bildirgec.org

kahramancayirli

11 yıl önce üye olmuş, 386 yazı yazmış. 3343 yorum yazmış.

Küçük insanların büyük öyküleri

kahramancayirli | 16 March 2007 15:52

Kocakafa Sait’i, Makara Hasan’ı, Hidayet’i özlemişim. Üçünün annesi de işçi, üçü de babasız; beş, altı, yedi yaşında bu üç kafadarın ortak paydalarından biri de Sütlüce’den bıkmış olmaları. En son ortaokuldaki Türkçe kitabımda bıraktığım “Üç Arkadaş”la yıllar sonra yeniden karşılaşıyorum. Senelerdir görmediğiniz eski bir dostunuzun aniden karşınıza çıkıvermesinde olduğu gibi heyecanlanıyorum.Epsilon Yayınevi, Orhan Kemal’in öykü ve romanlarını yeniden yayımlamaya devam ediyor. 1958 Sait Faik Hikâye Ödüllü “Kardeş Payı”nı sundular bu kez okurlara. On yedi kısa öyküden oluşan “Kardeş Payı”, kitaba ismini veren, hamalların dünyasında gezindiğimiz öyküyle açılıyor. Ekmek parası peşindeki hamalların en aptalı Siverekli, nefes nefese girer kahveye. Kahvede oturan hamalbaşından depoda yadırgı hamallara iş başı yaptırmalarının hesabını sorar. Oysa tonu iki buçuk liradan pazarlık edilmiş, ertesi gün iş başı yapılacak. Var mı böyle oyun bozmak!…Karınlarını doyurmaya çabalayan hamalları anlatarak başlayan kitap, dünya kadar eşya yüklü kocaman bir kamyonun seyrüseferiyle sürüyor. İri burunlu kamyon sahibiyle yirmi beşlik şoför, kel dağlar arasında yol alıyorlar. Eczane kızları, gece gizlice mutfağa sızmaya çalışan büyükbabalar, kırmızı mantolu kadınlar, kenar mahallenin birbirlerini çekemeyen dedikoducu hanımları… Velhasıl, küçük insanlar ve işçileri anlatıyor yine, Orhan Kemal. İçerden yani mahpustan öyküler de var ayrıca.Kızına toz kondurmayan Fehime Hanım’ın kızını anlattığı “Çirkin”, kitabın öne çıkan bir başka öyküsü. Her genç kız gibi her sabah ayna karşısında uzun uzadıya boyanan kıza sokaktaki delikanlılar “yoğurtlu patlıcan” benzetmesini yapıyorlarsa, o kızın halet-i ruhiyesi nasıl olur tahmin edebiliyor musunuz? Birçok yazarın karşı cinsi kendi cinsi kadar başarıyla anlatamamasına inat Orhan Kemal’in ustalığı bu noktada da belli ediyor kendini. Siverekli hamalı anlatırkenki yetkinliği, bakkalın sarı saçlı, mavi gözlü karısını anlatırken hiç eksilmiyor.

