bildirgec.org

oky

11 yıl önce üye olmuş, 211 yazı yazmış. 865 yorum yazmış.

Sosyal Bir Fenomen: Sinestezi

oky | 08 July 2002 00:30

Sinestezi, istemsiz yoğunlaşma sonucu ortaya çıkan belirgin canlı ve güçlü duyusal deneyimdir. İnsanların çok azı günlük olağan durumda bu deneyimi yaşarlar. Bazılarınca tam bir “hastalık”, “anormallik” ve mucize hatta mistik bir insan yeteneği olarak kabul edilir..

Sinestezinin bir çok şekli vardır. En sık görülen çeşidi, harfleri renk olarak algılamadır. Ben de bir “sinestezik”im. Benim sinestezi hastalığımın türü ise, sayı-yer sinestezisidir. Bu sinestezide, her hesaplanan sayı onun çevresinde uzayda yerleşmiş olarak algılanır. Benzer olarak ve yine benim de içinde bulunduğum bir durum olarak, zaman aralıkları uzamsal bir planda düşünülür.

Sinestezi deneyimi birbiriyle ilişkili iki kısımdan oluşur. Bunlar tetikleyiciler ve eşleniklerdir. Tetikleyicilere harfleri ya da az önce söylediğim gibi benim yaşadığım bir durum olan sayıları örnek verebiliriz. Eşleniklere ise harfe karşılık gelen kişisel bir seçim olan renkleri ya da zamanın büyüklüğü ile doğru olantılı bir uzunluğu..

Ağlayan bir bebeği anne duyunca hoşuna gitmeyen renk olan açık sarıyı algılar. Bu genelde tek yönlü oluyor. Ve tetikleyiciler büyük bir esnekliğe izin verdiği halde eşlenikler sabit kalıyor. Şöyle ki, A harfini kırmızı olarak algılayan birey, A harfi küçük de yazılsa büyük de yazılsa farklı el yazılarıyla da yazılsa hep kırmızı olarak algılıyor..

Sinestezi bir hastalık olarak değil de bir duyusal algılama “hediyesi” olarak görülebilir. Ki öyle görülmesi daha makbuldür. Kendim de bir sinesteziğim diye demiyorum ancak bir çok yararı da vardır 🙂 Sinesteziklerin çoğu solaktır (ben sağlağım). Herhangi bir ruhsal ve beyinsel rahatsızlık eşlik etmez, sağlıklıdırlar. Bellekleri çok iyidir. Nesnelerin uzlamsal yerlerini çok iyi hatırlarlar. Ve ne gariptir ki yaşamışlık hissi (deja vu) sık rastlanır..

Aslında hepimiz birer sinesteziğidir. Günlük yaşantımızda kimimiz bazı müzikleri “sıcak, soğuk” olarak nitelendirir. Özellikle okul yaşantısında, bilgileri akılda tutmada yararlanılır (kendimden biliyorum). Enteresan olan şu ki, acaba ses olarak uyarıldığımızda, bu uyartılar beyinde beynimizin sıcağıi soğuğu algılayan bölgelerine mi sızıyor da böyle oluyor?

Şimdi en gizemli kısıma geçiyorum..

Sinestezikler, eğer erken çocukluk döneminde bu deneyimi yaşamaya başlarlarsa sinesteziyi günlük olağan bir olay olarak düşünürler. Çoğu, diğer insanların algısal deneyimlerinin bir parçası olarak aynı deneyimleri yaşamadıklarını öğrendiklerinde büyük bir şaşkınlık duyarlar. Çünkü o zaman dek herkesin kendisi gibi algıladığını kabul etmiş ve düşünmüştür..

O halde normal insanların yaşayarak deneyimlediği gerçek nedir? Birinci kişi öznel olarak sinestezik, gerçeği algıladığı gibi deneyimliyorsa (harf-renk) ve bu deneyimin normalden farklı olduğunu bir ikinci kişiden öğreniyorsa, bizim beyinlerimizle algıladığımız öznel gerçek nedir? Ya hepimiz dünyayı evreni olduğundan farklı algılıyorsak? Ya hepimizin gördüğü kırmızı aynı kırmızı değilse? Bu tüm duyular için geçerli sadece görme, duyma değil..

Doğru ya da yanlış yoktur; popüler görüş vardır hesaabı..

