bildirgec.org

ikonoklast

11 yıl önce üye olmuş, 34 yazı yazmış. 57 yorum yazmış.

Ateistlik nedir ne değildir?

ikonoklast | 16 January 2008 21:07

Toplumumuzda, tüm toplumlarda olduğu gibi tabu olan bir konu, ateistlik. Din adına tüm dünyada hoşgörüsüzlüğün ve fundamentalizmin yaygın olduğu bir zamanda konu daha da tabu haline gelmiş durumda. Pek çok kişi aslında ateistliğin ne anlama geldiğini bilmiyor. Ateistliği bir din sananlar, satanizmle, nihilizmle, ahlaksızlıkla karıştıranlar var. Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ateistler tapınma ritüeli olarak kedileri veya başka hayvanları kesmez. Hele hayvan haklarını savunuyorlarsa, böyle davranışlarda bulunanlara sert çıkabilirler bile. (Bkz. uçan tekme)Bazı ateistler, yerleşik ahlak kurallarını benimsemeyebilir, bazısı ise Kantçı ahlak anlayışını savunabilir. Bazıları da düpedüz yalancı, iki yüzlü, anasının gözü olabilir. Kimileri de dinlerin öngördüğü ahlak kurallarından bir kısmını benimseyebiliriler, “çalmayacaksın, öldürmeyeceksin…” vb. gibi. Kısaca ateistlerin ahlak anlayışları bireyseldir.

Vatandaşlara Modern San’atı Nasıl Sevdireceğiz?

ikonoklast | 10 December 2007 20:09

Vatandaşlara Modern San’atı Nasıl Sevdireceğiz?Vatandaşımızın sokaklara dikilmiş heykellere yönelik saldırganca hareketleri dikkatimi çekiyor. Dikkat çekmeyecek gibi de değil. Daha yenilerde İzmir’de Mozart heykelinin kemanını koluyla birlikte söküp almışlar. Ankara’da da Yüksel Caddesinde bulunan bir takım heykellere oralara takılan bilumum lümpen taifesi yapmadığını bırakmadı. Oraya yolu düşen herkes görmüştür. Caddenin ortalık yerinde dikilip geleni geçeni seyreden meçhul memur heykelinin önce burnu, sonra bacakları kırılmıştı, en son da kökünden sökülüp götürüldü. Neyse ki tamir görüp eski yerine tayin edilmiş. Kenardaki bankta oturan meçhul çiçekçi heykeli, elindeki çiçek buketini çok geçmeden kaybetti. Caddenin Atatürk Bulvarı çıkışındaki meçhul boyacının da sandığını yürütüler. Başka güzide şehirlerimizde bu çeşit vandallıklara daha çook örnek gösterilebilir.

Kaz Dağlarını nasıl bilirsiniz?

ikonoklast | 23 October 2007 00:44

Kaz Dağlarından, Tahtakuşlar Köyü’nün (Türkiye’de ilk ve tek) özel etnografya müzesinden aldığım, zeytin çekirdekleri ve boncuklardan yapılmış kolye önümde duruyor. Kaz dağlarının havasından, suyundan, taşından toprağından, antik zaman güzellerinden, konar göçer Tahtacılardan, Homeros’tan bu zamana kadar, yörede yaşamış farklı inanışlara sahip insanların hepsinin kutsal saydığı Kaz Avlusunun manevi havasından bir şeyler taşıyan bu değerli mücevher, çoğu kişiye göre altın denen madenden daha değerli değil.

barış kolyesi
barış kolyesi

Aç Kalmanın Zararları

ikonoklast | 22 September 2007 00:41

anoreksiya
anoreksiya

Geçen gün metroda iki kadın konuşuyorlardı. Biri “Amaan, ben artık öğle yemeği yemiyorum. İyi oluyor, hem uğraşmıyorum, hem de belki zayıflarım böyle.” dedi. En temel yaşamsal ihtiyaçlarımızdan olan yemek yemeyi bile külfet kabul edip, hazırlamaya/yemeye üşenen bu insanların benzerlerine çok rastlanır oldu. “Her gün düzenli olarak 5 öğün yemeniz lazım,” diye ter ter tepinen diyetisyenlere inat, kimileri öğle yemeğini de hayatından çıkarmış. Çoğu kişi sabah kahvaltı bile etmeden evden fırlıyor. Arada ıvır zıvır bir şeyler atıştırıp günü geçirdikten sonra akşam eve gidince, açlıktan gözü dönen bünyenin etkisiyle, normal bir insandan çok, ortalama bir öküz kadar yemek yiyerek kendilerine ettikleri kötülüğü taçlandırıyorlar. Sonra da, “Ben niye şişmanım. Yemiyorum ki?” şeklinde ağlıyorlar.