İşigüzel’in ayakları yere basan kadınları

kahramancayirli | 16 March 2007 14:17

Şebnem İşigüzel’i edebiyat dünyamıza kazandıran, 1993 Yunus Nadi Öykü Ödüllü “Hanene Ay Doğacak”,
İletişim Yayınları’nca on üç yıl sonra yeniden yayımlandı. Kitaptaki dokuz öykünün her biri sağlam, her biri ehil
bir kalemin ürünü olduğunu belli ediyor. Gereksiz hiçbir sözcük hatta hiçbir ek dahi yok, öykülerde her kelime
yerli yerinde, olması gerektiği gibi kullanılmış.
İşigüzel, bu ilk öykü kitabının ardından rotasını daha çok roman ve deneme türüne çevirdi. Oysa öykülerindeki
ustalığı yazdığı roman ve denemelerinde bulmak güç. Yazıldıkları günkü heyecanlarından hiçbir değer kaybetmemiş
hikÜüâyelerini okuyunca “keşke hep öykü yazsaydı” diye düşünüyor insan.
“Hanene Ay Doğacak”taki öykülerin çoğundaki döngüsel anlatım, olay örgüsünü öykü sonunda öyküye başladığı
noktaya geri getiriyor. Odağında ensest bir ilişki olan “Bir Öğleden Sonra” adlı öyküde bu durum oldukça bariz.
ÜüÖykü yazmak ve okumak, diğer edebi türlere kıyasla daha zahmetli, daha fazla emek gerektiren bir iştir. Öyküde
sınırlı olan edebi alana yerleştireceğiniz her sözcük üzerinde (diğer türlere kıyasla) daha çok durursunuz. Özellikle
öykü yazarken hem ölçülü, hem ekonomik, hem de etkili olmalısınız. Zira öykü okurları daha vefasızdırlar, okumaya
başladıkları öyküden kolaylıkla vazgeçip başka bir öyküye atlayabilirler.
Öyküyü severseniz, akar gider; berrak bir nehir gibidir, sudur neticede. Hele ki İşigüzel’in öyküleri. Ölüsevicilik,
ensest, erkek eşcinselliği gibi tabu konularda kalemini öylesine yetkin kullanmış ki yazar, öyküleri akıp gidiyor okurken.
Kıvamlı üslubu, sağlam karakterleri, yer yer sert cümleleri “Hanene Ay Doğacak”ı daha bir okunur kılıyor.
Öykü: Nazlı küçük kız
Perdenin diğer tarafına bakarsak, öykü okumanın da kolay iş olmadığını, ciddiyet istediğini; her biri titizlikle işlenmiş
sözcüklerin, okurun huzuruna çıkmak için birbirleriyle yarıştığını görürüz. Öykülerindeki sade, etkili cümleleri İşigüzel’i
çağdaşlarının arasında farklı bir yere getiriyor. Yaşlı bir eşcinsele hüzünlenirken ya da bir annenin oğluna olan aşkını, morg
görevlilerinin kadavralarla ilişkilerini şaşırarak okurken, İşigüzel’in samimi yazma biçimi asla rahatsız etmiyor.
Yazma edimiyle ilgilenen gençler bir dönem şiire yığılmışlardı oysa şimdi öykü türünde bir yoğunlaşma mevzu bahis. Nitelikli
öykü dergileri yayımlanıyor, görece az da olsa öykü kitapları basılıyor ama okuyan var mı? Amatör veya profesyonel öykü
dergilerine yayımlanması için öykü gönderenlerin sayısı, öykü dergilerinin tirajlarından daha yüksek! Velhasıl öykü yazıyoruz ama
öykü okumuyoruz. Şebnem İşigüzel’in “Hanene Ay Doğacak”taki öyküleri, bu topraklar dahilinde yazılmış en sağlam öykülerden,
bu yüzden öyküye gönül veren-vermeyen her okurun bu kitaba kütüphanesinde yer açması şart.
Öykü, dikkatinizi, edebi birikiminizi görece daha fazla isteyen bir türdür. Romanın, denemenin üzerine kuma gelmek istemez
hiçbir zaman, edebiyat evinin nazlı küçük kızıdır. “Sevgili Bayan Arvadak”tan “Suya Yazılan Mektuplar”a; kanımca dokuz öykünün
en iyisi olan ve kitaba ismini veren “Hanene Ay Doğacak”tan “Şehir Beni Terk Etti”ye kadar İşigüzel’in her öyküsünün, öykülerindeki
her sözcüğün kıymeti bilinmeli, titizlikle okunmalı.
Şebnem İşigüzel / Hanene Ay Doğacak / İletişim Yayınları / 2006 / 101 sayfa

Tarıma dikkât!

