde haşaratla yani böcekle ilgileneceğini, Değişim?i Freudçu çözümlemelere çeken şarlatanlarla ilgilenmeyeceğini dile getirir ve bu ?saçmalığı? reddeder. Nabokov Kafka?nın kendisinin de Freudçu görüşleri kıyasıya eleştirdiğini, psikanalizi düzeltilmesi imkânsız bir hata olarak nitelendirdiğini ve Freudçu kuramları ayrıntılara, daha da önemlisi meselenin özüne hakkını vermeyen çok yaklaşık, çok kabaca çizilmiş taslaklar olarak gördüğünü dile getirir. Bir açımlama yapalım; ?modern edebiyat ile postmodern edebiyat arasında en önemli ayrım nedir?? diye sorulacak olursa edebiyat eleştirmenlerinden ve teorisyenlerinden hemen ?metin içindeki belirsizlik? ya da ?anlatıcı ?ben?in kendini metnin her tarafına dağıtması? ilkesi üzerinde duran cevaplar gelir. Modern edebiyatta, hele de avangart edebiyatta anlatı biraz daha parçalanmış, ?ben?in belleği biraz daha karışmış ve bilinçdışı Joyce?un da Ulysses?iyle birlikte bir devrim halini almıştı. Postmodern yapıtlarda görülenler, öznenin parçalanması, anlatının bulmacamsı bir hal alması, yazarın ve anlatıcı ?ben?in okuyucuyla dalga geçmesi, onunla bir kukla gibi oynaması, metinlerdeki fluluk ?hele de bu ilke? düşünüldüğünde, Kafka?nın yapıtlarının modern devreye mi postmodern devreye mi konulacağı bir sorun haline gelir. Heiner Müller?in metinlerinde karşımıza çıkan o belirsiz anlatımlar bizleri onun postmodern olduğu görüşüne getiriyor da, Kafka?nın metinlerinin her tarafına sinen, sisler iklimi halini alan ve okuyucuyu boğan o kasvet, ağırlık, yavaşlık, belirsizlik bizleri neden bu yapıtların postmodern metinler olduğu görüşüne götürmüyor? Kafka modern-avangart-postmodern edebiyat tartışmaları çerçevesinde üzerinde en fazla kafa yorulan, en fazla okunan ve hakkında en fazla kitap yazılan yazarlardandır. Arkadaş çevresinden, Max Brod?dan başlayınız, Klaus Wagenbach?tan Canetti?ye, Wilhelm Emmrich?ten Ernst Fischer?e kadar Almanlar, Roger Garaudy?den Deleuze, Guattari ve Bataille?a kadar tüm entelektüeller çalışmalarını Kafka metinleri ve çözümlemeleri ile süslemişlerdir. O vakit insanın aklına şöyle bir soru geliyor: Kafka neden bu kadar önemlidir? Kafka?yı, o ?zayıf Yahudiyi? diğer filozoflardan, şairlerden, romancılardan farklı kılan nedir? Bu kavşakta Gilles Deleuze ve Felix Guattari?nin Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin kitabı bizlere yardım edecek mi? Deleuze ve Guattari, Türk okuyucuları için pek o kadar yabancı ve bilinmedik filozoflar değillerdir. Türkçeye bugüne dek daha ziyade felsefî metinleri çevrilen Guattari ve Deleuze?ün edebiyatı içeren bu tarz marjinal çalışmaları ilk olarak yayımlandı dilimizde. Işık Ergüden ve Özgür Uçkan bu bakımdan çok değerli bir hizmeti de gerçekleştirmiş oldular. Deleuze ve Guattari kolektif çalışmalarına 1974 yılında L?Anti-Oedipe ile başlamış ve zamanında büyük bir etki yaratmışlardı. Bağımsız çalışmalarının yanı sıra ortak ürünler de veren bu ikili Kapitalizm ve Şizofreni projesi çerçevesinde son derece aykırı kitaplar yayımlamıştır. Deleuze ve Guattari?nin Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin isimli kitabı dokuz bölümden oluşur. Bu dokuz bölümde Kafka?nın metinlerinin köklerine inilir. 1. bölüm ?İçerik ve Anlatım?, 2. bölüm ?Fazla Aşırı Bir Oedipus?, 3. bölüm ?Minör Bir Edebiyat İçin?, 4. bölüm ?Anlatının Bileşenleri?, 5. bölüm ?İçkinlik ve Arzu?, 6. bölüm ?Dizilerin Hızla Çoğalması?, 7. bölüm ?Bağlayıcılar?, 8. bölüm ?Bloklar, Diziler, Yoğunluklar?, 9. bölüm ?Düzenleme Nedir?? başlığını taşır. ?Kafka?nın yapıtlarına nasıl girmeli?? sorusunun cevabı olan bu kitapta, bir köksap, bir yuva kazısı yapılır. Kafkamakinenin tüm çarkları ağır ağır okuyuculara sunulur, hayvan-oluşluk üzerinde durulur, Kafkaesk tüm unsurlar ve gövde-beden şekillerine (eğik baş-dik baş, çığlık) dikkat çekilir. Yersizyurtsuzlaşma, şizo-ensest kavramları arasında minör edebiyat kavramı açımlanır. Peki ama nedir bu kavramın tanımı? 3. bölüme kadar yalnızca içeriklerden ve içerik biçimlerinden (eğik baş-dik baş, üçgenler-kaçış çizgiler) bahseden Guattari ve Deleuze, minör edebiyatı ?Varşova?da ya da Prag?daki Yahudi edebiyatı? tanımlamasıyla açıklarlar. Minör edebiyatı, minör bir dilin edebiyatı değil, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Ama temel özelliği, dilin, yüksek yersizyurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmasıdır. ?Kafka Prag Yahudilerine yazı yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan çıkmazı bu şekilde tanımlar: Yazmama olanaksızlığı.? Yazmamak olanaksızdır, çünkü ulusal bilinç ister belirsiz olsun, ister baskı altında, zorunlu olarak edebiyattan geçer. Almancadan başka bir dilde yazma olanaksızlığı, Prag Yahudileri için başlangıçtaki Çek yersizyurtsuzluğu ile ortadan kaldırılamaz bir uzaklık duygusu anlamına gelmektedir. Almanca yazma olanaksızlığı ise, ?kitabî? ya da ?yapay? bir dil konuşan baskıcı azınlığın, bizzat Alman nüfusunun yersizyurtsuzlaşması ile ilintilidir. Yahudiler olsa olsa hem bu azınlığın bir parçasıdırlar, hem de tıpkı ?Alman çocuğu beşiğinden çalmış olan Çingeneler? gibi bu azınlıktan dışlanmışlardır. Minör edebiyatın ikinci özelliği, Işık Ergüden ve Özgür Uçkan?ın deyişiyle, ?bu edebiyatlardaki her şeyin siyasal olması?dır. Üçüncü özellik ?her şeyin kolektif bir değer taşıması?dır. Demek ki minör edebiyatın üç özelliği, özetle, dilin yersizyurtsuzlaşması, bireyselin dolaysız-siyasal olana bağlanması ve sözcelemin kolektif düzenlenişidir. Deleuze ile Guattari bu kavramı daha lirik bir şekilde şöyle açımlar: Sanki ?minör?, artık bazı edebiyatları değil, büyük (ya da yerleşik) diye adlandırılan edebiyatın bağrındaki her türlü edebiyatın devrimci koşullarını nitelemektedir. Büyük bir Edebiyat ülkesinde dünyaya gelme bahtsızlığına sahip biri bile kendi dilinde yazmak zorundadır; tıpkı bir Çek Yahudisi?nin Almanca, ya da bir Özbek?in Rusça yazmak zorunda olması gibi… Sığınacak bir yer arayan köpek, yuva yapan bir fare gibi yazmak. Kafkaseverler için yeni ufuklar açacak, eğretilemeleri ve çözümlemeleri ile orijinal fikirler içeren bu kitap, Kafka raflarında eşsiz bir yer dolduracaktır. Başka hiçbir eserde Kafkamakinenin tüm çarklarını, hayvan-oluşluk, eğik-başlılık, çığlık enstantanelerini, böcek-oluşluk, yersizyurtsuzlaşma, şizo-ensest, az/ın/lık edebiyat kavramlarını, Kafka-Drakula bağlantısını, Kafka-örümcek-oluşluğu bu denli derinlemesine çözümlenmiş olarak bulamazsınız. Deleuze ile Guattari klasik Kafka biyografilerinin sıcaklığından yakınan Kafkaseverlere orijinal bir metin ve ilginç bir kazı sunmuştur. Yahu gerçekten de Kafka bir Drakula mıdır? ?