Adrenalin Bombardımanı

oky | 06 July 2002 04:47

–zaman aşımı–

yok efendim bu kadar az kelimeyle blog olmazmış, yok efendim yazacak en az 50 kemileye ihtiyaç duyuyormuşuz. yahu ben nerden bulayım 50 tane kelime. dile kolay, 50 kelime! allahtan korkun be! ah ben nerden bulayım ha 50 kelimeyi? nerden?! nerden?! nerden… (lan denedim hala olmamış bunları da koyayım madem öyle)

–zaman aşımı–

Saçmalıklar – 2

oky | 01 July 2002 04:18

pikniğe gidecektik.

dershaneyle. saat sekizde dershane önünde olmalıydık. sekiz buçukta oradaydım. biliyordum, dokuzdan önce çıkamazdık. dokuz buçukta yola çıktık.

çıkmadan evvel votka ve vişne almıştık. servislere kurulduktan sonra hocaların çantalarımızı arayacağını öğrendik. şoförü panikle aşağı indirip bagajlardaki çantalarımızı istedik. sonunda, votkayı gömleğime sarıp yanıma almış oldum. bir saat sonra mola verdiğimizde, herkes markete bir şeyler almaya giderken, biz çeşmenin arkasındaki kuytu köşede votka ile vişneyi karıştırıyorduk. birer yudum siftah edip geri döndük.

Saçmalıklar – 1

oky | 30 June 2002 01:52

sıçması gerektiğini farketti.

tuvalete gitmeliydi. her zamanki gibi önce çantasından walkman’ini çıkardı. sonra içine bu aralar dinlediği kasedi koydu. işte o an aklına geldi aleti gündüzki metro yolculuğu esnasında bozmuş olduğu. durduğu yerde düzelmiştir ümidiyle play’a bastı. ses çıkmayınca çaresizliğine sinirlendi. walkman’a okkalı bir tokat attı. sarsıntının şokuyla kulaklıklardan ses gelince, bu gibi saçmalıkların sadece filmlerde olmadığını seve seve kabullendi. türk olması bazen işine yarıyordu doğrusu.

koridorda yol almaya başladı. boklar, göt deliğine uyguladığı baskıyı şiddetlendirmişti. tuvalete girip çok seri bir şekilde soyundu. hayır, soyunmadan sıçamazdı. evet, öyle alışmıştı. klozetin kapağını kaldırdı. oturdu. bacakları acımıştı soğuktan. üç dört saniye kadar süreceğini bildiği bu azap süresini gözleri yumulu geçirdi. ardından sıçmaya başladı.

Nasıl ?!

oky | 28 June 2002 04:18

–zaman aşımı–

yok efendim bu kadar az kelimeyle blog olmazmış, yok efendim yazacak en az 50 kemileye ihtiyaç duyuyormuşuz. yahu ben nerden bulayım 50 tane kelime. dile kolay, 50 kelime! allahtan korkun be! ah ben nerden bulayım ha 50 kelimeyi? nerden?! nerden?! nerden… (lan denedim hala olmamış bunları da koyayım madem öyle)

–zaman aşımı–

Sürü Psikolojisi

oky | 28 June 2002 01:22

Ortaokul yıllarımda unutamadığım korkularımdan bir tanesiydi Türkçe ödevini yapmamış bir vaziyette Hayri Hoca’nın derslerine girmek.