kahramancayirli | 16 March 2007 10:46

Başbakanımızla CHP Genel Başkanı Deniz Baykal birbirlerinin malvarlıklarını araştıradursunlar, ülkemizde 909 bin kişi açlık sınırının, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun açıkladığı 2004 Yoksulluk Çalışması Sonuçları’nı çeşitli yönlerden incelemek, ekonomimizin geleceği hakkında yorum yapabilmemiz açısından anlamlı olacaktır.Açlık ve yoksulluk oranları bakımından kentler, kırsal kesimlerimize kıyasla iyiye gitmekteler. Kentlerde gıda ve gıda dışı harcamaları içeren açlık sınırı yüzde 22’den* yüzde 17’ye inerken, kırsal kesimdeyse yüzde 37’den yüzde 40’a çıktı (Bu ikili kıyaslamalar 2003 yılı sonuçlarına göredir).Bu rakamların bize söylemek istedikleri aslında çok net: Türk ekonomisinde aslan payına sahip olan tarıma hiçbir hükümet gereken önemi vermedi. Uygulanan popülist politikalar çiftçinin kamburunun ağırlaşmasına yol açtı sadece. Türkiye genelinde, 15 ve daha yukarı yaşta tarım sektöründe istihdam edilen yoksulların toplam nüfus içindeki payı 2003’te yüzde 10,92 iken, 2004’te bu oran 11,29’a yükseldi. Ekonomi politikalarının her ülkede aynı sonuçları vermesini beklemek, safça olur. Bu yüzden devlet adamlarımız ülkemizin demografik ve iktisadi özelliklerini göz önünde bulundurarak güncel makro ekonomik politikalar belirlemeliler. Arjantin’de işe yaramayan bir çözüm önerisi belki de bizim topraklarımızda mali mucizeler yaratacak, Türkiye’yi yıllardır ulaşmaya çabaladığımız seviyeye daha hızlı taşıyacaktır.Ülkemizin refah düzeyi yükseltilmek isteniyorsa sadece şehirlerimizin değil aynı zamanda kırsal bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızın da dikkâte alınması gerekir. Kırsal kesimde hem yoksulluğun hem de açlığın büyümesi köyden kente ekonomik göçü körükleyecek, oluşan tablodan uzun vadede kimse hoşnut kalamayacaktır.Türkiye çapında fertlerin yoksulluk oranı sanayide yüzde 21’den yüzde 16’ya, hizmet sektöründe yüzde 17’den yüzde 12’ye düşerken aynı oran tarım sektöründe yüzde 40’tan yüzde 41’e çıktı. Görüldüğü gibi, yoksulluğun sektörel dağılımı da tarım alanında yeni reformlara ve teşviklere ihtiyacımız olduğunun, kırsal kesimin ekonomisini sağlama almak istiyorsak tarıma bir an önce neşter vurmamız gerektiğinin altını çiziyor.Siyasetçilerimiz ekonomik tablolardan pembe sonuçlar çıkarmayı bir yana bırakmalılar zira her dört kişiden birinin yoksulluk sınırının altında hayatını sürdürdüğü ülkemizde o pozitif cümlelerin hangi ekonomik göstergelere dayandığını ve o cümlelerin halka ne faydasının olduğunu çok merak ediyorum.

“Öteki”ni kabullenmek bu kadar zor mu?