İnsanlar Ölünce Ne Olur?

ikonoklast | 10 September 2007 11:19

Bu soruyu konuyla ilgili bir kitabın reklam afişinde görünce, aklıma ilk gelen, “Merhum kör idiyse badem gözlü olur, kel idiyse sırma saçlı olur.” cevabıydı. Kitapta ne yazıyor, okumadım. Ama İslamla ilgili kitaplar satan bir mağazada asılı olduğuna göre, herhalde İslami anlayışa uygun cevaplar içeriyordur.
Sadece İslamda değil antik dönemden bu yana bütün kültürlerde bu meş’um soruya cevap arandığını görüyoruz. Bütün kültürler de farklı farklı cevaplar bulmuş maaşallah. Cevapların hiç biri birbirine benzemiyor, sadece birbirine yakın olanlar var, kültürel etkileşim nedeniyle olsa gerek. Bu ne hayal gücüdür, ne fantazidir. İnsan insanların yaratma, uydurma yeteneğine şaşıyor. Bütün kültürlerin yaklaşımlarını ele almaya kalksak, kitap yazılır. Bunun için sadece Eski Mısır’dan ve Eski Yunan’dan örnek verebiliriz. Ama temelde Eski Yunan’dan Japonya’ya kadar bütün kültürlerde, yaygın inanışlar, ölümün insanı mutlak bir yok oluşa, hiçliğe götürdüğünü kabullenmek istemeyen insanlara, onları üzmeyecek, kaygılandırmayacak cevaplar sunmuştur diyebiliriz.

Sürdürülebilir Su Yönetimi ve Kompostlama

ikonoklast | 05 September 2007 12:42

kompost tuvalet cihazı
kompost tuvalet cihazı

Büyük şehirlerde ortaya çıkan ve doğal nedenlerden çok, su yönetimi konusundaki başarısızlığa dayanan su sıkıntısı hepimizin bildiği bir şey. İçilebilir ve kullanılabilir su bulma konusunda bunca sıkıntı yaşanırken, temizlik yapmak ve sağlıklı bir yaşama alanı yaratamak için suyu mümkün olduğunca ölçülü kullanan sistemlerin yaratılması önem taşıyor. Bu da ekosan – eko-sanitation yani sağlıklı yaşama ortamının ekolojik yöntemlerle sağlanması kavramını gündeme getiriyor.
Ekolojik yöntemlere bir örnek, çöp ve tuvalet için kompostlama adı verilen sistemin kullanılması. Bu hem az bulunan su kaynaklarını kirlilikten koruyacak, hem de çöpün ve insan atıklarının doğaya zarar değil fayda sağlayacak şekilde geri dönüşümünü sağlayacak bir yöntem. Kompost, atıkların biyolojik ayrışma süreci yoluyla çözülmesini sağlayarak, organik materyalin gübreye ya da kullanılabilir toprağa dönüştürülmesi sonucu oluşuyor. Kompost tuvaletlerde, bu dönüşümü hızlı ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmek amacıyla üretilmiş, elektrikle ya da pille çalışan bir sistem sayesinde, kişiler atıkların uzaklaştırılması işlemi için, su ile çalışan bir tuvalet sistemini (WC) kullanırken yaptıklarından daha farklı veya zaman alıcı bir çaba sarfetmiyorlar. Sistemin insan ve çevre sağlığına zarar vermemesi, su kaynaklarını kirletmemesi, kültürel, estetik ve sosyal değerlere uygun olması, ekonomik olması, cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun, herkesçe rahat kullanılabilmesi gibi ölçütler önem taşıyor. Bu ölçütlerin yerine getirilmesi için de gelişmiş teknoloji kullanılıyor. UNDP’nin de üzerinde çalışmalar yürüttüğü kompostlama sistemi, özellikle gelişmekte olan ülkeler için gerekli. Çünkü bu ülkelerde yaşayan insanlar, temiz suya erişimde ve sağlıklı bir yaşama alanı yaratılması konusunda pek çok sorunla karşılaşıyorlar. Buna rağmen çöpleri ve tuvalet atıklarını yaşama alanlarından uzaklaştırırken, su kaynaklarını kirleten yöntemler kullanmayı sürdürüyorlar. Türkiye’de de aynı yöntemler maalesef geçerli. Kanada, İsviçre gibi gelişmiş ülkelerde evlerde kullanılmakta http://www.envirolet.com olan kompost sistemi Türkiye’de sadece ekoloji konusuyla ilgilenen araştırmacılarcabiliniyor. Kompostlamanın yaygınlaşması su güvenliği ve temiz bir çevrede yaşamamızı sağlamak açısından hayati önem taşıyor.
Öte yandan su yönetimi konusunda bu kadar beceriksiz ve umursamaz yerel ve merkezi yönetimler varken, halk da bu konuda yönetimlere baskı yapamayacak kadar cahillik ve/veya ideolojik körlük içindeyken, daha çook susuz kalırız. Bu yüzden işlerimizi mümkün olduğu kadar az suyla halletmeye çalışmak için önlemler alsak hiç fena olmayacak, ne dersiniz.

