bildirgec.org

kültür hakkında tüm yazılar

baudolino

pagan | 12 April 2003 19:31

umberto eco, dağıtmış yine. baudolino enteresan bir kitap hatta son dönemlerde 20 milyon türk lirası ile yapılacaken güzel şey. gülün adı kadar olmasa da yine de müthiş bir kitap. okurken dikkat etmek gerek. ne de olsa gülmek korkuya iyi gelirderler. hayatımda ilk defa bir kitabın sayfalarınıkıvırmadan okudum. gerçi çeviri hataları dörtnala gidiyor ama kitabın sonunda baudolino ve bir hipatia arasında paganizm üzerine bir tartışma var ki, beni benden aldı. ne de olsa bir yalancıdır ve bir bukalemun gibi her renge girebilir ama saflığın rengi beyaz hariç. “hikaye anlatmak” deyimi de hem yalan söylemek hem de roman yazmak anlamına gelmesi tesadüf değildirherhalde?

eski istanbul çocuğu bybars

bybars17 | 11 April 2003 10:01

Gayemi acizaneyi taciz etmek değil, efkarı umumiyede arkadaşlık kurmaktır. Cevab_ı musbetiniz kalb_i harabımı tamir_i temin edeceğinden , zecdi icdivacınıza talibim 🙂

Vodka!

aksangrav | 01 April 2003 15:35

Birçokları için vodka, renksiz, kokusuz ve tatsız bir içki. Ancak işi bilenler (eksper diyorum ben onlara) bu görüşe katılmıyor. Onlara göre markalar arası çok belirgin bir lezzet farkı var. Örneğin Moskovskaya veya Istok gibi votkalar Cristall`e göre daha yumuşak bir içime sahip. Vodka üretildiği yöreye göre farklı esanslarla hazırlanıyor ve bu sayede de farklı damak tatlarına hitap ediyor. En çok rağbet görenleri de biberli ananaslı ve limonlu olanları. Ruslar vodkayı kola, gazoz, meyve suyu, çoğunlukla da bira ile içmeyi tercih ederler (Şahsen ben vişne suyu derim). Hatta “birasız votka, rüzgarda fırlatılmış paraya benzer” derler. Batılılar (bakınız ben) içinse vodka en çok meyvelerle hazırlanan kokteyllere yakışıyor.

Vodkayı boş bir mide ile içmek pek de hoş olmayan sonuçlar doğurabilir. Bu yüzden vodka içme geleneğinde vodka shot`ların arasında bol bol yiyeceğe yerverilir. Bu geleneğe ise “zakuski” denir. Zakuski geleneğinde havyar ilk sırayı alırken, füme balık, siyah ekmek ve turşu gibi mezeler de rağbet görür.

Nedir bu \”gavur\”?

sado2070 | 12 March 2003 11:40

Bu ülkede yaşayan gayrimüslümler, gavur kelimesinden son derece rahatsız olmaktadırlar. Zira bu kelime “dinsiz” anlamına gelmekte olup bugün hayret verici bir biçimde en eğitimli insanlar tarafından dahi “Müslüman olmayanlar” ya da “Batı dünyasının insanları” kastedilerek yanlış/çarpıtılmış bir biçimde kullanılmaktadır. Müslüman olmayanlar dinsiz olmadığına göre bu gavur kelimesi neden kullanılır?? Bu çirkin kelime adeta bir küfür, bir aşağılanma duygusu uyandırıyor tüm gayrimüslüm cemaati arasında. Hiçbir dini içeriği olmayan konuşmalarda dahi bu kelimeyi pervasızca kullanan (yani ağzına pesenk etmiş) ve insanları bu şekilde rencide ettiğinin farkında olmayan kişilere duyurulur..

Ahmet Kaya Etkinliğinin Klavyesel İzdüşümü…

yassax | 09 March 2003 21:11

Bu yazıyı 7 mart günü Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan Ahmet Kaya şarkılarında buluşuyoruz etkinliği sonrası izlenimlerim ve hislerim adına yazıyorum…

Müziksel etkinlik çok hoş geçti. Bunca zamanın özlemini o kalabalık seyirciler ile biraz da olsun tatmin etmek çok mükemmel bir duygu idi.

Gelen insanların renkliliği adına da çok sevindim. her türden insan orada ortak sevgi ve amaç için buluşmuştu. Genci, yaşlısı, çocuğunun elinden tutup gelen annesi, bayanı, erkeği, uzun saçlısı, küpelisi, enteli vs. cidden her türden görüntü vardı.