MARX\’IN YABANCILAŞMA TEORİSİNİN KAVRAMSAL YAPISI

rehin | 23 March 2002 19:26

Aşağıda çevirisi sunulan bölüm, Macar sosyal bilimci İstvan Meszaros’un Marx’ın Yabancılaşma Teorisi başlıklı 350 sayfalık kapsamlı araştırmasından alınmışıtır. Meszaros bu araştırmasında, yabancılaşma kavramının kökenlerinden başlayarak, gelişme aşamaları içerisinde incelemiş, genç-Marx, olgun-Marx karşıtlığı üzerinde durmuş ve çağdaş yaşam üzerindeki etkilerini tartışmaya açmıştır. Meszaros’un kitabı, 1970 yılında İsaac Deutscher Anısına verilen ödülü almış ve bütün batı dillerine çevrilmişti. Marx’ın 1844 Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmaları ile ilgilenenler, Marx’ın Yabancılaşma Teorisi’ni kavramak için önemli bir çaba gerektiğini bilirler. Uzun zamandır elimin altında bulunan bu kitabı evirip çevirirken ben, yayımlanan bu bölüm üzerinde okurlardan gelecek yansımaları da beklediğimi kaydetmek istiyorum. Eğer olumlu yansımalar alırsam kitabı bütünüyle çevirme çabalarımı daha da hızlandıracağım. Alaattin Bilgi MARKSİST SİSTEMİN TEMELLERİ Söylenceleri icat etmek kolay ama bunlardan kurtulmak zordur. Boş bir balonu (her türden kanıtlarıyla düpedüz cehaleti), bolca sıcak havayla (yani, sırf hüsnükuruntuyla) tıkabasa doldurup havalandırmak yeter de artar bile; hele bu hüsnükuruntuda ayak direnirse bu uydurma uçuş için gerekli yakıt bol bol sağlanmış olur. İleride, Marx Üzerine Tartışmalar bölümünde, 1844 Elyazmaları ile ilgili belli başlı söylenceleri biraz uzunca tartışacağız. Yine de bu noktada, çeşitli yorumlarda pek de göze batmayacak ölçüde olmakla beraber, bir bütün olarak Marx’ın yapıtını eksiksiz değerlendirmek için büyük teorik önem taşıyan bir söylenceyi kısaca ele almak zorundayız. Bilindiği gibi 1844 Elyazmaları, yabancılaşma kavramı üzerinde odaklaşan Marksçı sistemin temellerini sergiler. Yukarıda söz konusu edilen söylence, Lenin’in bu kavramdan habersiz olduğunu, kendi teorilerini geliştirirken bu kavramın hiçbir rol oynamadığını öne sürmektedir. (Pek çok dogmatik kafalı insanın gözünde, hiç kuşkusuz bu savın kendisi bile, yabancılaşma kavramının “idealist” damgasını yemesine yeter de artar bile.) Eğer Lenin, Marx’ın kapitalist yabancılaşma ve sonuçlarının eleştirisini (yani, “emeğin yabancılaşması”nı ve onun kaçınılmaz sonuçları üzerine yaptığı analizleri) gerçekten gözden kaçırmış ise, Marx’ın teorisinin özünü ?Marksist sistemin temel düşüncesini? gözden kaçırmış demektir. Öne sürülecek hiçbir şeyin bu sözde savdan, gerçeğe daha uzak olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Aslında durum bunun tam tersi: Lenin’in, Marksist olarak gelişmesinde, yabancılaşma kavramını doğru anlamıyla kavraması yaşamsal bir rol oynar. Lenin’in teorik yapıtlarının hepsinin ?buna, Ekonomik Romantizm’in Eleştirisi ile, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi de dahil? 1895’te yazılan Kutsal Aile’ye Genel Bakış’tan sonra kaleme alındıkları kesin bir gerçektir. Bu Genel Bakış’ta, yorumlar biçiminde ifade edilen ana düşünceler, Lenin’in daha sonraki yazılarında yer alan fikir ve düşüncelerinin merkezi olmaya devam etmiştir. Ne yazık ki burada, Lenin’in düşüncelerindeki gelişmeyi ayrıntılarıyla izleme olanağı yoktur. Bu nedenle, sadece tartışılan konuyla doğrudan ilgili birkaç noktaya dikkatimizi yoğunlaştırmak zorundayız. Kutsal Aileye Genel Bakış’ta Lenin’in bu eski yapıttan uzun bir pasaj aktardıktan sonra şöyle bir yorumda bulunması, konumuzla ilgili olması bakımından büyük önem taşır: “Bu pasaj oldukça karakteristiktir; çünkü Marx’ın, kendi tüm ‘sisteminin’ dayandığı temel fikre, yani toplumsal üretim ilişkileri kavramına nasıl yaklaştığını göstermektedir.” Burada Lenin’in “sistem” sözcüğünü tırnak içine almasını önemli bulanlar da bulunabilir, önemsiz bulanlar da. (Anladığımıza göre Lenin’in bunu yapmasının nedeni, Marksist literatürde, Hegelci felsefe ile bağıntılı olarak, “sistem kurma düşüncesine” alışılagelen polemik göndermeyi anamsatmak içindir. Ayrıca Genel Bakış, Hegelci sisteme oldukça eleştirel bir biçimde yaklaştığı gibi, Kutsal Aile üyelerinin bundan yararlanma çabalarını da eleştirir.) Burada yaşamsal önem taşıyan olgu şudur: “Marx’ın tüm sisteminin ana fikri” ?”toplumsal üretim ilişkileri kavramı”? kesinlikle Marx’ın yabancılaşma kavramıdır; yani ?Lenin’in doğru olarak kabul ettiği gibi?, “emeğin kendi yabancılaşması”, “insanın kendi yabancılaşması”, “kişinin pratik ilişkileri içerisinde kendi nesnel özüne yabancılaşması”, vb., sistemin Marksçı eleştirel gizemden soyutlanma halidir. Bunu, Lenin’in yorumunun yöneltildiği pasajı gözden geçirirsek açıkça görebiliriz: “Proudhon’un, sahip olmamayı ve eski sahip olma biçimini ortadan kaldırmak isteği, tamamiyle, onun, insanın nesnel özüne pratikte yabancılaşma ilişisini; insani kendi kendine yabancılaşmanın, ekonomi politik ifadesini ortadan kaldırmak arzusu ile aynı şeydir. Ne var ki, onun ekonomi politik eleştirisi hâlâ ekonomi polikitik öncüllerinin tutsağı olduğu için nesnel dünyanın yeniden ele geçirilmesi (temellükü ?çev.) sahiplenmenin büründüğü ekonomi politik biçimi içerisinde tasarlanmış olarak kalır. Aslında Proudhon, Eleştirel Eleştiri’nin kendisini zorladığı gibi, sahip olmayı, sahip olmamaya değil, elde bulundurmayı (temellükü- ç.) eski sahip olma biçimine, özel mülkiyete karşı çıkarır. Elde bulundurmayı o, ‘bir toplumsal işlev’ olarak ilan eder. Bir işlevde ilginç olan şey, diğerini ‘dışlamaya’ yönelik değil, benim kendi güçlerimi, varlığımı oluşturan güçleri harekete geçirmek ve gerçekleştirmektir. Proudhon bu düşünceye uygun bir gelişme olanağı sağlayamamıştır. ‘Eşit elde bulundurma’ fikri, ekonomi politik bir kavramdır ve bu nedenle de, şu ilke için yabancılaşmış bir ifade biçimi olarak varlığını sürdürür: insan için varlık olarak nesnenin; insanın nesnel varlığı olarak nesnenin, aynı zamanda, insanın öteki insanlar için varoluşu, diğer insanlar ile insani ilişkisi, insanın insanla ilişkisindeki toplumsal tavır belirleyicidir. Oysa Proudhon, ekonomi politik yabancılaşmayı, ekonomi politik yabancılaşma çerçevesinde ortadan kaldırır.” 1844 Ekonomi Politik ve Felsefe Elyazmaları’nı yeterli derecede bilen herkes, bu düşüncelerin, Paris Elyazmaları’ndan geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Aslında, yalnız bu pasajların değil, bunlara ek olarak pek çoğunun, Marx tarafından 1844 Elyazmaları’ndan, Kutsal Aile’ye aktarılmıştır. Marx, Engels ve Lenin’in toplu yapıtlarını yayınlamakla yükümlü Rus Komite* ?1844 Elyazmaları’nı “idealist” bulan aynı komite? Lenin’in, Kutsal Aile’ye Genel Bakış’a koyduğu bir notta Marx’ın “kitabının başlangıçta tasarlanan boyutunu 1844 baharı ve yazı boyunca üzerinde çalıştığı ekonomi ve felsefe elyazmalarının bazı bölümlerini katarak epeyce büyüttüğünü” kabul etmektedir. Lenin, hiç kuşkusuz Marx’ın 1844 Elyazmaları’nı okuyamamıştır ama Genel Bakış’ta 1844 Ekonomi Politik Elyazmaları’nda öne sürülen ve yabancılaşma sorunsalı ile ilgili bulunan Proudhon üzerine yorumlarına ek olarak bir dizi önemli pasajı alıntılamıştır** Durum böyle olunca eğer Marx’ın 1844 Elyazmaları idealist ise ?buradan Kutsal Aile’ye aktarılan? temel kavramları, Lenin’in “Marx’ın bütün sisteminin temel fikri” diye övmesi de idealist bir yaklaşım olur. Bu hikayenin en beter kısmı daha gelmedi. Çünkü Lenin bu yapıtı yalnız, “devrimci materyalist sosyalizmin temellerini” içerdiği için değil aynı zamanda “gerçek, insan bir kişinin adına” yazılmış olduğu için de övmeye devam etmektedir.