Güvensiz insanların ülkesi

ikonoklast | 04 July 2007 15:41

Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri nedir?
İşsizlik, cari açık, terör kadar önemli olan, ama kimsenin üzerinde yeterince durmadığı sorun, güvensizlik.

Türkiye’de kimse kolay kolay bir başkasına güvenemiyor. Çünkü güvendiği zaman bunun kötüye kullanılması çok kolay. Hiçbir yaptırımı yok gibi. “Medeni” ülkelerde olduğunu duyup gıpta ettiğimiz hukuksal yollar, mahkeme, icra vb. çok geç ve güç işliyor. Bu yüzden çalışanın ücretini alacağına, ticaretle uğraşanın sattığı mal ya da hizmetin bedelini alabileceğine güveni yok. Biriyle sözleşmeniz var, emek veriyorsunuz, uğraşıyorsunuz, karşılığını alamıyorsunuz. Karşılığını ödemeyenin hiçbir sorumluluğu yok. Ne hukuk, ne ahlak, ne vicdan onu rahatsız etmiyor. Hatta borcunu gününde ödeyen enayi durumuna düşüyor.

Diyet, beslenme, yalanlar ve gerçekler

ikonoklast | 21 June 2007 09:18

homo obezus
homo obezus

“Su, şeker, gıda boyası!” Dondurmam Gaymak filminin kahramanı dondurmacı Ali Usta böyle açıklıyordu büyük gıda korporasyonlarının ürettiği dondurmaların terkibini. Yalan da değil, cafcaflı ambalajlara sarıp gürültülü reklamlarla kafa ütüleyerek, özellikle çocukların ve hepimizin burnuna dayanan hazır gıdaların çoğunun içeriği aşağı yukarı böyledir. Zahmet edip paketlerin üstündeki küçük yazıları okursanız görürsünüz. (Ama böyle bir şeyle kim uğraşır, at nalı kadar yazıları okuyamayan, örneğin bindiği minibüsün üstünde kocaman harflerle BAHÇELİEVLER yazarken “Bahçelievler’e gider mi şöfer bey?” diye soran insanların yaşadığı bir yerde…)

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ

ikonoklast | 13 June 2007 09:47

Oğuz Atay
Oğuz Atay

Oğuz Atay‘ın ünlü romanı Tutunamayanlar’ı bilenler bilir. O romandan esinlenerek yazmaya başladığım “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” ise henüz bilinmiyor. Bu ansiklopediden bir kaç bukleyi aşağıda bulacaksınız ve zaman içinde, bu ansiklopediye konu olan yeni yeni tutunamayanları keşfedeceksiniz.