Nedir Bu Amerikan Film Şirketlerinden Çektiğimiz!!!!

Asphodel | 06 March 2003 06:54

Stanishlaw Lem’i okuyanınız varmı? Çok güzel bilim kurgu yazar.. Aden, Gelecek Bilim Kongresi, Solaris, Soruşturma yazarın en ünlü kitaplarından birkaçı.

Geçen sinemaya Solaris gelmiş, birer Stan. Lem hayranı olarak arkadaşımla o filme gidelim dedik. Ben Solarisi 1 kere okudum arkadaşım 5 kere. Her neyse film başladı… Biz önyargılıyız tabi birer George Clooney düşmanı olarak!! Film ilerliyo ama oda ne.. Gezegende araştırma yapmaya giden psikolog kitaptaki gibi gezegenin yüzeyinde bulunan bir istasyon yerine, gezegenden kilometrelerce yüksekte, gezegenin yörüngesinde bulunan bir istasyona varıyor. İçeri giriyor ve kitapta erkek ve rus olan bilim adamı Gordon adına bir zenci olmuş!! Arkadaşım Erinçe döndüm abi ben kitabımı yanlış hatırlıyorum yoksa bunlarmı altına ediyo dedim ve de aldığım cevap hafızamı yanıltmadı. Film devam ediyo dakkalar geçiyo geçiyo geçiyo.. Bu adamların solariste (Solaris tamamiyle okyanustan oluşan bir gezegen.. üzerinde ufak adacıklar var.. ve kitapta ki araştırma lab ı bu adacıkların üzerinde kurulu) kitapta olduğundan çok farklı davrandığını ve olayın sağtığını görüyorsunuz.. Film tam bir aşk filmi oluyor.. Solaris le ilgili tek bir lafım var. Eğer o film ünlü kitabın filmiyse ben yanlış kitabı okumuşum.

Geliyoruz Lord Of the Rings’e ilk filmi izledim bir gaz bir heyecan kitabı okumalıyız -malum frp oynayan ve elf lere tapan bir genç olarak okumazsam olmaz – dedim. Kitabı okudumda ne gördüm Tom Bombadil yok!!! tom bombadil kimdir? Tom Bombadil o filmin sembolü olan yüzüğü parmağına taktığında görünmez olmayan bilge bir kişidir! ve o bilge kişi marry yada pippin karıştırıyorum sürekli, bu adını yazığım hobbitlerden birine bir kılıç veriyo ve o kılıç ilerde “Kitabı okuyanlar dediklerimi hatırlar umarım” çok önemli bi olayın gerçkeleşmesine sebep oluyo.. ama 1. filmde böyle bir olay olmadı merakediyorum hobbitcikler o çoook önemli olayı gerçkeleştirirken aptal yönetmen Peter Yazış!! ne uyuracak.. Sonra bakıyorum Arwen ne kadar abartı ya!! 1. Kitap bir paragraf 3. kitapta bir kaç kelime ve kitap sonunda Ranger Aragorn la evlilik.. ne kadar abartmışınız. Sihiri Gandalf ve Elrond yapıyo Arwen yapmış gibi gözüküyo.

2. Filme geçiyoruz. Two Towers. Bir heyecan başladık izlemeye, noldu hobbitler entlerle buluştu falan filan.. ama ondan evvel Gandalf Balrogla aşşa düşüyo düşüyo düşüyo ama yavaş hatta tüy gibi süzülerek düşmesini sağlicak büyüyü “frp de feather fall du galiba” yapmıyo.. neyse işallah yanlış hatırlıyorum bu bölümü. Hadi onu yanlış hatırlıyorum!! entlerle buluşan marry pippin ikilisinin entlerin özel sihirli suyundan içip boylarının biraz uzaması ve ilerde paladin olması felan.. aklıma geliyo ama filmde entlerin omzundaki 2 kuştan öteye gitmiyo. Sonra aragornla arwenin güzel güzel öpüşmesi ayrı uydurma sallamalar bizi güldürüyo (kadıköy rex sinemasındaki gerizekalıların arwen çıkınca alkışlaması ayrı konu) hadi hepsini geçiyoruz!!! filmin sonları!! ya bu entler Sarumanı saf dışı bırakıyolar, gayet güzel, oda nesi! frodo faramirle beraber şavaşa gidiyo şehir de kuşatma varmış.

