bildirgec.org

nazan bekiroğlu hakkında tüm yazılar

yol hali

mevayaren | 22 December 2010 15:54

Nazan Bekiroğlu’nun yeni kitabı okurseverleriyle geçen ay buluştu. “Yol Hali
İncire,zeytine,Sina Dağına ve Emn beldeye andolsun diye tanıtmaya başlamış tanıtmaya başlamış kitabını usta kalem Nazan Bekiroğlu. Farklı kalem arayanların içindekilerin aynası olmaya her zaman aday oldu kalemiyle..
Bu eseriyleyde yolun halinin dili oldu yolu anlamak isteyenlerin yüreğine.. Onu okumaksa hep ayrıntıyı seven derin insanların işi oldu..Onu okumak hep bir güzellikti bu kitabıyla da yeni bir güzellik sundu edebiyat dünyamıza.. Okumayı,düşünmeyi seven insanlar için iyi bir yolculuk olacak yol hali..

Romanda Anlatıcı Kimdir?

kahvekokusu | 02 November 2009 10:27

Roman, modern zamanların anlatım tekniğidir. Roman sanatı esas itibariyle anlatılacak bir hikâye ve bu hikâyeyi sunacak bir anlatıcıya dayanır. O halde hemen şöyle bir soru sormak gerekir: Romanda bize olayları anlatan kimdir? Romanda ya da hikâyede olayları okuyucuya anlatan sese “anlatıcı” diyoruz. Anlatıcı destan, masal, hikâye, roman gibi epik karakterli metinleri okumaya başladığınız anda kulağınıza gelen ilk sestir.

Okuduğumuz eserlerde hangi anlatıcı tekniğinin kullanıldığı bilmemiz romanları daha iyi anlayıp, yorumlamamıza olanak verir. Anlatıcı türlerini kısaca tanımaya çalışırsak ortaya şöyle bir sınıflama çıkar:

Zahid

| 31 August 2007 09:10

18 ine gelende gördüğü bir rüyanın tesiriyle girdi “mefkure” yolculuğuna.
Bilincini bileğlemiş ve her zaman çıktığı sokağa artık bir maç sahası zihniyetiyle çıkmıştı. Ahdetmişti. kendini insanlığa adayacaktı. Okuduğu 3-5 yarım kitap ve ara sıra kıldığı namazlarının tesiriyle, birleştiremediği parçaları nefsiyle tamamlamış ve çıkmıştı. İdealizm diyordu bazen. Bazen de “davam”. Karmaşık duygular içerisindeydi. bir şeyler yapma düşüncesi vardı zihninde ama nasıl düşüncesiyle kol kola. Önce düşüncelerini ve hayatını gözden geçirmeye çalıştı. Eğeledi zihnini, yuğdu beynini. Çıkmaya hazır mıydı, bilemiyordu sahaya?.. sonra her şeyini O’na endeksleme düşüncesine girdi.
Sokak da bir başka geziyordu zahid. Bir başkaydı bakışları. Gözleri 3 boyutlu bir resme bakar gibiydi, baktıklarına değil onun arkasındakilere odaklanıyordu. Bir diğer düşüncesi de anlatmaktı herkese, çünkü irşad emirdi. Nasıl ve hangi donanımla olacağı önemli değildi. Çabaladı zahid. Her mücadelesinde hüzne gark oldu. Fakat niyeti tamdı ve önündeki maçlara bakacaktı her seferki mağlubiyetinde.
Zahid okudu öğretmen oldu. Kpss yi geçemedi ve bir kolejde işe başladı. Mefkuresine devamdı. Öğretmenliğinden çok mefkuresinin derdindeydi. İşini yapmıyor, zihnini bileğliyordu. Uyarıldı kaç sefer dinlemedi zahid. Bilgisi yarım, mefkuresi tamdı. Her yarım olan şey gibi, zahidi de çekiyordu bu mefkure gitgide “ifrat tefrit” bataklığına.
Bir gün zahid otururken öğretmenler odasında bir veli geldi bir öğrencisine ait. Dedi; “iyi eğit evladımı.” Zahidin yüzü buruştu, hem de acıyla büküldü dudakları. Oysa bir insanın mefkuresinin yanında ne ehemniyeti vardı çor-çocuk ve eğitim kaygısının. Ama bir şey diyemedi zahid. Zaten yeterince yanlış anlaşıldığını düşünüyordu. Velinin suratında bir gülümseme oldu ve ekledi veli. “neyse hocam sen bilirsin”. Gitti veli, kaldı zahid.
Yıllar geçiyor ve ülkenin tüm özel kurumlarını bir bir tüketiyordu zahid. Mefkuresine olan aşkı köreliyor, fakat yakıcılığı artıyordu. Evlenip de çor-çocuğa karışanda zahid, mefkuresini unutmaya başladı. Sadece işini iyi yapmak, eşine iyi bakmak, baba diyenleri bağrına basmak ve gecenin bir kısmında rabbinin kollarına kendini bırakmak istiyor ve elinden geldiğince yapıyordu zahid.
Bir gün okul çağına gelen çocuğunu kaydettirip bir okula, evine döndü zahid. Yıllar önce yaptığı mesleğe ait dükkanı, o dükkandaki atölyeleri, o atölyedeki araç gereçleri görünce zahid. Ağlamaklı oldu. Oysa çok sevdiği mesleğinden üstün başarısızlıkları nedeniyle ayrılmak zorunda kalmıştı. Okullar açılmaya durmuş, hazırlanan çocuğunun elinden tutmuş ve yollara koyulmuş, gidiyordu zahid. Çocuğu, gökyüzüne bakan kanatlılar gibi kafasını eğerek bakarken. Zahid de ona bakarak gülümsüyordu.
Okula varmış ve çocuğunun ilk öğretmenini koridorda yakalama fırsatı bulmuştu. Hemen kavradı öğretmenini zahid kolundan, nasıl olsa eski meslektaşıydı. Gözlerine bakan çocuğunun öğretmeninin gözlerine bakarak, “iyi eğit evladımı” diyebildi. Öğretmenin yüzünde bir buruşma ve dudaklarında acı bir bükülme gördü, hatırlamıştı zahid bu yüzü. Hatırladığı içinde gülümseyerek; “neyse hocam sen bilirsin” diyebildi.