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ
Tutunamayanlar Kimdir?
Tutunamayanlar için bir çok tanım önerilebilir. Hemen arkasından da bütün tanımlar ve tanımlama çabaları gibi beyhude olduğu anlaşılacaktır bu önerilenlerin. Bildiğim kadarıyla bu konuda en iyi yorum Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında yapılmıştır. “Disconnectus Erectus” başlığı altında, bir çeşit hayvan türü gibi tanımlamıştır tutunamayanları yazar. Bu tanımla belki aslında her konuda kısa ve net tanımlar arayanlarla alay etmek istemiştir:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar.Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar.(Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat – gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Ayni bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir.Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. (…)”
Yazarın kendisinin de, aynı romanındaki karakterler gibi bir tutunamayan olduğu konusunda iddialar vardır. Bu iddiaları araştırdığımızda roman hakkında ironik bir gerçek gözümüze çarpar: Bazı otoriteler, romanın yayınlandığı 1972 tarihine kadar Dünya Edebiyatında tutunamayanlar temasını işleyen pek çok roman yazılmış olduğunu, bu yüzden de romanın temasının yeni ve orijinal olmadığını ve Atay’ın bu temayı işleyen bir roman yazmakta geç kaldığını ifade ediyorlar. Atay bu bakımdan, romanında yer verdiği, her şeye, hatta yaşamaya bile geç kalan karakterlere benzemektedir, diyorlar. Bu fikir hakkında ne söylenebilir? Tutunamayanların kahramanı Selim, bu fikri duysaydı, bayılırdı ve yazdığı “Tutunmayanlar Ansiklopedisi”ne Atay için bir madde eklerdi:
OĞUZ ATAY:
Yazar, Türk Tutunamayanı. 1934’te İnebolu’da doğdu. Ankara Maarif Kolejini ve İTÜ İnşaat Fakültesini bitirdi. (…) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmada Roman Ödülünü kazandı. Ancak, her on yılda bir dünya yazarları arasında düzenlenen bayrak yarışını, daha önceden hiç bilinmeyen yepyeni bir tema bulamamış olduğu için kaybetti, diskalifiye oldu, madara oldu. Yarışta ülkesini iyi temsil edememiş olduğu için vatan hainliğiyle suçlandı. Yargılandı ve suçlu bulundu. Milli Edebiyat Dünyasında gözardı edilmek ve unutulmak üzere hüküm giydi. Mahkemenin tarafsız olmadığına ve suçlanıp mahkum edilmesinin asıl sebebinin resmi olarak ilan edilenden başka olduğuna dair söylentiler vardır: Buna göre, Atay, bir keresinde ülkesindeki yazarların çoğunun kendileriyle hesaplaşmak gibi bir dertleri olmadığı için yazdıkları romanların da gerçek roman olmadığını, edebiyat hayatımızın da bir düzmeceden ibaret olduğunu iddia etme cür’etini göstermiştir. Bu yüzden de şimşekleri üzerine çekmiştir.
Bir başka söylentiye göre, bu bayrak yarışı, yargılanma ve mahkumiyet hikayesi asılsızdır. İşin aslı, yazarın gerçekten bir tutunamayan olduğu, çünkü yaşadığı dönemde ülkesindeki edebiyat çevrelerince ya apolitik, ya da politik olarak yanlış tarafta bulunduğudur. Bu yüzden de eserleri geçerli edebiyat anlayışına sahip olanlarca görmezden gelinmiş ve unutulmaya terkedilmiştir.
Gerçek her ne idiyse, aradan pek çok yıl geçtikten sonra Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı yeniden basılmış ve çok satan kitaplar arasına girmiştir. Böylece sonunda yazarın iade-i itibarı mümkün olmuştur. Ölümünden 28 yıl sonra Oğuz Atay üzerine araştırmacı Yıldız Ecevit “Ben Buradayım…Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” başlıklı biyografi yazmıştır.
MARY EDMONIA (WILDFIRE) LEWIS
Amerikalı heykeltraş. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. 1845’te doğduğu sanılıyor. Doğum yeri konusunda da iddialar çeşitli: Newark, New Jersey ya da Ohio belki de, büyük ihtimalle New York. Babası hizmetkarlık yaparak geçimini sağlayan, azad etilmiş bir siyah köle, annesi Amerikan yerlilerindendi (Chippewa Kabilesinden). Babası öldükten sonra annesinin kabilesiyle birlikte büyüdü. Yerliler arasında adı Wildfire’dı.
Irkçılığın ve cinsiyet ayrımcılığının doruğunda bir yerde ve zaman diliminde yaşadı; beyaz ırktan değildi, kadındı ve eşcinseldi (aslında bunların biri bile bir tutunamayan olmak için uygun koşulları sağlayabilirdi).