kahramancayirli | 16 March 2007 07:40

Türk eşcinselleri çok gizli kalmakla çığırtkanca afişe olmak arasında bir sarkacın iki ucunda salınıp duruyorlar. Oysa iki durumun da anlayışlı bir toplum olabilmemizin önünde ciddi engeller oluşturduğunun bilmem farkındalar mı?
Bizden, bizim gibi olmayandan nefret etme, diğerlerini yok sayma, farklı olanı linç etme düşüncesinin cinsel yönelimdeki tezahürü, bir çeşit hastalık, homofobi veya transfobi. Trabzon’da papazı öldüren zihniyetle Bursa’da eşcinsellerin yürüyüşünü engelleyen zihniyet esasında aynı. Aynı çünkü kendimiz gibi düşünmeyeni, davranmayanı, konuşmayanı farklılığıyla birlikte kabullenmyi henüz öğrenemedik.
Homofobi meselesine biraz daha yakından baktığımızda bu yanlış korkunun, erkek egemen kültürümüzden beslendiğini hatta birbirlerini karşılıklı olarak beslediklerini söyleyebiliriz: Erkeklik, bir takım basit maskülen tavırlara indirgenir, seslice gülmek bile yakıştırılmaz delikanlılığa, hemen “karı gibi gülme”yi yapıştırıveririz, ataerkil toplumumuzun iğneli ikazıyla. Kadınlara her fırsatta ikinci sınıf insan muamelesi yapan toprakların kadın gibi erkeklere tahammülü olmayacaktır elbette. Peki bu durumla nasıl mücadele edilmeli?
Sanat dünyasından, basından ünlü isimlere bu noktada ihtiyacımız var. Ama çoğu, hayranlarını kaybetme korkusundan öyle komik durumlara düşüyorlar ki. Duruşlarıyla, her söyledikleriyle Türk toplumuna örnek olabilecek, göz önünde olan insanların kendi homofobileriyle yüzleşmeleri gerekiyor öncelikle. Tarkan’ın geçtiğimiz günlerde medyaya yansıyan açıklamaları hiç hoş değil mesela. Eşcinselliğin kurtulunması, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olmadığını, “ben artık normale dönmek istiyorum” deyip de psikologların kapısını aşındırmanın boşa kürek çekmek olduğunun bilim adamlarınca çoktan kanıtlandığını biliyoruz. Tarkan keşke aynı röportajında bunların altını çizseydi anlattıklarıyla.

Öyküler cümbüşü “Safran Sarı”

kahramancayirli | 14 March 2007 22:30

İnci Aral’ın “Ağda Zamanı” ile yola çıkmasının üzerinden tam otuz yıl geçti. Sonra “Kıran Resimleri”, “Uykusuzlar”, “Sevginin Eşsiz Kışı” derken seksenli yıllarda hep öyküyle var oldu, Aral. Doksanlı yıllardaysa hep romanlarla. Ödüllerinin arasına Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü de katan “Gölgede Kırk Derece”den yedi yıl sonra “Safran Sarı” ile karşımızda, yazar.Anlama bir şey katmayan, bir anlam bildirmeyen ama roman için gösterişli bir dili var Aral’ın. Gösterişli ama akmıyor. İletişim fakültelerinde okuyan son sınıf öğrencilerinin yazdığı senaryolar gibi betimlemelere, görsel detaylara boğuluyor kimi yerlerde. Yaşar Kemal’in onsayfalarca anlattığı Çukurova’yı, sarı sıcağı okumaya doyamayız ama Aral’ın üslubu ne yazık ki anlatımıyla bazı kısımlarda okuyucunun iştahını kesiyor.“Safran Sarı”nın öykü değil de roman olduğunu öğrenince, ihanete uğramış gibi hissettim kendimi. Özenli, somut karakterler, başarılı öykü evrenleri kurduğu “Ağda Zamanı”, “Kıran Resimleri” gibi çok nitelikli öykü kitaplarından tanıdığımız İnci Aral’ın her yeni romanı çıktığında aynı hisle donanıyorum. Ama “Safran Sarı”da durum farklı!Safran Sarı, romandan ziyade; öyküler cümbüşü, öyküler kesişmesi gibi aslında. Ayrıca Aral’ın edebi kariyerinde yeni bir yol ayrımında olduğunun göstergesi: Genç yaşta yükselmiş bir yatırım uzmanı, eski eser kaçakçısı bir kadın ve üniversite mezunu bir telekızın öyküleri “Safran Sarı”da kesişiyor.Son olarak “Ruhumu Öpmeyi Unuttun” adlı öykü kitabıyla kitabevlerindeki yerini alan Aral, bu kez “Safran Sarı” ile “Türk Edebiyatında ben de varım!” diyor…