*** Böylece Lenin yalnız “idealizme” “teslim” olmakla kalmıyor, onu, “devrimci materyalist sosyalizm” ile de karıştırıp daha da beteri, “humanizmi” de yerin dibine batırmış oluyor! Söylemeye gerek yoktur ki, “gerçek, insan bir kişinin adına” yazılmış bu “humanizm” sadece, 1844 Elyazmaları’nın niteliğini oluşturan “emek görüş açısının” bir ifadesinden başka bir şey değildir. Burada ?idealist felsefenin düşsel varlıklarına karşı, açık ve kesin polemikler halinde? “egemen sınıflar ile devlet tarafından ezilen ve horlanan işçinin” eleştiri süzgecinden geçirilerek benimsenmiş görüş açısı ifade edilmiştir; proletaryanın görüş açısı, “proletarya sınıfının, kendi yabancılaşmasını yok olması olarak hissetmesi ve bunda kendi güçsüzlüğü ile insanlıkdışı bir varlığın gerçekliğini görmesine” karşın, “mülk sahibi sınıfın” kendi yabancılaşmasında, kendini “mutlu ve gerçekleşmiş hissetmesi ve kendi gücünün yansımasını görmesidir”* Lenin ve Marx “gerçek insan bir kişi” derken işte bunu kast etmekte idiler. Gelin görün ki Marx’ı (ya da şimdiki durumda Lenin’i) “gerçekten okumak” yerine, Marksist klasiklerin içine, yüksek perdeden radikalizm görüntüsü altında, bürokratik tutuculuğun kısır dogmatizmini temsil eden kendi efsanelerini sokuşturmaya kalkışanlara, metinlere dayalı ne kadar kanıt getirseniz de çabanızın boşa gideceğini bilmeniz gerekir. Lenin’in parlak bir biçimde kavradığı gibi, Marx’ın sisteminin merkez fikri, toplumsal üretim ilişkilerinin kapitalistçe maddeleştirilmesine; ÜCRETLİ EMEK, ÖZEL MÜLKİYET VE DEĞİŞİM’in maddeleştirilmiş aracılığı yoluyla emeğin yabancılaştırılmasına getirdiği eleştiridir. Gerçekten de Marx’ın, toplumsal üretim ilişkilerinin tarihsel oluşumu, yabancılaşma konusundaki genel düşünce yapısı ile, yabancılaşma ve maddeleştirmenin zorunlu olarak yer aldığı, nesnel ontolojik koşulları üzerine yaptığı çözümlemeler, sözcüğün en yerinde anlamıyla tam bir sistem oluşturur. Bu sistem, Hegel de dahil, kendinden öncekilerin felsefi sistemlerinden, daha az değil, daha fazla canlıdır; bunun anlamı, kendisini oluşturan kısımlardan bir tekinin bile dışta bırakılması, tek bir yönünün değil, serimin tamamının bozulması demektir. Ayrıca Marksist sistem, Hegelci sistemden daha az değil, daha fazla karmaşıktır; çünkü, “düşünce? varlıkları” arasında, mantık bakımından uygun düşen “düşünceleri” ustalıkla icat etmek bir şeydir ama, çeşit çeşit toplumsal görüngülerin karmaşık iç bağlarını gerçekte saptamak; bunların kurumsallaşmalarını ve birbirine dönüşmesini yöneten yasaları (bu yasalar ki, bunların görece “sabitliğini” olduğu kadar “dinamik gelişmelerini” de belirler) bulmak; ve bütün bunları gerçekte, insan etkinliklerinin bütün düzeylerinde ve alanlarında sergilemek başka bir şeydir. Dolayısıyla, Marx’ı kendi sisteminin terimleri içinde okuyup anlamak yerine, günümüzde moda olan bazı önyargılı, laf ebeliğine dayalı sözde “bilimsel modellere” uygun olarak okumaya kalkışmak, Marksist sistemi devrimci anlamından soyutlar ve onu, sözde bilimsel kavramlardan oluşan ölü kelebek koleksiyonuna çevirir. Marksist sistemin, Hegelci sistemden temelden farklı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mıdır? Sadece, Marx tarafından belirlenen güncel olgular ile Hegelci “düşünce-varlıkları” arasındaki zıtlık bakımından değil ayrıca, Hegelci sistem, iç çelişkileri nedeniyle, Hegel’in bizzat kendisi tarafından kapalı hale getirilmiş ve taşlaştırılmıştır; oysa Marksist sistemin ucu açık bırakılmıştır. Bu açık ve kapalı sistemler arasındaki hayati önem taşıyan tartışmaya, bu bölümün son kesiminde tekrar döneceğiz. Ancak şimdi, Marksist sistemin çok yönlü karmaşıklığını daha berrak anlamak için, bu sistemin yapısını bir bütün olarak gözden geçirmemiz gerekecektir. 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, Hegel ile iktisatçıların teorileri konusunda eleştirel yorumlardır. Yine de daha yakından bakıldığında bundan daha fazlası açıkça görülür. Zira, bu teorilerin eleştirisi, birbirine yakından ilişkili çeşitli büyük sorunlar üzerinde, Marx’ın kendi fikirlerini geliştirmek için bir araçtır. Daha önce de değinildiği gibi, 1844 Elyazmaları’nda kavrayabildiğimiz sistem, kendi içinde gelişen bir sistemdir. Her şeyden önce bu, emeğin kendi yabancılaşmasının temel ontolojik boyutunun, bu yapıtın ta sonuna para kesimine kadar, evrenselliği içerisinde görülmemesi olgusunda kendini gösterir. Gerçekte bu kesim, aynı elyazmasında Marx’ın, Hegelci felsefeyi, eleştirel bir yaklaşımla incelemesinden sonra yazılmış; yayımlanmış halinde ise (Marx’ın isteğine uyularak) elyazmasının sonuna konmuştur. Ve bu, kronolojik ayrıntının hiç de göz ardı edilebilir bir noktası değildir. Gerçekten de, Marx’ın, bir bütün olarak Hegel felsefesi üzerine yaptığı kapsamlı değerlendirme ?onun, “Hegel’in modern ekonomi politik üzerine olan görüş açısını” kavramasını sağlayan ekonomi politik çözümlemeleri ile birlikte? Marx’ın eline, “para sistemi”nin en sonunda ulaştığı ontolojik gizemi çözeceği anahtarı vermiş ve böylece Marx’a, materyalist diyalektik değer teorisinin kapsamlı bir serimini yapma olanağı sağlamıştır. (1844 Elyazmaları’nın bir bölümünü, kendi somutluğu içerisinde ve hem de, sınırlı oylumuna karşın ayrıntıları kapsaması bakımından, aynı sorunsalları irdelemeye çalışan şu yapıtla karşılaştırınız: Bir bütün olarak Hegel Diyalektiğinin ve Felsefesinin Eleştirisi’nden kısa süre önce yazılan ?muhtemelen 1844 Mayıs ya da Haziranı? James Mill’in Ekonomi Politiğin Öğeleri Üzerine Marx’ın Yorumları. Paranın Gücü üzerine olan bu sayfaların büyük bir kısmının daha sonra Marx tarafından Kapital’e alınmış olması herhalde tesadüfi değildir.) Emeğin kendi yabancılaşmasının bu genel ontolojik boyutu 1844 Elyazmaları’nın sonuna kadar kesinkes belirtilmemiş olsa bile, hiç kuşkusuz daha belirsiz bir genelleme düzeyinde olsa da, daha hemen başlangıçta, dolaylı olarak değinilmiştir. Başlangıçta, sistemin içersinde, ancak belirsiz bir sezgi olarak çekirdek halinde bulunsa ve dolayısıyla, Marx’ın çözümleme yöntemi pozitif olmaktan çok tepkin (reactive) ve kendini geliştiren bir yöntem olduğu için; serimini yaparken O, elini, o anda ele aldığı konuya eleştirel yaklaşımının doğurduğu sorunsal ile, yani, ekonomi politik üzerine yazı yazmanın sorunsalları ile yönlendirmeye bırakmaktadır. Konuyu derinlemesine kavradıkça (bu kavrama, bireysel yönlerin: “meta olarak işçi”, “soyut emek”, “tek yanlı, robotlaşmış emek”, “insana yabancılaşmış doğa”, “birikmiş insan emeği= ölü emek” ve benzeri yönleri derece derece kavradıkça) önceden belirlenen çerçevenin çok dar geldiği anlaşılmakta ve Marx bu dar çerçeveyi haliyle bir yana itmektedir. Yabancılaşmış Emek tartışmasından sonra Marx farklı bir plan izler: ele alınan her konunun merkez referansı şimdi, yabancılaşmanın her haliyle “parasal sistem” arasındaki “esas ilişki” olarak, “yabancılaşmış emek” kavramıdır. Bu program, ilk elyazmasının son kesiminde bulunmakla beraber, üçüncü elyazmasının ta sonuna kadar bütünüyle gerçekleşmemiştir. Bu sonuncuda Marx ensonu “parasal sistem”deki gizemi ortadan kaldırmış: bütün yabancılaşmış ilişkilerin bu nihai aracısını; “insanın gereksinmesi ile nesne arasındaki, yaşamı ile yaşam araçları arasındaki bu pezevengi”; “bu gözle görünür kutsallığı”, “insanoğlunun yabancılaşmış yönünü”, “hayali gerçeğe, gerçeği ise düpedüz hayale dönüştüren yaygın dışsal yeteneği (bu öyle bir yetenektir ki, ne insan olarak insandan ne de toplum olarak toplumdan ortaya çıkmıştır.)”, “Varolan aktif değer kavramını… her şeyi karmakarışık, dünyayı ters yüz eden… Çelişkileri kucaklaştırıp olanaksızlıkları sözde kardeş hale getiren” gizemi, Marx yok etmiştir. Ve bütün bunlar, “temel varlığın (doğanın) doğru ontolojik olumlanmasının”, “İnsan tutkusunun ontolojik özünün” ve “hem zevk ve hem de etkinlik nesneleri olarak insana ait en temel nesnelerin varlıklarının” açıklığa kavuşturulması için yapılmıştır. Böylece Marx’ın sistemi; kendi gelişmesi içersinde onun (Marx’ın), para sisteminin kapitalist üretim biçimi ile tepe noktasına ulaşmakla beraber, bu sistemin iç yapısının, sınırlı tarihsel içeriği içinde anlaşılmanın mümkün olmadığını, bunun ancak, insanın, emeği aracılığı ile gelişmesini göz önünde bulunduran geniş ontolojik çerçeve içersinde (yani, kendini gerçekleştirme sürecinin belirleyici aşamasında ?ya da aşamalarında? zorunlu olarak kendine yabancılaşma ve maddeleşmesi içerisinde geçirdiği gerekli ara duraklar aracılığı ile emeğin ontolojik kendi gelişmesi aracılığı ile) anlaşılabileceğini açıkça kavraması üzerine bütünlük kazanmıştır.