Köleliğin kaldırılması için mücadele eden Abolititonistlerin yardımıyla, kadınları ve “renklileri” kabul eden Oberlin College’de bir süre eğitim gördü. Bu süre içinde California’da maden işleten erkek kardeşinden maddi yardım aldı. Ancak okulda iki beyaz sınıf arkadaşını afrodizyakla zehirlediğine dair bir suçlamaya maruz kaldı ve ırkçı Vigilante örgütü taraftarlarınca linç edilmek istendi. Hakkında açılan davada John Mercer Langston tarafından savunuldu ve delil yetersizliğinden beraat etti. Oberlin’i terkedip, görece liberal olan Boston’a gitti. Oberlin’deyken keşfettiği çizim yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Abolitionistlerin lideri aracılığıyla 1863’te tanıştığı neoklasik heykeltraş Edward Brackett’le çalışmaya başladı. İlk heykelleri Amerikan İç Savaşının kahramanlarını ve köleliğin kaldırılması için mücadele edenleri konu almaktadır. Siyah bir kadınla adamı tasvir eden, “Sonsuza Kadar Özgür” adlı bir heykeli çok ünlü oldu ve Washington’da Howard Universitesi Sanat Galerisi’nde sergilendi.
İç Savaştan sonra, İç Savaş kahramanı Robert Gould Shaw’ın büstünü yaptı ve büstün alçıdan kopyalarını satarak kazandığı parayla 1865’te İtalya’ya gitti. Orada sanatını icra etmek için teşvik edici bir ortam buldu ve çalışmalarını iyi fiyatlarla sattı. Roma’da yaşayan Nathaniel Hawthorne, Henry Wadsworth Longfellow and Harriet Beecher Stowe gibi yazarlarla yakın ilişkler kurdu. Ayrıca Harriet Hosmer ve Charlotte Cushman Amerikalı sanatçılardan oluşan bir lezbiyen çevreye üyeydi. Yazar Henry James, bu çevreyi “Amerikalı bayan sanatçılardan oluşan garip bir kızkardeşler örgütü” olarak tanımlar. “Bu örgütün bir üyesi de, derisinin rengi sanatını icra ederken kullandığı mermerle tam bir zıtlık arzeden bir zenci kadındı,” diye devam eder James ve Lewis’in siyah olmasının onun ünlü olamasını sağladığını iddia eder. Bu iddiasında bir bakıma haklıdır: sanatçıların ünlü ya da sanat tarihçileri ve eleştirmenler için ilgi çekici olmasında belirleyici olan, genellikle yeteneklerinden bağımsız, tamamen farklı ölçütlerdir. Lewis, Amerika’da kölelik karşıtı hareketin desteğiyle belirli bir ün kazanmıştı. “Derisinin rengi ile değil yetenekleriyle değerlendirilmek istediğini” söylerken ırkçı önyargılarla gözardı edilmek kadar, ırkçılık karşıtlarının politik başarısının bir sembolünden ibaret olmayı da istemediğini belirtiyordu. Yeteneklerini dolaysız ortaya koymak için tasarladığı heykelleri, diğer heykeltraşlar gibi taşyontucu zanaatkarlara yaptırmıyor, baştan sona kendisi yontuyordu. Böylece genellikle kadın heykeltraşlara yöneltilen “aslında yeteneksiz oldukları halde heykellerini marifetli taş yontucularına yaptırdıkları” iddiasından kurtulmayı umuyordu. Bir kadının tek başına mermer yontması İtalya!ya gelen turistlerin bile ilgisini çekiyordu ve herkes akın akın mermeri yontan Wildfire’ı görmeye geliyodu.
1876’da Philedelphia 100. Yıl Sergisinde ve Chicago’da Kleopatra’nın Ölümü adlı 2 tonluk bir heykeli sergilendi. Ancak Lewis heykeli İtalya’ya geri götürmek için para bulamayınca Chicago’da bir depoya bırakmak zorunda kaldı. Heykel bir süre sonra bir meyhaneye satıldı. Blind John Condon adlı kumarbaz heykeli alıp çok sevdiği Kleopatra adlı yarış atının mezar taşı olarak kullandı. Son olarak bir hurdalığa kaldırılan ve uzun süre vandalizmin hedefi olan heykeli ancak 1980’lerin sonuna doğru Harold Adams adlı bir itfaiyeci buldu. Adams’ın “İş makinalarının arasında yardım çığlıkları atarak kurtarılmayı bekleyen beyaz bir hayalete benziyordu” diye tanımladığı heykeli Smithsonian Institute’a bağlı Amerikan Milli Sanat Müzesi aldı ve restore ettirdi. (Bu heykelin öyküsü “san’atın ölümsüzlüğünden” söz edenlere ithaf olunur.)
Edmonia Lewis’in daha sonraki hayatı hakkında bilgi yoktur. 1911’de Roma’da yaşadığına ilişkin bildirimler olmasına rağmen ne zaman ve nerede öldüğünü kimse bilmemektedir. Heykellerinden çok azı günümüze kadar korunabilmiştir. BÜYÜK HEYKELTRAŞLAR arasında adına yer verilmemiştir. Kadınların, siyahların, Amerika yerlilerinin, ezcümle “başka”ların tarihiyle uğraşan bir kaç yayında sözü geçer.