Safran Sarı / İnci Aral / Mart 2007 / 311 sayfa / Merkez Kitapçılık

Yazar, çift cinsiyetli yazabilmeli!

kahramancayirli | 14 March 2007 21:47

Cinsel öğeler barındıran, cinsel deneyimleri aktaran metinler kaleme almak, zordur. Yazarken farkında olmazsınız, bir de bakarsınız öykünüze sadece bir araç olarak misafir ettiğiniz cinsellik, cümlelerinizi esir alıverir. Sıradanlığa kayıverir, öykü. Cinselliği basite kaçmadan anlatmayı başarmış Deniz Kavukçuoğlu, yeni öykü kitabı “Canım Acıyor Baba”da.On üç öyküden oluşan kitap, modern kadın-erkek ilişkileri üzerine odaklanan “Mor Kâbus”la açılıyor. Aniden başlayan, ne zaman başladığı gibi ne zaman bittiği de anlaşılamayan garip bağlılıklar. İki kişilik yalnızlıklar. “Mor Kâbus”un konusu o kadar yoğun ve canlı ki, akıp götürüyor insanı ister istemez. Tek problemiyse, bütün öyküye yedirilemeyen, bir yerde toplanan tasvirler (Buket’in tanıtıldığı kısım).“Yalan”, cep telefonları, iletilerle dolu ilginç bir öykü. İşte modern öykü diye bir tür varsa, Kavukçuoğlu’nun bu ilk iki öyküsü, o tür içinde ele alınmalı. Durum ağırlıklı değil hep olay ağırlıklı öyküler yazıyor, Kavukçuoğlu. 1997 yılından beri düzenli olarak Cumhuriyet gazetesinde okuduğumuz yazar, dil duyarlılığı ve sözcük seçimleriyle de ustalığını gösteriyor. “mesaj” sözcüğü yerine “ileti” sözcüğünü kullanması bile Türkçe yetkinliğini kanıtlıyor.“Mefharet Abla”, yeni yetmeliğin on yedi yaşında, bir genç delikanlının cinsel içerikli rüyalarında geziniyor. Yazarın akıcı biçemi, bu öyküde de kendini gösteriyor.Kitaba ismini veren “Canım Acıyor Baba”, en çok ismi yüzünden puan kaybediyor. Çünkü öykünün ismi, konusunu apaçık belli ediyor. İlk öyküyü okuduktan sonra önümüzde bir ensest öyküsü olduğu, ortada. Oysa tüm yazarlar ama belki de en çok öykü yazarları, öykülerine isim koyarken dikkatli olmalılar. İsim, öykünün gizemini kesinlikle korumalı.Özellikle “Ayrılık”ta yazarın bir başka problemi su yüzüne çıkıyor: Kavukçuoğlu’nun karakterleri, yanlı çizilmişler yani tek taraftan bakılarak ortaya konmuşlar. Hep kadınlar haksız. Hep kadınlar cinsel yönden yeni tatlar arıyorlar. Oysa ilişkiler, cinsel zayıflıklar ve güdülere yenilmekten bahsedilecekse, karakterler her iki cinsin bakış açısını da yansıtabilmeli. Ahmet Ümit çok haklı, bir yazar çift cinsiyetli düşünüp yazabilmeli.Kadınların aldatma, farklı erkekleri tanıdıkça deneyim kazanıp kocalarını daha mutlu etmeleri üzerine neredeyse aynı cümleler birkaç defa yinelenmiş. “Arka Bahçe”yi okurken, daha önceki “İntikam”ı sanki bir defa daha okuduğumuzu duyumsuyoruz.Öykü, tek cümlede atmosferine buyur etmeli okurunu. Merak duygusu ile cümlelerin yoğunluğu içinde kaybolup gitmeli, okur. Karakterleri iz bırakmalı; okuduktan sonra, sayfalardan çıkarak ayaklanıp boğazımıza yapışmalı, öykü karakterleri. Yaşamalılar. Füruzan’ın öykülerinde olduğu gibi, örneğin. Deniz Kavukçuoğlu’nun son öykü kitabı “Canım Acıyor Baba” basıldığı ay içinde ikinci baskısını yaparken, Füruzan’ın öykü kitapları raflarda eskiyor, buna ne dersiniz? Cinselliği hâlâ tabu olarak gördüğümüzden olabilir mi?

