Oğuz Atay
Oğuz Atay‘ın ünlü romanı Tutunamayanlar’ı bilenler bilir. O romandan esinlenerek yazmaya başladığım “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” ise henüz bilinmiyor. Bu ansiklopediden bir kaç bukleyi aşağıda bulacaksınız ve zaman içinde, bu ansiklopediye konu olan yeni yeni tutunamayanları keşfedeceksiniz.
TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ
Tutunamayanlar Kimdir?
Tutunamayanlar için bir çok tanım önerilebilir. Hemen arkasından da bütün tanımlar ve tanımlama çabaları gibi beyhude olduğu anlaşılacaktır bu önerilenlerin. Bildiğim kadarıyla bu konuda en iyi yorum Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında yapılmıştır. “Disconnectus Erectus” başlığı altında, bir çeşit hayvan türü gibi tanımlamıştır tutunamayanları yazar. Bu tanımla belki aslında her konuda kısa ve net tanımlar arayanlarla alay etmek istemiştir:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar.Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar.(Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat – gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Ayni bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir.Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. (…)”
Yazarın kendisinin de, aynı romanındaki karakterler gibi bir tutunamayan olduğu konusunda iddialar vardır. Bu iddiaları araştırdığımızda roman hakkında ironik bir gerçek gözümüze çarpar: Bazı otoriteler, romanın yayınlandığı 1972 tarihine kadar Dünya Edebiyatında tutunamayanlar temasını işleyen pek çok roman yazılmış olduğunu, bu yüzden de romanın temasının yeni ve orijinal olmadığını ve Atay’ın bu temayı işleyen bir roman yazmakta geç kaldığını ifade ediyorlar. Atay bu bakımdan, romanında yer verdiği, her şeye, hatta yaşamaya bile geç kalan karakterlere benzemektedir, diyorlar. Bu fikir hakkında ne söylenebilir? Tutunamayanların kahramanı Selim, bu fikri duysaydı, bayılırdı ve yazdığı “Tutunmayanlar Ansiklopedisi”ne Atay için bir madde eklerdi:
OĞUZ ATAY:
Yazar, Türk Tutunamayanı. 1934’te İnebolu’da doğdu. Ankara Maarif Kolejini ve İTÜ İnşaat Fakültesini bitirdi. (…) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmada Roman Ödülünü kazandı. Ancak, her on yılda bir dünya yazarları arasında düzenlenen bayrak yarışını, daha önceden hiç bilinmeyen yepyeni bir tema bulamamış olduğu için kaybetti, diskalifiye oldu, madara oldu. Yarışta ülkesini iyi temsil edememiş olduğu için vatan hainliğiyle suçlandı. Yargılandı ve suçlu bulundu. Milli Edebiyat Dünyasında gözardı edilmek ve unutulmak üzere hüküm giydi. Mahkemenin tarafsız olmadığına ve suçlanıp mahkum edilmesinin asıl sebebinin resmi olarak ilan edilenden başka olduğuna dair söylentiler vardır: Buna göre, Atay, bir keresinde ülkesindeki yazarların çoğunun kendileriyle hesaplaşmak gibi bir dertleri olmadığı için yazdıkları romanların da gerçek roman olmadığını, edebiyat hayatımızın da bir düzmeceden ibaret olduğunu iddia etme cür’etini göstermiştir. Bu yüzden de şimşekleri üzerine çekmiştir.
Bir başka söylentiye göre, bu bayrak yarışı, yargılanma ve mahkumiyet hikayesi asılsızdır. İşin aslı, yazarın gerçekten bir tutunamayan olduğu, çünkü yaşadığı dönemde ülkesindeki edebiyat çevrelerince ya apolitik, ya da politik olarak yanlış tarafta bulunduğudur. Bu yüzden de eserleri geçerli edebiyat anlayışına sahip olanlarca görmezden gelinmiş ve unutulmaya terkedilmiştir.
Gerçek her ne idiyse, aradan pek çok yıl geçtikten sonra Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı yeniden basılmış ve çok satan kitaplar arasına girmiştir. Böylece sonunda yazarın iade-i itibarı mümkün olmuştur. Ölümünden 28 yıl sonra Oğuz Atay üzerine araştırmacı Yıldız Ecevit “Ben Buradayım…Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” başlıklı biyografi yazmıştır.
MARY EDMONIA (WILDFIRE) LEWIS
Amerikalı heykeltraş. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. 1845’te doğduğu sanılıyor. Doğum yeri konusunda da iddialar çeşitli: Newark, New Jersey ya da Ohio belki de, büyük ihtimalle New York. Babası hizmetkarlık yaparak geçimini sağlayan, azad etilmiş bir siyah köle, annesi Amerikan yerlilerindendi (Chippewa Kabilesinden). Babası öldükten sonra annesinin kabilesiyle birlikte büyüdü. Yerliler arasında adı Wildfire’dı.
Irkçılığın ve cinsiyet ayrımcılığının doruğunda bir yerde ve zaman diliminde yaşadı; beyaz ırktan değildi, kadındı ve eşcinseldi (aslında bunların biri bile bir tutunamayan olmak için uygun koşulları sağlayabilirdi).