Verilen görevi yerine getirmemek, her ne kadar o yıllarda tatlı bir endişeye, tasaya sebebiyet veriyorduysa da öğrencilere, sözkonusu olan Hayri Hoca oldumuydu durum çok farklı oluyordu. Tıpkı ilkokuldaki sınıf öğretmenlerinin, minik öğrenciler acep alfabeyi baştan sona yazmış mı diye ön sıradan başlayarak arkaya doğru ilerleyip bir diğer sutünda ise arkadan başlayıp öne doğru devam eden kontrol seanslarına benzer bir politikayla defterlerimize keskin bakışlar atar, konuyu işleyip işlemediğimize dair notlar tutar ve bu notlar önderliğinde çocukluktan gençliğe adım atma dönemimiz olan ortaokul hayatımızı burnumuzdan getirirdi bu ulu öğretmen Hayri Hoca. Hayri Hoca’nın meziyet ve maharetlerini anlatarak yazıyı uzun kılmaya hiç niyetim yok. Olaya bodoslama dalıyorum. İşte bu kontroller sırasında genellikle ödevini yapmamış olan ben, tırsmamın haricinde, acaba benim gibi ödevini yapmamış, o anki konumları itibariyle candaş kişilikler bulunup bulunmadığı hakkında istihbarat toplamaya çalışırdım. Bunu neden yapardım, bilmiyorum. Fakat, benim gibi ödevini yapamamış olanların olduğunu öğrendikten sonra bende ne korku kalırdı ne keder. Bu vakitten sonra ne olursa olsun beni pek ilgilendirmezdi. Benimle yakınen alakalı olduğu halde. Buna benze çok örnek vardır okul yaşantısında. Ayrıca bu popüler bir görüştür yaşıtlar arasında. Herkes böyle düşünür. Mesela, çok ürkünç ve disiplin cezalık bir eylemi, eğer benimle birlikte gelecek yoldaşlar olduğu taktirde yapmamak olanaksızdır. Bu bizi eğlendiriyorsa, mühim olan budur. Sonuçta ceza alınacaksa, azar işitilecekse ve hatta okuldan kovunulucaksa; bunları çekecek olan sırf ben olmadığımdan dolayı sanki bu cezalar, suçdaşlar arasında eşit olarak paylaşılıyormuş gibi gelir bana. Ve payıma düşen sıfıra yakın bir değerdir. Üstelik, suç ortaklarının nüfusuyla ters olantılıdır bu davranışın başıma açacağı belaların ağırlığı. Yalnız olmadığım zaman yapamayacağım muzurluk yoktur. Her insanda böyle bir psikolojik altyapı olduğunu iddia ediyorum. Yeterki bunu fiilleştirecek, futürsuzluğa sahip olalım. Bu nedenledir, insanın yalnız olduğunda daha çekingen ve utangaç olması. İçine kapanık gibi hareket edip, kendini dışa vuramaması. Sokakta bir kıza laf atamam tek olduğumda. Kafa bir arkadaşım olduğunda ise bunu gerçekleştirmek pek uzak değildir bana. Örnekler üreyebilir. Benim bu yazıyı yazmamdaki asıl amaç deprem hususudur. Acaba; herkes depremden korkup, yaşamlarını açık alanlarda kurdukları çadırlarda sürdürselerdi ve binada yaşayan bir tek biz olsaydık, şimdiki kadar huzurlu olabilir miydik? Fakat herkes evde bizde öyle. Deprem olsa apartmanlar yıkılsa bizim gibi diğer insanlarda göçük altında kalacak ya da ölecek. Bu da bize anlamsız bir cesaret veriyor. Öyle ki, ölümden bile korkmayabiliyor insan. Bu kısmen iyi sayılır. Aslolan dozu hesaplayabilmektir. –

Ayı Ailesi

oky | 27 June 2002 20:28

Bir hırsızdım. Ormanın içinde bir evi kolluyordum soygun yapmak için. Bu içinde insanların yaşadığı bir ev değildi. Ayı ailesi yaşıyordu bu evde. Ve nedense ben bu evi soymaya kararlıydım..

Baba ayı işe gitmek üzere evden ayrıldı. Ardından çocuk ayı okul servisine bindi ve evde yalnızca anne ayı kaldı. Camlar açıktı ve harekata geçmek için bundan daha güzel bir vakit olamazdı. Eve dalış yaptım. Anne ayıyla karşılaşmamak için bir oraya bir buraya saklanıp duruyordum. Sonunda olan oldu; anne ayı beni yakaladı. Fakat paniklemedi. Panikleyen bendim. Bir kaç kemkümden sonra, çocuk ayının öğretmeni olduğum yalanını uyduruverdim. Eve çocuklarının okuldaki durumu hakkında konuşmaya geldiğimi belirttim. Beni anlayışla karşıladı ve ben bir takım saçmalıklar sarfettim. Sıkıntılı sohbetten sonra ancak kendimi dışarıya atıverdim. Çok korkmuştum. Öyle ki gerçek hayattaki korkudan bir farkı yoktu. Evet tüm bunlar bir rüyaydı. Komik bir rüya.

Habersizim, Mutluyum !

oky | 26 June 2002 04:24

Haberdar olmak; tedirginlik ve huzursuzluk yaratıyor vahametli vakalarda. Kötü bir olayı, kötü geçecek bir süreyi bilmek, insanı zedeliyor, yıpratıyor. Oysaki, böyle bir olguda bilgi sahibi olmamak böyle bir endişeyi yaşamamızı engelliyor. Bu yüzdendir ki bu kadar refah ve vicdanen konforlu olarak yaşamımızı sürdürüyoruz.