Deniz Kavukçuoğlu / Canım Acıyor Baba / Can Yayınları / 125 sayfa

Uzun anlatmak gereksiz

kahramancayirli | 14 March 2007 20:32

Öyküye en yakın duran edebi tür, şiir. Öykü okurken, okuduğumuz öykü cümleleri mi yoksa şiir dizeleri mi, birbirine karışmalı. Nasıl ki iyi bir şiir uyaklarıyla okutuyorsa kendini baştan aşağı, öyküler de aynı armoniyle donanmalı. Peş peşe değil de alt alta yazılacak olsa, şiir sanmalı okur, karşısında duranı. Nazan Bekiroğlu’nun son öykü kitabı “Cam Irmağı Taş Gemi”, bu iki edebi türün birbirleriyle kapı komşuları kadar yakın olduklarını düşündürüyor insana.Simgelerle dolu bir anlatımı var, Bekiroğlu’nun. Cümleleri sert, kesin: Bazen tek bir yüklem, bazen tek bir özne, bazen de sadece bir sıfattan oluşuyorlar.Kitabın açılış öyküsü “Be”nin ardından gelen “Kül Rengi Küçük Kuş ile Beyaz Mermer Şehir” adlı öykünün gücü, yazarın cümlelerinden kaynaklanıyor. Ancak eksiltili cümleler, kimi yerlerde olayı dağıtıyor.Aynı zamanda Trabzon, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nde profesör olan yazarın son eserindeki üçüncü öyküsü Christian Jacq’ın popüler Ramses serisindeki taht, güç kavgalarını anlatıyor ve masal tadında. Gökyüzünde “muazzam bir kuş sürüsü” ve elbette sürünün en arkasındaki kül rengi küçük kuştan bahsederken (Sayfa 76), öykü beyaz mermer kentin yani ikinci öykünün içinden geçiyor.Anlatıcının, öykücü adıyla her öykünün sonunda kendini açık etmesi, öyküde olan bitenlerin inandırıcılığını azaltıyor. Kelimelerle çok iyi oynuyor, yazar. Yontuyor, bozuyor, kendi imgeleminde harf harf yeniden işliyor. Kitap boyunca onlarca cümle iki farklı öznenin karşıt eylem veya durumları üzerine kurulu.Kitaba ismini veren “Cam Irmağı Taş Gemi”nin ilk kısmı, “Mavi Gül Dalı”nda yaptığı seferden geri dönerken Sonsuzluk Kenti’nde ölen hükümdar tarafında gelişiyor. Kendi içinde üç parça olarak yazılan bu öykünün ilk kısmının sonunda “Mavi Gül Dalı”na bağlanıyor aslında.Nasıl bir kısa film elli dakika hatta bir saat sürmemeliyse, bir öykü de doksan-yüz sayfa sürmemeli. Ki kitabın ilk dört öyküsü “Be” dışında birbiriyle ilintili ve tek bir metin olarak değerlendirilebilir: Neredeyse iki yüz sayfa!Demiş ya anlatıcı (Sayfa 192) “uzun anlatmak gereksiz artık” diye; keşke Bekiroğlu, daha önceden ulaşsaymış bu karara…“Zeyl: Nihade’nin Beşinci Defteri”, Nihade’nin ağzından Numan’a olan aşkını tarif etmeye çalışıyor. Elif ve Be’lerle başlayan kitap yine Elif, Be, Ayn, Şın’larla bitiyor.“Gülibrişim Tazarrusu”, Bekiroğlu’nun yazma sürecinden, neden yazdığından, korkularından, dağılıp gitmekten bahsediyor.Son söz olarak, “Cam Irmağı Taş Gemi”nin biçim olarak sınıfını geçtiğini, ancak konu olarak yani “öz”de bir kısır döngüye düştüğü söylenebilir. Aynı konuya isterseniz on yönden, on karakter ağzından bakın, bu şekilde yazılan iki yüz sayfalık bir öyküyü sıkı edebiyatseverlere bile okutmanız çok zor.