\”YURTTAŞ NAZIM\” VE KOMÜNİST NAZIM

rehin | 23 March 2002 19:26

Nazım Hikmet’in yakınları, vatandaşlık hakkının iadesi için kampanya başlattılar. Nazım’a ilişkin bu talepler özel ve resmi televizyon kanallarında, basın sayfalarında sık sık dile getirilmeye başlandı. Kızkardeşi Samiye Yaltırım’ın ilgili makamlara yazdığı her dilekçe, “vatandaşlık talebinde bulunan kişinin kendisinin başvurması gerektiği”, yasalarda vatandaşlık hakkının bu prosedürle tanınabileceğine ilişkin bir maddenin olmadığı gibi gülünç gerekçelerle geri çevrildi. İlgili ve yetkili kişilerden konuyla ilgili demeçler alındığında hepsinin “kişisel olarak” Nazım’a vatandaşlık hakkının tanınması gerektiği konusunda mutabık oldukları, ancak bu kişisel “demokratlığın” ne yazık ki devletten demokratik bir karar çıkmasına yetmediği kendi beyanlarından anlaşıldı. Doğrusunu yasalar bilirdi… Nazım Hikmet’in şiirleri, şimdiye dek ezilen sınıf ve katmanlarla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinde, birinciler lehine etkili bir ajitasyon silahı ve esin kaynağı olmuştu. İkinciler için ise, her zaman bir heyüla, militarizmin çizmeleri altında ilk çiğnenecek materyal, yangına ilk atılacak malzemeydi. Nazım ezilenler için ne idiyse burjuvazi için onun tam karşıtıydı. Şu anda devletle yakınları arasında süregiden Nazım Hikmet üzerindeki pazarlık insani yönü ağır basan bir ilişkiymiş gibi görünse de, içeriği tamamen siyasidir. Ve elbette ki bunun yeni durumlarla, yeni dünya düzeni ile ve bizzat Nazım’ın kendisiyle ilgili yönleri vardır. Şimdiye dek ve hep, ezilen sınıfların her türden talepleri; sadece, burjuvazinin siyasal iktidarının ortadan kaldırılmasını doğrudan içeren eylemlerle dile getirildikleri zaman değil, eylem sloganları ancak alt sınıflara mensup insanların mevcut sistem içindeki yaşam koşullarını bir parça düzeltmeyi ifade ettiği zamanlarda bile burjuvazi tarafından öfkeyle karşılandı. Ezilen sınıf ve katmanların eylemine karşı duyulan bu refleks öfke esnemez değildi. Kitlelerin eskisi gibi yönetilemediği zamanlarda ya da uzun süredir dile getirilen ve kamuoyu nezdinde ancak “eskisi gibi olmaz ama bu koşullarda olur” düzeyinde bir meşruiyet kazanan istemler karşısında öfkenin yerini “akıllı” burjuva manevralar aldı ve istemler karşılanarak kapitalizmin vitrinine yerleştirildi. Burjuvazi başlangıçta zor kullanarak bastırmaya çalıştığı bu istemleri evcilleştirerek kendisinin kılmayı başardı ve sisteminin sınırlarını genişletti. Evcilleştirme ve kendisinin kılma ve bu yöntemle kendi sistemini güçlendirme burjuvazinin öteden beri her sıkıntılı dönemi atlatmasının bir yöntemi oldu. Ya da bu sıkıntılı dönemler atlatıldıktan sonra, eskiden kalan ve ezilenlerin belleğinde yer etmiş savaşa dair kalıntıların silinmesi, bu başarılamıyorsa hiç değilse naif nostaljiler halinde kalmalarının sağlanması ve savaşçı ruh halinin genel toplumsal “her şeyi konuşabilir hale gelme”, “tabuları yıkma” havası içinde yitip gitmesi için bir araç oldu. Denizlerin yaptığı devrimci çağrışımların, o dönemlerden kalan “yol arkadaşları”nın da burjuvazi açısından değerli katkılarıyla serbest piyasada açık arttırmaya sunulan üç kuruşluk çocukluk ve gençlik anılarına takas edilmesi ve “devlet baba”nın hoşgörüsüzlüğünden esef edilerek “biz o zamanlar devrimi çok sevmiştik” serzenişine dönüştürülmeye çalışılması da bu anlama geliyordu. Ama ne demişti Lenin ‘Devlet ve İhtilal’in girişinde, “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir ayla ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir…” ve “Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılır ve övülür” Nazım Hikmet için de aynı şeyleri bir ölçüde söylemek mümkün. Yaşamı boyunca ve öldükten sonra da; şiirleri her alanda kovuşturmaya uğradı ve lanetlendi. Yine de tek tek devrimcilerde ete kemiğe bürünmüş bir biçimde yaşamaya devam etti. Daha yaşarken hakkında ölüm fetvası verilmişti. Türkiye’yi terkedişi onu kurtardı. Şimdi de, devlet, kendini Nazım Hikmet sendromu karşısında rehabilite etmeye çalışıyor. Dünyanın, yeni durumlar karşısında en az esneme yeteneği bulunan burjuva devlet aygıtlarından birisine sahip olan Türkiye’de, devletin bürokratik mekanizmalarının çıkardığı engellerden ve gönülsüzmüş gibi görünen tavırlarından Nazım’la ilgili girişimlerin tabandan geldiği ve özerk bir yanı olduğu düşünülebilir. Bu taleplerin neden daha önce değil de şimdi dile getirildiği bir soru olarak kaydedildiği durumda bile bu problemin ortaya sürülmesinin koşullarının güncel politik ortam tarafından hazırlandığını görmek zor olmayacaktır. Öte yandan, Nazım’la ilgili bir kampanya, Nazım Hikmet’in geniş kitlelere maledilmek yoluyla meşruiyet kazanması çabasına girmek biçiminde sürdürüldüğünde haklı olabilirdi. Ama bu meşruiyet zemini buralarda değil de onu devletin tanıyabileceği bir noktada arandığından sınıf uzlaşmacılığı için güncel politik durumdan olanaklar çıkarıp bunu vaaz eden ve ulusal uzlaşmayı tek ve değiştirilemez bir seçenek gibi dikte eden yeni dünya düzeni ideolojisinin gereklerinin yerine getirildiği görülür ve Nazım’ın yasallaştırılması isteminin ardında asla masumane bir kaygının yatmadığı anlaşılır.