Hepimiz birer insanız. Hayvanlardan farklı olarak, düşünme yetisine sahibiz. Fakat bir çoğumuz bu hünerimizi işimize geldiğince kullanıyoruz. Böyle bir icraat aslında bizi hayvandan daha “hayvan” yapıyor. Şu an bizim mevkiimizde olmayan milyonlarca “insan” var. Hatta benim çok yakınımda var. Hemen apartmanımızın önünde. Tahminimce 70li yaşlarda bir amca. Evi yokmuş galiba. Bir vakittir dadandı buraya. Elinde bir şişe su. Cebinde sigarası var. Günün büyük bir bölümünü burada geçiriyor. Ve henüz bir yemek yediğine şahit olmadım. Bu iç parçalayıcı hadise “gözümüzün önünde” gerçekleştiği için beni çok müteessir ediyor. Peki o yaşlı amca gibileri bulunmuyor muydu yeryüzünde o buraya uğrayana dek. Elbetteki bir çoğu aynı kederde. Ancak ben bunlardan “habersiz”dim. Hiç mi televizyon izlemiyorum, hiç mi gazete okumuyorum. Hiç mi dış dünyayla kontağım yok. Onun gibilerinin olduğunu bilmemek gibi bir durum sözkonusu olamaz tabi. Ancak mümkün olduğunca bu hakikatlerden kaçıyor, mümkün olduğunca bunları düşünmemeye çalışıyor ve mümkün olduğunca “bihaber” olmaya çabalıyordum. Bu “hayvanlaşma” bana taklit bir mutluluk veriyordu. Amacıma ulaşıyordum. Konuyu dağıtmamaya çalışıyorum. Ailemizden uzaklaşıp tatile çıktığımızı düşünelim. Her gün de telefonlaştığımızı ailemizle. Her anne-baba kavga eder, bu da her çocuğu üzer. Çünkü çocuk o kavga ortamında bulunur. Fakat tatildeyken, gerçekleşen bir kavgada, üzülmeyiz. Haberimiz yoktur olaydan. Sonradan öğrendiğimizde, eğer bu kavgayı görseydik ne kadar üzüldük’le, kavga anında yoktuk üzülmedik o anda ne kadar huzurluyduk’u kıyaslarsak farkı açıkça görürüz. Her halükarda bizi üzebilecek bir olay, bizi üzmemiştir. Olaydan haberdar değilizdir. Bilgisayarımın küçük afacanlar tarafından kurcalanması beni rahatsız eder. Fakat ben evde değilken odama sızan bir veledin bilgisayarımı kurcalaması hatta bozması sırasında geçen sürede ben evde olmadığımdan bu rahatsızlığı yaşamamış oluyorum. Eve gelip olayı çaktığımda, olayın vuku bulduğu sırada mekandan ırak bir yerdeki sahte mutluluğum gözler önüne serilmiş oluyor. Elimden geldiğince zırvalamamaya çalıştım.

Duygusuzluk

oky | 24 June 2002 11:03

–zaman aşımı–

yok efendim bu kadar az kelimeyle blog olmazmış, yok efendim yazacak en az 50 kemileye ihtiyaç duyuyormuşuz. yahu ben nerden bulayım 50 tane kelime. dile kolay, 50 kelime! allahtan korkun be! ah ben nerden bulayım ha 50 kelimeyi? nerden?! nerden?! nerden… (lan denedim hala olmamış bunları da koyayım madem öyle)

–zaman aşımı–

Tuvaletteyken düşündüm de..

oky | 05 June 2002 11:03

Eğer ışıktan hızlı gidebilseydik, gittiğimiz halde gitmemiş olcaktık. Yani görüntümüz bize yetişemeyecekti. O halde gittiğimiz yerde fiziksel olarak bulunacağız (kesin bi olay yani sonuçta gittik) fakat görüntümüz olmayacak. Bu da sanırım görünmezlik oluyor.

Ya da burda bir mantık hatası yapıyorum. Fiziksel olarak gittik henüz görüntümüz gelmedi ancak orada fiziksel olarak bulunmamız yeni görüntülerin oluşmasını sağladı. Kafam karıştı aslında.

Bi de bu doğrultuda şöyle bir şey var. Yine ışık hızından hızlı gitseydik, mesela 1000 sene önce dünyadan ayrılan ışık demetlerini sollayıp henüz onların ulaşmadığı uzay derinliklerine varabilseydik, bi de yanımızda süpersonik bi teleskop olsaydı geçmişi izleyemez miydik? İzleyebilirdik de izlemez miydik, yoksa izleyemezdik de izleyebilseydik bile izlemezdik mi? Ya da izlemek isterdik ama elden ne mi gelirdi? Zaten ışık hızından hızlı gitme olasılığımız 0’a yakın, o zaman bu söylediklerim ancak ışınlanma ile olur. Işınlanma bilimsel midir?