Nazan Bekiroğlu / Cam Irmağı Taş Gemi / Timaş Yayınları / Ekim 2006 / 247 sayfa

Eksik şiir şimdi tamamlanıyor

kahramancayirli | 14 March 2007 19:58

Bu toprakların gördüğü, göreceği en üretken isim. En çağdaş ozan. Zira 70lerde yaptığı müzikler, yazdığı sözler o yılların atmosferini yansıtırken, 2000lere müziğini, çizgisini geliştirerek, evrilerek geldi. Onno Tunçla, Uzay Heparı ile birlikte verdiği ürünlerin seviyesine ulaşamadı daha sonraları belki, ama hep denedi. “Mektepli sevgililerdik” dedi kimi zaman (Son Sardunyalar), “küresel dünya küresel life” dedi kendince küreselleşmeyi anlatırken (Oh Oh), fakat en çok aşkı tarif etti. Onurlu aşkı. Sevdiğimizin adıyla dahi yüreğimiz dağlanırken, git demeyi uygun gördü. Kaybolan senelere ağıt yakarken, en kuytularımızdan gelen sese kulak verdi, geri dön dedi.Bu ülkenin insanı yıllardır onun şarkılarıyla âşık oldu, aşkını onun şarkılarıyla kazıdı hayat ağacının törpüsüz gövdesine. Ayrılıklar onun şarkılarıyla hafifletilmeye, atlatılmaya çalışıldı.

Sert ses tonu nerede kaldı?

kahramancayirli | 14 March 2007 19:21

Genç öykücü Ahmet Büke, peşpeşe, kısa cümleler kuruyor. Hatta yer yer tek sözcüklük. İçten, sıcakkanlı öyküler bunlar, İzmir kokan, Ege ruhlu öyküler… Yeni öykü kitabı, “Zaman Kırığı” ve “Leo Ferre Sokağı” hariç yirmi üç kısa öyküden oluşuyor.Kısa öykülerinden birinde, kendisini otuzbeş yıldır rahat bırakmayan, biraz endişe ve korkuya yakın bir ürpertiden, utancından bahsediyor (Tanaba Tanaba Entububa). Bu minik anlatı, böyle bir öykü seçkisinin içinde yer alacağına, keşke yazarın günlüğünde kalsaymış.“Gene Gelirim…”, biçem olarak Büke’nin Radikal İki’de yayımlanan metinlerini andırıyor. Okurun bir sonraki cümleyi merak edeceği öykülerden biri.“Leo Ferre Sokağı”nda öykü karakterlerinden biri, yazarlara küfrediyor. Yazarların üstlerine vazife olmayan şeylerle uğraştıklarından, sahici olmadıklarından, tuğla gibi kitap yazanların kağıda daha doğrusu ağaçlara yazık ettiklerinden bahsediyor.Büke’nin karakterleri genel olarak, sıradan. Bu yüzden okuduktan sonra hiçbir öykü karakteri iz bırakmıyor belleğinizde.Birkaç öyküde besbelli kendinden yola çıkmış, Büke. Edebiyat dergilerine gönderilen ürünlerin yayımlanma / yayımlanmama tedirginliği var, yazarlık bulaşan veya karakteri yazar olan öykülerinde (örneğin “Düşüş”).Kitabın sonlarına doğru öyküler, dağınık, bağımsız rüya tasvirleri biçimini alıyor.“Bulanık Bir Şehir”de, öykü kahramanı, karmaşanın içinde yitip gitmemek için defter tuttuğunu, yazdığını anlatıyor. Büke de aynı nedenle kaleme, kağıda sarılıyor olabilir mi?Sondan bir önceki öyküsü olan “Delilik Şeylerim”, akıcı ve farklı bir biçemle yazılmış. Kitabın ilgi çekici öykülerinden biri.Aslında Ahmet Büke’den çok daha derinlikli, daha akılda kalıcı karakterlerin olduğu, çok katmanlı, daha kaliteli öyküler bekliyordum. Çiğdem Külahı, 1970 doğumlu Ahmet Büke’nin ikinci öykü kitabı. 2004’te yayımlanan ilk öykü kitabı İzmir Postası’nın Adamları’ndaki sert ses tonundan bahsedilir hep. Oysa Çiğdem Külahı’nda bırakın sert ses tonunu, herhangi bir sesten, tondan bile bahsetmek, zor.