  • * * Yeni Dünya Düzeni sosyalizmin öldüğü propagandasıyla doğdu. Dolayısıyla bütün sosyalist argüman burjuvazi tarafından geçersiz ilan edildi. Burjuvazi “tek kutuplu dünya”nın hakimi olarak bu geçersizlik ilanını vermeye kendisini muktedir görüyordu. Geçersizliğin ilanıyla hem ezilenler açısından İdeolojik-psikolojik bir tahribatın yapılması amaçlanıyor hem de şimdiye dek sosyalizmin uluslararası ve ulusal kazanımları karşısında soluğunu tutan burjuvazi kendine, ezilenlere yönelik her türden pervasız saldırılar için “geç” işareti veriyordu. Sınıf mücadelesi ve sosyalizm artık bittiğine göre, sınıf mücadelesini anımsatan ne varsa ya yokedilmeli ya da evcilleştirilmeliydi! İkinci savaştan sonra başlayan soğuk savaş döneminin bitirildiği açıklanıyor ve bu açıklamayla birlikte dünyanın yeni koşullara göre organize edilmesi gerektiği saptanıyordu. “Yeni” durumda Türkiye’de Nazım Hikmet’in payına düşen de tolere edilebilecek yönlerinin burjuvazi tarafından sahiplenilmesi oldu. Çünkü artık Nazım’dan ve şiirlerinin yarattığı etkiden korkmaya da gerek yoktu. Bu perspektifle Nazım’ın, bütün diğer süreçlerinden soyutlanarak 141-142’nin kapsamına sokabildikleri kadarıyla komünistliğine az çok ve kerhen rıza gösterildi ve şiirlerinin güzelliği keşfedildi. Oysa zaten çok uzun zamandır, aynı hukuki ortam ve aynı yasal koşullarda Nazım Hikmet’in yazdığı oyunlar özel tiyatrolarda sergileniyor, şiirleri ve şiirlerinden yapılmış besteler sansüre uğramadan okunuyordu. Yani aslında, Nazım meşruydu ve bu topraklar üzerinde serbest dolaşım hakkına sahipti. Mevcut durum, uluslararası düzeyde ün yapmış bir Türk şairinin kendi ülkesinde “yasaklı” olmasının yol açtığı politik rahatsızlıklarla birleşince Nazım’ın devlet düzeyinde tanınması bir ihtiyaç haline geldi. Devlet tiyatroları, repertuarlarına Nazım’ın yazdığı oyunları aldılar, senaryosu ona ait olan “Yolcu” filminin çekimine başlandı ve filme en önemli katkı eski İstanbul emniyet müdürlerinden işkenceci Mehmet Ağar’dan geldi. Resmi televizyon kanallarında Nazım’ın şiirleri okunmaya başlandı. Hatta okullara Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tavsiye edilen bazı kitaplarda da seçilmiş şiirleri yeraldı. Yalnız, Nazım’dan seçilen şiirler şairin ilk dönem yapıtları arasında yer alan milliyetçi temaları işleyen şiirleri, yurtdışındayken yazdığı memlekete hasret şiirleri, manzara ve doğa şiirleriydi. Onun Komünizmi övdüğü, kavga çağrısı yaptığı şiirleri ise elbette tanınmıyordu ve tanınmazdı da.

afganistan’da neler oluyor???