TO BE CONTINUED…

Ağlayan Çocuğun Esrarı

ikonoklast | 10 June 2007 21:58

aglak velet
aglak velet

Hani ünlü bir poster vardır, çoğumuz bunu bir kere görmüşüzdür: Ağlayan Çocuk. Türkiye’de 70’li yıllarda popüler olan bu resim otobüslerin, dolmuşların arkasına, dükkanlara, evlere asılmış ve ağlak şeylere bayılan halkimizce çok sevilmiş. Sızıntı adlı Nur Cemaatinin çıkardığı dergi de, popülerliğinden yararlanarak, bu posteri ilk sayısıyla birlikte promosyon olarak vermiş okurlarına. Bugünlerdeyse, “Avrupa Yakası” dizisinde Burhan Altıntop’un duvarında arz-ı endam ediyor bu velet, “Çiko” rolünde. (Bağa mı ağlıyosun Çikooo!) Araştırma yapmadan önce, bu afişe malzeme olan resmi meçhul bir Türkiyeli ressam yapmıştır sanıyordum. Hatta Sızıntı dergisi bunu ilave olarak verdiğine göre, kocaman adam olduğu halde, vaaz verirken durmadan ağlayan Fethullah Hoca’nın çocukken çekilmiş bir vesikalık fotografından yararlanılmış olabilir mi diye düşünüyordum. Meğerse Çiko’nun ressamı bir İspanyol vatandaşı olan, Franchot Seville, Giovanni Bragolin, veya J. Bragolin olarak tanınan Bruno Amadio‘ymuş. (Ne de çok takma adı varmış üçkağıtçının.) Meğer bu veled, sadece Türkiye’de değil, 80’li yıllarda İngiltere’de de fırtınalar koparmış. Salak İngiliz lümpenlerinin okuduğu The Sun adlı bulvar gazetesi, 1985’te yaptığı bir haberinde, Ağlayan Çocuk resminin yanan evlerin kalıntıları arasından hiç hasar görmeden çıktığını iddia ediyordu. İtfaiyecilerin ifadelerinden yararlanıldığı söylenen habere göre, bu lanetli resmi duvarına asan herkesin evinin barkının yanıp kül olma tehlikesi vardı. (Burhan Altıntop da tehlike altında demek ki. “Evim yandı ya beniiiim! Plazma tv’nin taksidi de yeni bittiydi yaaa!” deyu feryad edebilir yakında.) İngilizler de bu haber üzerine yine The Sun’ın organizasyonuyla, kitap yakan Nazi dürzüleri gibi, Ağlayan Çocuk resimlerini toplu halde meydanlarda yaktılar. Aynı yıllarda, Türkiye’de yaşayan ahali ise kendilerine yeni yeni ağlak idoller bulup tapmaktaydı. “Acıların çocuğu Küçük Emrah” (şimdilerde epey büyüdü maaşallah, sadece Emrah olarak anılıyor, arabeski de bıraktı pop söylüyor), “Küçük Ceylan”, “Acıların kadını Bergen” gibi. Ne demiştik, halkimiz ağlak figürleri sever, tapar. İnsanlarımız bir başkasının kendileri gibi ya da kendilerinden daha kötü durumda, mutsuz, melankolik vb. olmasından memnun olur, ona acımaktan haz duyarlar. Ne bileyim “ibret alırlar”, şükrederler, eğlenir oyalanır, yuvarlanıp giderler. Üstelik bu bir çocuk ya da kadınsa, güçsüz, korunmaya muhtaç bir figürse, bu acıma duygusu daha sadistçe bir keyfe dönüşüyor gibi. İşte o yüzden sabah akşam ağlamsırık dizileri seyredip muma dönüyor bunlar. O dizilerde ya bir kadın, ya da bir çocuk acınacak durumlara düşüyor genellikle. Ya da “Kadının Sesi” ve benzeri çığrışma programlarında…
Elin İngilizi topluca şeytan çıkarma ayini formatında Ağlayan Çocuk idolünü yaktı, kurtuldu. Türkiye’de aynı şeyi yapamadık, ağlayan çocuklar çoğaldıkça çoğaldı, çeşitlendikçe çeşitlendi maşallah. 68’lisi, 78’lisi, milliyetçisi, Atatürkçüsü, liberali, İslamcısı, popüler kültürde her görüşten, her yaşam tarzından insanlara göre ağlayıcılar ve ağlatıcılar bulunuyor ve çok da tutuluyor.