Ahmet Büke / Çiğdem Külahı / Kanat Kitap / 110 sayfa

Öykü değil, anlatı

kahramancayirli | 14 March 2007 18:29

Kitaba ismini veren, kırk yedi sayfalık öyküyle açılıyor, eser. “Kazı”, yazar Orhan Duru’nun kendi geçmişinden, belleğinden çıkardıklarından oluşuyor. Öykü olarak değil de düz anlatı olarak değerlendirilmeli. Bayram ziyaretlerinde, dedeler torunlarına kendi zamanlarını, eskileri anlatırlar ya, bu uzun öyküye de o hava egemen. Ne var ki, sade ve sürprizsiz anlatımı ve akışı, “Kazı”nın bir öykü olarak okunabilirliğini ve akılda kalıcılığını zedeliyor. Elbette her yazar, oluşturduğu metinlerde öz yaşamöyküsünden çekip çıkardığı karakterler ve anılardan faydalanabilir ancak kaleme aldığı her satırda “edebi tadı” sağlamak şartıyla.Kitap, daha sonra çeşitli kısa öykülerle devam ediyor. Ancak bunlar da öyküden çok denemeye, sohbet türüne yakın duruyorlar. Sanki akşam olmuş, geçen günün değerlendirmesini yapıyor, yazar. “Kandırılma”da Duru, yer yer mizahi bir biçemi tercih etmiş. “Bunamalar”da yazar, cep telefonu bağımlılığımızı, bu sayede iletişim kurduğumuzu sanırken aslında nasıl da yalnızlaştığımızı ustaca anlatıyor. Ve yine maalesef “anlatıyor” çünkü bu da bir öykü değil bence, köşe yazısı, makale sayılmalı belki de. “Kazı”dan sonraki kısa öykülerde, kendini çok eskilerde, gerilerde hisseden yaşlıca bir adamın hızla değişen her şeye, yeniliklere olan garipsemiş tavrını duyumsuyoruz.“Boğultu” ise son yıllarda yaygınlaşan kredi kartları kullanımımızı eleştiriyor. “Çittagong”, keyifli bir kısa öykü, ismini Bengal Körfezi kıyısındaki ilginç ve güzel kentten alıyor. Unutkanlığı ciddi boyutlara varan, yalnız yaşayan, yaşlı bir adamın yakınmaları, keyif veriyor okurken. Son kısa öyküsü “Dubai ve Dümbelek” ise, İstanbul’a yapılması planlanan ikiz Dubai kulelerinden, mortgage’tan hatta El Kaide örgütünden bahsediyor.Orhan Duru’nun en büyük özelliği, dilinin, anlatımının tıpkı soyadı gibi, sade oluşu. İlk öyküsünü yayımlatmasının (1953) üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçen Duru’nun “Kazı” dışında on öykü, altı düzyazı, üç tane de hazırladığı kitabı var. Uzunca öyküsü “Kazı” ve kitapta yer alan kısa öykülerine bakınca, “Kazı”yı öykü kitapları arasına değil, düzyazı kitapları arasına koymak gerektiği söylenmeli, son söz olarak.

Orhan Duru / Kazı / Dünya Kitaplar / 104 sayfa