rehin | 23 March 2002 18:53

Kisaca Afganistan kayniyor. Subat ayindan beri ortaya cikan gelismeler ve gidisat batililari oldukca korkutuyor, kafalarda afganistan sorununun boylekolayca cozulemeyecegi sorusu tekra dolasmaya basladi. Ne olmustu son bir aydir? 3 Subat: Ilk sinyaller Kandahar havaalanina yapilan saldiri ile geldi. Kimligi bilinmeyen kisiler havaalaninin cok yakinina kadar sokulup yarim saat catismaya girip ortadan kayboldular. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/nm/20020213/ts_nm/attack_afgh an_firing_dc_4 23 Subat: Yine kandahar havaalanina roket saldirisi. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/nm/20020224/wl_nm/attack_afgh an_rockets_dc_4 24 Subat: Kandahar hava alanina yapilan 3 saldiriyi gerceklestirenler hala yakalanamadi. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/nm/20020228/ts_nm/attack_afgh an_dc_30 16, 20 ve 28 Subat: Bu tarihlerinde toplam 3 kere Kabil’de ingliz askerlerine ates acildi. Son catismada inglizler karsilik verdiler fakat kursunlar yanlislikla dogum yapmak uzere olan bir kadini hastaneye yetistiren arabaya isabet etti. Kadinin erkek kardesi oldu. Yerli halk olaya tepki gosterdi.. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/ap/20020228/ap_on_re_as/afgha nistan_492 21 Subat: CIA Afganistan’da asiretler arasi ic savas olasiligina karsi bir uyari yapti. D. Rumsfield , afganistan’da polislik yapmak icin binlerce askere ihtiyac duyulabilecegini soyledi. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/ap/20020221/ap_on_re_as/us_af ghanistan_107 1 Mart: Pentagon, Dogu Afganistan’da Gadez bolgesinde Taliban’in savascilarinin tekrar toplandigini acikladi. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&cid=578&u=/nm/20020301/ts_nm/att ack_military_dc_32 2 Mart: Amerikan ve Afgan birlikleri Gadezde harekata basladi, catismalarda bir Amerikali ve iki Afgan hayatini kaybetti. http://www.reuters.com/news_article.jhtml;jsessionid=Q5KEIMI3U4NYKCRBAEOCFEY KEEARKIWD?type=topnews&StoryID=654437 3 Mart: Catismalar ucuncu gunune girdi, Amerikali yetkili: Durum cok tehlikeli !! http://www.reuters.com/news_article.jhtml?type=topnews&StoryID=654897 3 Mart: Amerikan kayiplari tehlikenin hala devam ettigini gosteriyor. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&cid=533&u=/ap/20020303/ap_on_re_ as/afghan_us_military_783 4 Mart: Catismalarin dorduncu gununde, iki amerikan helikopteri dusuruldu, toplam 6 Amerikali yasamini kaybetti. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&cid=514&u=/ap/20020304/ap_on_re_ as/afghan_us_military_785 TONY AMCAM BENI NIYE OPTU Afganistan’daki tehlike canlari calmaya basladiginda batililar birden paniklediler. Tony Blair aniden gece yarisi Ecevit’i aradi. Baris Gucunun Turk Kuvvetleri tarafindan bir an once devir alinmasini, bunun icin ne gerekiyorsa ingiltere’nin yapmaya hazir oldugunu soyledi. “Bu arada çok ilginç bir pazarlık sürüyor. Kabil’in pattadak düşüvermesinden sonra, ?ne kadar kolaymış bu işler? duygusuna kapılan ABD ve Avrupanın büyükleri bölgeye gidecek barış gücünün komutanlığını? yapmak için birbirleriyle yarışırken, bugün sorumluluğu Türkiye’ye vermek için var güçleriyle çalışıyorlar.”, Ferai Tinc, Milliyet, 04/03/2002 Ertesi gun MGK toplandi ve Ecevit cikista pek batililari memnun etmeyen gecistirici aciklamalar yaparak olayi birazcik savsakladi. “Bu durumda, askerlerini bataktan çekmeye hazırlanan devletlerin ‘barış gücü’ işini Türkiye’ye yıkmak istemeleri ve İngiliz Başbakanın telaşlanıp telefona sarılması ne kadar normalse, Ankara’nın ayni konuya artık değişik bir gözle bakmaya başlaması da aynı derecede normaldir.”, Mumtaz Soysal, Cumhuriyet, 4 Mart 2002 Aslina bakarsaniz hersey aylar oncesinden washington’da belirlenmisti. Turkiye icin bicilmis bir rol vardi. “Kabil plan? haz?r – Washington Post Gazetesi’ne göre Türkiye, Kabil’in asayi?inden sorumlu uluslararas? güce liderlik edecek. Fransa ve ?ngiltere ise stratejik iki hava üssünün kontrolünden sorumlu olacak.”, Hurriyet, 17/11/2001 “Tartışmaların temelinde, Afganistanı? kontrol altına alacak olan kara kuvvetinin kimlerden oluşacağı yatıyor.”, M. Ali Birand, Milliyet, 17/10/2001 2 Mart: ingliz kamu oyu askerlerinin aslinda bir batakliga saplandiklarinin farkina vardilar, ingiltere’de savas karsiti 20.000 kisinin katilimiyla protesto edildi: http://news.bbc.co.uk/hi/english/uk/england/newsid_1850000/1850879.stm 1 Mart: isin renginin degistigini goren inglizler yalvarmaya basladilar; Ne olur ingliz kuvvetleri gorev yerlerini birakip KACMADAN [haberde kullanilan abandon kelimesinin tam tukce karsili birakip kacmaktir] Turkler yetissin. http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&u=/nm/20020301/wl_nm/attack_afgh an_force_dc_1 Zamaninda baris gucu icin birbirleri ile kavga edenler simdi dar kaciyor. Baris gucu ortada kaldi: “Destek gücünün komutanlığını şimdilik ingiltere yapıyor. Nisan’da görev süresi dolacak. İngiltere de, Almanya ve Fransa gibi, bu koşullarda komutanlık istemediğini açıklad?. ABD ise bu güçte yer almayacağını başından bildirdi.”, Ferai Tinc, Milliyet, 04/03/2002 USA TODAY YAZARI Walter Shapiro: SOYLE BARIS GUCU ICIN 25,000 TURK ASKERI GELSE Tesadufen yine 3 Mart’ta US TODAY yazari soyle mesela 25,000 tane turk askeri gelse, bir guzel baris gucunu devir alsalar, ne guzel olurdu diye kendi capinda hayaller (!) uretiyor. http://www.usatoday.com/usatonline/20020301/3906243s.htm BATI’NIN CIFTE STANDARTI: INGILIZ, FRANSIZ ALMAN ASKERLERI CAN, TURK ASKERI PATLICAN MI TASIYOR?? Aslina bakarsaniz simdiye kadar Afganistan’da Batinin askerleri hic oyle sicak catismaya falan girmemislerdi, her ne kadar kahraman pozunda ortalikta gezinselerde hep arka planda kalip sicak olaylara bulasmaya calisiyorlardi: “Amerikan kaynaklarına bakarsanız savaşın ilk gününden itibaren kendi askerleri göğüs göğüse çarpışmalarda yer alıyorlar. … Asla Amerikan askerlerinin çarpışmalara katılıp, göğüs göğüse harp etmeleri durumu yok. Böyle olmas? da gerekmiyor zaten. Çünkü onlar yerine ölmeye razı bir topluluk var. Onlar da onlari ileri sürüyorlar. Amerikan askerleri cephede değil, ya yanlış atılan bombalarla, ya uğradıkları kazalarla ya da alçak uçuştaki helikopterlerinin düşmesiyle can kaybı veriyorlar.”, Tuncay Ozkan, Milliyet, 12/11/2001 “İngliz SAS’ı ne yapar? Bu savaşta kahramanlık menkıbesi yaratmaya sevdalı bir ülke de ingiltere. İngiliz SAS komandoları şöyle yaptı, böyle yaptı. Gerçek ne? Hiçbir şey yapmıyorlar. İşin propagandası bizi etkilerken, savaş alanlnda onlar da can kaybına uğramamak için ellerinden geleni yapıyorlar”, Tuncay Ozkan, Milliyet, 12/11/2001 Onumuzde uzun bir savas donemi var, akli basinda olan butun milletler bir an once o batakliktan kacmak istiyorlar, Birand’da ayni fikirde: “Önümüzdeki yıllarda bütün dünya Afganistan ile yatıp, Afganistan ile kalkacaktır. Bu savaş kolay kolay bitmeyecektir. Üstelik sadece Afganistan’la sınırlı kalmayacak ve başka bölgelere de yayılacaktır.”, Milliyet, 03/11/2001 Fakat artik is ciddilesiyor, is ciddilestikce, batinin insan haklari maskesi dusuyor, irkci ve ayrimci gercek cirkin yuzu ortaya cikiyor: “…(yazinin basi cok igrenc oldugu icin eklenmemistir, isteyen milliyet gazetesinden okuyabilir)….Sizce bu çılgınlığın ulaştığı boyutu, hastalığın derinliğini yaşayanlara ve yaşatanlara insan denilebilir mi? Modern dünyanın kapitalistleri bununla mücadele ederler mi? Hayır… Onlar bununla mücadele etmemek için şimdi Afganistan?dan kaçıyorlar. Çıldırmış insanların, vahşet makinelerine dönüşmü? yaşamların kendilerine dönecek öfkesini gördükleri için o bataklığı terk ediyorlar. Çünkü gördükleri bu sahneler, onların değerli evlatlarının altından kalkamayacakları kadar büyük.”, Tuncay Ozkan, Milliyet, 04/03/2002 Batinin degerli evlatlari ki bunlar ceplerinde INGLIZ, ALMAN ve FRANSIZ pasaportu bulunanlar afganistan’dan dar kacmakla mesgullerdir. Su anda arkalarina bakmadan bolgeyi terk ediyorlar. Peki simdi ne olacak? Onlarin yerine canlari daha az degerli olan baska bir ulkenin evlatlari cepheye surulecek. Akillarindaki ulke kim? Turkiye. Asker kim? Mehmetcik. Yani biz, yani ben sen onlar. Cebinde TC pasaportu tasiyanlar. SENIN kocan, agabeyin, oglun,kisaca CANIN, KANIN. TURKIYE’DE LEJYONER TABURLARI MI SATILIYOR? Chomsky Turkiye’ye geldigi gun soyle bir soru sorulmustu: ABD icin Turkiye’nin onemi nedir? Cok kisa ve net bir cevap vermisti. [Turkiyenin onemi] Parali lejyoner ordusu olarak kullanilabilme olasilidir !! TURK ASKERININ KANINI SATMAYA CALISANLAR KIMLER? Birileri sanki cirtlak sesli arsiz bir pazarci gibi bagiriyor :’Gel vatandas, gel, askerin bini bir para, Turk Mali bunlar, Askerde kalite burada, 16 sene terorle savasarak egitilmisler, bir tane alana yaninda bir tanede bedava, sehit olmadan gelirse para yok’. Dehset verici satirlar degil mi? Kim boyle haince birsey yazabilir diye dusunuyorsunuz? Gercek olamaz. Bende boyle bir seyi yazabilecek kimsenin olmayacagini saniyordum. Ta ki M. Ali Birand’in bu gune kara Afganistan’a asker yollama konusunda yazdiklarini bulup konuyla ilgili paragraflari alt alta koyup okuyunca kadar. GREATEST HITS OF M. ALI BIRAND – YORUMSUZ “Genel olarak askerlerin risk almaktan hoşlanmadıklarını, sivillere oranla savaş konusunda çok daha çekimser davrandıklarını biliriz de, deneyimli bazı politikacılarımız da, “Aman, ABD ile Afganistan?a girmeyelim” deyince, doğrusu benim garibime gidiyor.”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Ben de, asker yollanmasına ilke olarak karşı çıkanlara sormak istiyorum: Her yıl, tüm fakirliğimize kaynaklarımızın kıtlığına rağmen, silahlı kuvvetlerimize milyarlarca doları neden harcıyoruz? Sadece zaman zaman ülke siyasetinde “balans ayar?” gerçekle?tirsinler diye mi, yoksa bizi hem içerde, hem de dışarda teröre ve düşmana karşı korusunlar diye mi?”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “E?ğr silahlı kuvvetlerimizi şimdi kullanmayacak isek, ne zaman kullanacağız? NATO müttefikliği ne anlama geliyor?”