Uzun anlatmak gereksiz

kahramancayirli | 14 March 2007 20:32

Öyküye en yakın duran edebi tür, şiir. Öykü okurken, okuduğumuz öykü cümleleri mi yoksa şiir dizeleri mi, birbirine karışmalı. Nasıl ki iyi bir şiir uyaklarıyla okutuyorsa kendini baştan aşağı, öyküler de aynı armoniyle donanmalı. Peş peşe değil de alt alta yazılacak olsa, şiir sanmalı okur, karşısında duranı. Nazan Bekiroğlu’nun son öykü kitabı “Cam Irmağı Taş Gemi”, bu iki edebi türün birbirleriyle kapı komşuları kadar yakın olduklarını düşündürüyor insana.Simgelerle dolu bir anlatımı var, Bekiroğlu’nun. Cümleleri sert, kesin: Bazen tek bir yüklem, bazen tek bir özne, bazen de sadece bir sıfattan oluşuyorlar.Kitabın açılış öyküsü “Be”nin ardından gelen “Kül Rengi Küçük Kuş ile Beyaz Mermer Şehir” adlı öykünün gücü, yazarın cümlelerinden kaynaklanıyor. Ancak eksiltili cümleler, kimi yerlerde olayı dağıtıyor.Aynı zamanda Trabzon, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nde profesör olan yazarın son eserindeki üçüncü öyküsü Christian Jacq’ın popüler Ramses serisindeki taht, güç kavgalarını anlatıyor ve masal tadında. Gökyüzünde “muazzam bir kuş sürüsü” ve elbette sürünün en arkasındaki kül rengi küçük kuştan bahsederken (Sayfa 76), öykü beyaz mermer kentin yani ikinci öykünün içinden geçiyor.Anlatıcının, öykücü adıyla her öykünün sonunda kendini açık etmesi, öyküde olan bitenlerin inandırıcılığını azaltıyor. Kelimelerle çok iyi oynuyor, yazar. Yontuyor, bozuyor, kendi imgeleminde harf harf yeniden işliyor. Kitap boyunca onlarca cümle iki farklı öznenin karşıt eylem veya durumları üzerine kurulu.Kitaba ismini veren “Cam Irmağı Taş Gemi”nin ilk kısmı, “Mavi Gül Dalı”nda yaptığı seferden geri dönerken Sonsuzluk Kenti’nde ölen hükümdar tarafında gelişiyor. Kendi içinde üç parça olarak yazılan bu öykünün ilk kısmının sonunda “Mavi Gül Dalı”na bağlanıyor aslında.Nasıl bir kısa film elli dakika hatta bir saat sürmemeliyse, bir öykü de doksan-yüz sayfa sürmemeli. Ki kitabın ilk dört öyküsü “Be” dışında birbiriyle ilintili ve tek bir metin olarak değerlendirilebilir: Neredeyse iki yüz sayfa!Demiş ya anlatıcı (Sayfa 192) “uzun anlatmak gereksiz artık” diye; keşke Bekiroğlu, daha önceden ulaşsaymış bu karara…“Zeyl: Nihade’nin Beşinci Defteri”, Nihade’nin ağzından Numan’a olan aşkını tarif etmeye çalışıyor. Elif ve Be’lerle başlayan kitap yine Elif, Be, Ayn, Şın’larla bitiyor.“Gülibrişim Tazarrusu”, Bekiroğlu’nun yazma sürecinden, neden yazdığından, korkularından, dağılıp gitmekten bahsediyor.Son söz olarak, “Cam Irmağı Taş Gemi”nin biçim olarak sınıfını geçtiğini, ancak konu olarak yani “öz”de bir kısır döngüye düştüğü söylenebilir. Aynı konuya isterseniz on yönden, on karakter ağzından bakın, bu şekilde yazılan iki yüz sayfalık bir öyküyü sıkı edebiyatseverlere bile okutmanız çok zor.

Nazan Bekiroğlu / Cam Irmağı Taş Gemi / Timaş Yayınları / Ekim 2006 / 247 sayfa