Köleliğin kaldırılması için mücadele eden Abolititonistlerin yardımıyla, kadınları ve “renklileri” kabul eden Oberlin College’de bir süre eğitim gördü. Bu süre içinde California’da maden işleten erkek kardeşinden maddi yardım aldı. Ancak okulda iki beyaz sınıf arkadaşını afrodizyakla zehirlediğine dair bir suçlamaya maruz kaldı ve ırkçı Vigilante örgütü taraftarlarınca linç edilmek istendi. Hakkında açılan davada John Mercer Langston tarafından savunuldu ve delil yetersizliğinden beraat etti. Oberlin’i terkedip, görece liberal olan Boston’a gitti. Oberlin’deyken keşfettiği çizim yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Abolitionistlerin lideri aracılığıyla 1863’te tanıştığı neoklasik heykeltraş Edward Brackett’le çalışmaya başladı. İlk heykelleri Amerikan İç Savaşının kahramanlarını ve köleliğin kaldırılması için mücadele edenleri konu almaktadır. Siyah bir kadınla adamı tasvir eden, “Sonsuza Kadar Özgür” adlı bir heykeli çok ünlü oldu ve Washington’da Howard Universitesi Sanat Galerisi’nde sergilendi.
İç Savaştan sonra, İç Savaş kahramanı Robert Gould Shaw’ın büstünü yaptı ve büstün alçıdan kopyalarını satarak kazandığı parayla 1865’te İtalya’ya gitti. Orada sanatını icra etmek için teşvik edici bir ortam buldu ve çalışmalarını iyi fiyatlarla sattı. Roma’da yaşayan Nathaniel Hawthorne, Henry Wadsworth Longfellow and Harriet Beecher Stowe gibi yazarlarla yakın ilişkler kurdu. Ayrıca Harriet Hosmer ve Charlotte Cushman Amerikalı sanatçılardan oluşan bir lezbiyen çevreye üyeydi. Yazar Henry James, bu çevreyi “Amerikalı bayan sanatçılardan oluşan garip bir kızkardeşler örgütü” olarak tanımlar. “Bu örgütün bir üyesi de, derisinin rengi sanatını icra ederken kullandığı mermerle tam bir zıtlık arzeden bir zenci kadındı,” diye devam eder James ve Lewis’in siyah olmasının onun ünlü olamasını sağladığını iddia eder. Bu iddiasında bir bakıma haklıdır: sanatçıların ünlü ya da sanat tarihçileri ve eleştirmenler için ilgi çekici olmasında belirleyici olan, genellikle yeteneklerinden bağımsız, tamamen farklı ölçütlerdir. Lewis, Amerika’da kölelik karşıtı hareketin desteğiyle belirli bir ün kazanmıştı. “Derisinin rengi ile değil yetenekleriyle değerlendirilmek istediğini” söylerken ırkçı önyargılarla gözardı edilmek kadar, ırkçılık karşıtlarının politik başarısının bir sembolünden ibaret olmayı da istemediğini belirtiyordu. Yeteneklerini dolaysız ortaya koymak için tasarladığı heykelleri, diğer heykeltraşlar gibi taşyontucu zanaatkarlara yaptırmıyor, baştan sona kendisi yontuyordu. Böylece genellikle kadın heykeltraşlara yöneltilen “aslında yeteneksiz oldukları halde heykellerini marifetli taş yontucularına yaptırdıkları” iddiasından kurtulmayı umuyordu. Bir kadının tek başına mermer yontması İtalya!ya gelen turistlerin bile ilgisini çekiyordu ve herkes akın akın mermeri yontan Wildfire’ı görmeye geliyodu.
1876’da Philedelphia 100. Yıl Sergisinde ve Chicago’da Kleopatra’nın Ölümü adlı 2 tonluk bir heykeli sergilendi. Ancak Lewis heykeli İtalya’ya geri götürmek için para bulamayınca Chicago’da bir depoya bırakmak zorunda kaldı. Heykel bir süre sonra bir meyhaneye satıldı. Blind John Condon adlı kumarbaz heykeli alıp çok sevdiği Kleopatra adlı yarış atının mezar taşı olarak kullandı. Son olarak bir hurdalığa kaldırılan ve uzun süre vandalizmin hedefi olan heykeli ancak 1980’lerin sonuna doğru Harold Adams adlı bir itfaiyeci buldu. Adams’ın “İş makinalarının arasında yardım çığlıkları atarak kurtarılmayı bekleyen beyaz bir hayalete benziyordu” diye tanımladığı heykeli Smithsonian Institute’a bağlı Amerikan Milli Sanat Müzesi aldı ve restore ettirdi. (Bu heykelin öyküsü “san’atın ölümsüzlüğünden” söz edenlere ithaf olunur.)
Edmonia Lewis’in daha sonraki hayatı hakkında bilgi yoktur. 1911’de Roma’da yaşadığına ilişkin bildirimler olmasına rağmen ne zaman ve nerede öldüğünü kimse bilmemektedir. Heykellerinden çok azı günümüze kadar korunabilmiştir. BÜYÜK HEYKELTRAŞLAR arasında adına yer verilmemiştir. Kadınların, siyahların, Amerika yerlilerinin, ezcümle “başka”ların tarihiyle uğraşan bir kaç yayında sözü geçer.
TO BE CONTINUED…