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Radikal islam?a ateş püsküren nice yazarın ve siyasetçinin, şimdi “popülerlik” adına, prim sağlamak için, barış güvercini kesilip, “savaş aleyhtarlığı” yapmalarını da hiç anlamıyorum.”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Bugün, hangi açıdan bakarsanız bakın, Türkiye?nin temel çıkarları (siyasi-ekonomik-sosyal), ABD ile aynı safta mücadele etmesini gerektirmektedir.”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Türkiye bugüne kadar askerini defalarca yurt dışına yollamıştır. Kore?den Somali?ye, Bosna?dan Kosova?ya kadar Mehmetçik kullanılmıştır. Üstelik, bu duyarlıklar hiç gösterilmemiş, hiç tartışma konusu yapılmamıştır.” M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Bugün ise, bölgedeki tüm dengeleri etkileyecek, ayrıca uluslararas? ilişkileri değiştirebilecek bir olay yaşanıyor. Türkiye?nin söz sahibi olabileceği, etkinliğini arttırabileceği bir ortamdan geçiliyor ve Türkiye garip bir tereddüt yaşıyor. Anlaşılır gibi değil…”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 “Oysa belirli bir operasyona silahlı kuvvetleriyle katılmak, ülkelere son derece önemli çıkarlar sağlar.”, M. Ali Birand, Milliyet, 17/10/2001 “Ayrıca Türkiye, Afganistan?da barışı sağlayacak bir gücün içinde bulunmak zorundadır.”, M. Ali Birand, Milliyet, 17/10/2001 “Çözüm tartışılırken, öncelikle asker yollayan ülkelerin görüşleri alınır.”, Milliyet, 17/10/2001 “Bugün Türkiye?nin gerçek bir müttefik olup olmadığını göstermesi gerekiyor. Bugüne kadar Türkiye durmadan aynı görüşü belirtti: “Biz Amerika?nın bu bölgede en sadık dostu, en sağlam müttefikiyiz” dedi.”, M. Ali Birand, Milliyet, 17/10/2001 “ABD?nin bölgedeki öncelikli müttefiki olmayı sürdürmek istiyor muyuz? ? Bugüne kadar taleplerimizi elde ettikten sonra, ABD?nin en çok ihtiyaç duyduğu bir aşamada, sırtımız? dönüp gidersek, bu stratejik işbirliği sürebilir mi? Benim bu iki soruya yanıtım açık: ? Türkiye?nin temel çıkarları, Amerika ile stratejik işbirliğini sürdürmesini gerektirmektedir. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da çıkarlarına dikkati elden bırakmadan ve olanakları çerçevesinde, Amerika?ya gerçek bir müttefik olduğunu göstermekten geçer. Sadece bu kadar gerekçe de yetmez. Olayın bir de Türkiye?nin genel dünya stratejilerinde söz sahibi olup olmaması ve Amerika?ya destek vermediği taktirde neler olabileceğini de düşünmemiz gerekir.”,M. Ali Birand, Milliyet, 02/11/2001 “Abartmayalım. Afganistan Türkiye’den sorulmayacaktır. Ancak ister çözüm ile ilgili olsun, ister olayın uluslararas? boyutu olsun, Türkiye’yi de tartışmaların içine sokacaktır. Görüşü sorulacaktır. Belki Ankara’nın ağırlığı bir ingiltere veya Rusya kadar olmayacaktır, ancak yine de genel resmin içinde Türkiye de bulunacaktır. Afganistan’da aile fotoğraf? çekilirken, Türk Başbakanı da görünecektir.”, Milliyet, 03/11/2001 “Ankara?nın elleri bağlı. Washington?u reddetmesi zor.”, Milliyet, 14/12/2001 “Washington’un üstün ikna yetenekleri (!) dikkate alınırsa, yine de hiçbir şeye “olmaz” dememek gerekir.”, Milliyet, 14/12/2001 “Aslında Amerika’nın konumu giderek güçleniyor. Süper güç konumu giderek yaygınlaşıyor.”, Milliyet, 14/12/2001 BIR MEHMET ALI BIRAND KLASIGI Agziniz acik kaldi degil mi? Boyle savas aleyhtarliginin esi benzerini ancak nazi arsivlerinde bulabiliriz. Ama Mehmet Ali bunu hep yapiyor. Karen Fogg olayinda biz onu sadece AB hesabina calisiyor saniyorduk, yanilmisiz, o herkezin hesabina calisiyor. yaz yaziyi, gonder makbuzu.. Agop’un meyhanesinde icelim, eglenelim..eller havaya..Biraz AB’ye kivir seker…birazda ABD’ye….sagdan…soldan..birazda yandan..kivir..kivir…bir ona….bir buna…. ERTURUL OZKOK VE GAZETESI HURRIYET KAHRAMANCA ON SAFLARDA Ve derin gazeteci Ertugrul yine kahramanca, hic tereddut etmeden Amerikan saflarinda yerini aldi, asker gonderme karari ciktigi gun keyfine diyecek yoktu: “Merak etmeyin, orası öyle Vietnam falan da olmaz. Merak etmeyin, Türk askerinin orada sıcak çatışmaya girmesine bile gerek kalmayacak. Güle güle gidin kahraman çocuklarımız, komutanlarımız… Güle güle gidin, sağlıkla dönün. Dualarımız sizinledir. Sizinle iftihar ediyoruz. Gurur duyuyoruz. Türkiye’de terörü bitirdiniz. Dünyada da bitirilmesine kahramanca katkıda bulunacaksınız. Yarının huzurlu ve barış dolu dünyasında Mehmetçiğin de unutulmaz bir katkısı olacak.” 02/11/2001 , Hurriyet, Ertugrul Ozkok AFGANISTANDA NE ISIMIZ VAR? Bakin Birand ne diyor: BOLGEYI SEKILLENDIRECEGIZ: “Bugün ise, bölgedeki tüm dengeleri etkileyecek, ayrıca uluslararası ilişkileri değiştirebilecek bir olay yaşanıyor. Türkiye?nin söz sahibi olabileceği, etkinliğini arttırabileceği bir ortamdan geçiliyor ve Türkiye garip bir tereddüt yaşıyor. Anlaşılır gibi değil…”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 Bolge zaten sekillenmis, Turkiye’nin sekillendirecek bir durumu yok. Turkiye olsa olsa sekillendirenin elindeki fırça olur, sekillendirme bitince kenara atilir. Birand zaten bunu cok iyi biliyor, kendi sordugu soruya bakin kendisi nasil cevap veriyor: “Abartmayalım. Afganistan Türkiye’den sorulmayacaktır. Ancak ister çözüm ile ilgili olsun, ister olayın uluslararası boyutu olsun, Türkiye’yi de tartışmaların içine sokacaktır. Görüşü sorulacaktır. Belki Ankara’nın ağırlığı bir İngiltere veya Rusya kadar olmayacaktır, ancak yine de genel resmin içinde Türkiye de bulunacaktır. Afganistan’da aile fotoğrafı çekilirken, Türk Başbakanı da görünecektir.”, Milliyet, 03/11/2001 Eh Birand Pes dogrusu, kendin soruyorsun, kendin cevapliyorsun. Birakta biraz biz cevap niyetine yazi yazalim, sonra makbuzlari yollayip yolumuzu bulalim. ASKERIN GOREVI NE? Birand soruyor: “Ben de, asker yollanmasına ilke olarak karşı çıkanlara sormak istiyorum: Her yıl, tüm fakirliğimize kaynaklarımızın kıtlığına rağmen, silahlı kuvvetlerimize milyarlarca doları neden harcıyoruz? Sadece zaman zaman ülke siyasetinde “balans ayarı” gerçekle?tirsinler diye mi, yoksa bizi hem içerde, hem de dışarda teröre ve düşmana karşı korusunlar diye mi?”, M. Ali Birand, Milliyet, 18/10/2001 Eger TC Anayasasi okunursa gorebilecegi gibi, TSK’nin gorevi Milli güvenliğin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt savunmasına hazirlanmasidir. TSK’nin gorev tanimi icerisinde baska devletlerin cikarlari icin alakasiz yerlerde savasmak yoktur. TSK’nin gorev taniminda parayi bastiranin yaninda savasilarak ulkeye gelir kazandirma hic yoktur. Turkiye ozgur bir ulkedir. Savas cigliklari atan malum kose yazarlari, yanlarina askerlik cagina gelmis ogullarinida alip, eger tabiki yerse, Afganistan’a savasmaya gidebilirler. Siyasallastirmaya calistiklari PKK’da buyuk bir zevkle kendilerinin ihtiyaci olabilecek her turlu hafif ve agir silahlarida temin eder. SAVASA HAYIR “Bataklık patlamak üzere.Sonra orada savaş yeni başlıyor. Türk Genelkurmayı? nın yaptığı tahlil doğru çıkt?. Afganistan kan ve bütün pisliklerle dolu bir bataklık oldu. Bu bataklıkta biten bir şey yok. Herkes vahşetini silahlarının namlusuna sürmüş, barbar eller tetikte, hasta gözler hedefte, öldürecekleri anın kan kokusunu soluyor. Türk askeri Afganistan?da bu vahşetle savaşmaya gidecek. Türk askeri Afganistan?da bu barbarlığa karşı duracak. Kaç Memet şehit olacak? Kaç Memet esir düşecek? Kaçı bu denli işkenceye maruz kalacak? Kaç Amerikalı bunları göze alabilir? Kaç İngiliz, Alman… Neden Türk askerinin Afganistan konusunda bu denli yavaş davranıp planlar yaptığını, oradaki yapılanmayı, askeri varlığı devralmak noktasında ağır durduğunu şimdi daha iyi anladım.”, Tuncay Ozkan, Milliyet, 04/03/2002 “‘Türk Birliği’ mensupları, ‘namlunun ucunda’ , yani bu nedenle ‘ateş hattı’ ndadır…”, Cumhuriyet, 4 Mart 2002 ATATURK’TEN BIR ANI Hitler Ataturk’e Nazi Almanya’sinin propaganda filmini yollar, bir aksam yemegi sonrasi Ataturk yanindakilerle beraber filmi izler ve soyle devam eder: “Efendim, bu adam, filmde gordugunuz gibi tiyatral bir atilis ile ise giristi… Bugun, butun Almanya’nin askeri gucu onun elinde… Yarin savasa girecektir. O ve onun taklitcisi Mussolini savas hazirliklari ile mesguldur… Evet yakin bir gelecekte savas dalacaklardir. Dalacaklardir, cunku asker degillerdir, savas ne demektir bilmezler. Savas bir felakettir hele iki muttefik icin muhakkak bir olumdur. “. Ve tarih cok gecmeden Ataturk’u hakli cikartti, savas nedir bilmeyen fakat savas cigirtkanligi yapanlarin sonlari pek ic acici olmadi. ENSEYI KARARTMAYIN Bugun her ne kadar Turkiye bazi politikacilarin basiretsizligi yuzunden uluslararasi sermayenin uzantisi olan kartel medyasinin kontrolunde dumeni bozulmus bir gemi gibi rotasiz bir sekilde kendini akintiya birakmis gibi gorunsede aslinda baska bir yerlerde kapali kapilar ardinda ince hesaplar yapiliyor. Turkiye’e kim ne derse desin, uluslararasi guc dengelerini ulusal cikarlar acisindan goz onune alip en az 5 sene ongoruslu (projection) kuresel stratejiler gelistiren tek bir kurum var. TSK FARKI – SESSIZ VE DERINDEN Bu kurumun ismi Turk Silahli Kuvvetleri. Halkin en guvendigi kurum. Tabi bu ayni zamanda demokrasimizin dusuruldugu hazin durumuda ortaya koyuyor. TSK bugun Ulusal cikarlar dogrultusunda uluslararasi planlar yapiyor. Belkide Turkiye’deki kafasi karisik olmayan, icerisine teslimiyetci yaltakcilarin sizamadigi, Ataturk’un ulkulerinde emin adimlarla ilerleyen, ne yaptiginin farkinda olan tek kurum. Zaten bu yuzden seriatcilerden AB’cilere kadar cok genis bir yelpazenin hedef tahtasinda. 26 Subat: Kartel medyasinin atladigi bir haber, Suriye ile yapilan iki anlasmalar sonucunda sinirdaki mayinlari kaldiriyor. http://news.bbc.co.uk/hi/english/world/europe/newsid_1842000/1842741.stm TSK gelecegin dunyasinin cok kutuplu bir dunya olacagini cok onceden sezmis ve bu cok kutuplu dunyada Turkiye’nin bolgesel guc olarak yerini almasi icin sessiz ve derinden cok basarili bir strateji izliyor. Ajandada Rusya , Cin, Gurcistan ve simdide Suriye ile yapilan bolgesel anlasmalar var. Bu yuzden uzulmeyin, mehmetcik emin ellerde.

Kız Kulesi’yle Galata Kulesi’nin aşkı

rehin | 23 March 2002 14:39

Anlatacaklarım bir aşk öyküsü. Bir arkadaşımdan dinlemiştim. O da bir başkasından… Öyle uzun bir öykü değil. Ama anlayabilen için, uzun bir ömüre sığdırılabilecek türden. İstanbul?da bir öykü. Yalnız, başka bir İstanbul konunun geçtiği mekan.

Anlatacaklarım bir aşk öyküsü. Bir arkadaşımdan dinlemiştim. O da bir başkasından… Öyle uzun bir öykü değil. Ama anlayabilen için, uzun bir ömüre sığdırılabilecek türden. İstanbul?da bir öykü. Yalnız, başka bir İstanbul konunun geçtiği mekan.

Hani İstanbul aşıkları vardır, İstanbul sarhoşları… En beğendikleri, en çok sevdikleri, hayranlık duydukları bir yerinden tutarlar kenti, o tuttukları yer İstanbul?dur. Hani bardağın dolu kısmını görerek değerlendirmek vardır ya, işte öyle. Bardakta bir damla su da olsa, o bardak doludur. Milyonlarca insanın, kentin her kesitine farklı anlamlar yüklediği, düşlerinin toplamı bir İstanbul. Bütün damlaların bardağı ağzına kadar doldurduğu İstanbul.

Vapurdayız. Ahmet omuzumu dürterek,

– Altan, Kız Kulesi?ni görüyormusun?

– Evet… Çok güzel. Aslında İstanbul çok güzel bir şehir.

– İstanbul?dan etkilendiğine göre, anlatacağım öyküden de çok etkileneceksin. Dinle bak şimdi, dedi ve öyküyü anlatmaya başladı.

-İstanbul?da gökyüzü daha masmaviyken, Halicinde yakamoz eksik olmuyorken, boğazın soluğu insanı sarhoş ediyorken daha; yani aşk varken henüz, topraktan fışkıran, gökyüzünden akan, denizden çıkan hep sevdaymış.

-Ya şimdi, şimdi böylemi peki?

-Dur acele etme de dinle… Her şey çok güzelmiş, ama bir gün mavisi terk etmiş gökyüzünü, Haliç?te yakmozlar öldürmüş kendini, motor dumanı boğazı boğmuş, aşk da Gülhane?de meşeden bir sandığa kitlemiş kendini, küskün.

-Yani şimdilerde adına aşk denilen şey, ?aşk? değil, öyle mi?

-Evet, öyle ne yazık ki. Ama yine de birbirlerine bağlı bir çift kalmış İstanbul?da.

-Kimlermiş onlar?

-Galata Kulesi ile Kız Kulesi. Seviyorlarmış birbirlerini hâlâ. Her şey yarım kalsa da, aşk meşe sandığa kitlese de kendini. İstanbul?un derin uykuda olduğu gecelerde fısıldaşır dururlarmış birbirlerine. Fısıltılar öyle sessiz, öyle derindenmiş ki, dalgaların sesi örtermiş seslerini. Çünkü martıların, konuştuklarını duymalarını istemezlermiş. Galata Kulesi boyuna şiirler dizer, yürek çalkalayan şarkılar söylermiş Kız Kulesi?ne. Kız Kulesi yunuslarla gönderirmiş selamını. Galata Kulesi sormuş:

– Ey Kız Kulesi, neden bu kadar güzelsin?

Kız Kulesi yanıt vermiş:

– Senin beni sevmen için.

Galata Kulesi sormuş:

– Ey Kız Kulesi, peki sen beni seviyormusun?

Kız Kulesi?nden ses yok. Bir kez daha sormuş kederli bir sesle:

– Ey Kız Kulesi beni seviyormusun?

Kız Kulesi üzgün:

– Evet… Evet, çok ama…

– Ama?..

– Aşk meşe sandıkta, bıraktı giti bizi. Deniz kirlendi. Gökyüzü karardı. O olmadan nasıl?.. demiş.

Galata Kulesi çok kederlenmiş bu işe. Artık şiirlerinden, şarkılarından keder akıyormuş. Kız Kulesi ağlıyor, yüreğini dalgalara dövdürüyormuş. Yunusları bile görmez olmuş gözü.

– Bir başkası mı varmış yoksa?

– Hayır, bu keder ikisinde de varmış. Çünkü aşkın meşe sandığa kendisini hapsetmesiyle, birbirlerine karşı duydukları sonsuz sevginin anlamını yitireceğinden korkuyorlarmış. İkisi de üzgün, ama umutlu, anlaşmışlar birlikte. Sevgimiz temiz kalmalı, denizin pisliği, gökyüzünün dumanı kirletmemeli sevdamızı, diye. İşte o gün bu gündür bekler durur Galata Kulesi ile Kız Kulesi. Heyecanla bekler ikisi de aşkın meşe sandıktan çıkarak doğayı yeniden kucaklamasını.

“var”kalabilirlik

rehin | 21 March 2002 17:51

…Yaşamak? ?Modern? bir dünyada… Et ve kemikten oluşan, ama ?özgürce? yönetebildiğimiz bir bedenin sahibi olmak. Bu bir mülkiyet biçimi midir? Biz bedenimiz üzerinde mülk sahibi miyiz? Bizler kendi kendimizin efendisi ya da kölesi miyiz? Bedenimiz köle, beynimiz bir hükmetme aracı, yaşam içinde edindiğimiz bilgiler, kültürel değerler, görenekler vb. efendimiz midir? Biz hakikaten kendimizi özgürce yönetebiliyor muyuz? Tüm bu bilgiler, kültürel değerler, görenekler vb. bize mi ait? Bize değilse başkasına mı ait? O halde bu, biz kendi kendimizin kölesiyiz, ama efendisi değiliz anlamına mı geliyor. Efendimiz kim o zaman? Biz kim için yaşıyoruz? Yaşamak?…