Karakter 1 – Abi baksana faramir frodoyu salmıyomuydu

Karakter 2 – olm galiba benim beynim sulandı(!)

ama en sonunda faramire posta koyan frodo yoluna devam ediyo. aa THE END film bitti..

Karakter 1 – Ya Mustafa.. baksana ben kitabı 5 ay evvel okudum hherhalde yanlış kitabı okudum.

Karakter 2 – Niye nolduki?

Karakter 1 – Abi 2. kitap normalde Gandalf ve saz ekibinin Orthand a (sarumanın kulesi) gitmesiyle orda entlerle konuşup Gandalfın Sarumanın saf dışı bırakılmasıyla bitmiyomuydu.. Ha bide gollumun Frodo ve SAmi kandırıp onları Shelob adlı örümcein yanına götürüp.. örümcein frodoyu ısırmasıyla, orcların frodoyu yakalamasıyla, ha bide sami,n frodo dan yüzükle Sting i alması

Karakter 2 lafı keser

Karakter 2 – Abi ben hiç bir yorum yapmıyorum sen de saçmalayama başladın ne diyosun altına etmiş yönetmen işte.. bu film 3 saatse 3. kitabın filmi 5 saat olmalı hadi bakalım peter ne mıçıcan..

3. filmimiz The Ring aslında bir 3 leme kitabın filmi imiş The ring öğrendim. İzledim bana biraz basit bir film gibi geldi beğenmedim. Arkadaşlarımdan duyduklarım ve araştırdıım kadarıyla bu Ring ilk olarak japonların olayı imiş ABD li mükemmel amcalar bu film almış şunu bi düzenleyin biz yaptık hesabı daıtın oraya buraya demiş. ve biraz yazış olmuş. The Ring adı filmin Japanese versiyonun bulun ve izleyin çünkü şu an in Theaters now! versiyonundan kat kat iyi bir filmmiş bunu 15 e yakın arkadaşım söyledi ama ben izlemediğim için yorum yapmıyorum.

Son olarak son zamanlarda izlediğim yazış filmler 8 Mile (beklediğim kadar iyi değildi), Rus Gelin (ustalardan bunu beklemezdim), Baskı (hadi ben beğenmedim beğenen olur aranızda o beğenen bana açıklarmı filmin ortasındaki, Robin Williamsın gözünden kan gelme olayı nedir), Tehlikeli bilmenne adını unuttum george clooney, julia roberts ve drew barrymore oynuyo (REZALET VE BOM BOŞ BİR FİLM!!)… Kalın sağlıcakla..

Japonya\\\’ya Doğru – 2003 Türkiye Yılı

WeaponX-hafif | 19 February 2003 06:51

Böyle bir organizasyon söz konusu. Hayatta kaçırmam bunu. Japon işi ne de olsa. Haberiniz olsun diye… Kendo çalışması var asıl onun için gidiyorum ben. Bu yaz kısmetse Japonya’ya gidersem kılıç alıp Yaido‘ya da başlamam lâzım. Sikinoske olma yolunda ilerlemedeyim. Heheh!

JAPONYA’YA DOĞRU 1 Şubat 2003 Taxim Hill Büyük Salon

Japonya’da 2003 Türkiye yılı ilan edildi. Toplantılar “Türkiye” adıyla açılıyor. Japon kurumları ve üniversiteleri özel çalışmalar başlatıyor, gençlik örgütleri Türk-Japın projeleri üretmek üzere harekete geçiyor. Türk-Japon ilişkilerinin ve işbirliğinin geliştirileceği bu yeni yılın hemen ilk ayında, Japon kültürünü, eğitimini ve insanlarını eğlenerek tanıyalım; JAPONYA’YA DOĞRU buluşalım!

  • 09:30 Kayıt
  • 10:00 AÇILIŞ – Japonya’da 2003 Türkiye yılı – Türk-Japon ilişkileri üzerine kısa bir öykü
  • 10:20 KELİME OYUNU – Isınalım ve birbirimizi tanıyalım
  • 10:35 JAPONYA PANDOMİMİ – Japonya hakkında neler biliyoruz; tiyatro gücümüzle canlandıralım
  • 11:35 ÇAY SEREMONİSİ – Japon geleneklerindeki çay sunumu
  • 11:50 JAPONYA DİA GÖSTERİSİ – Renkleriyle ve sesleriyle uzaklardaki dünya 13:00 Öğle Yemeği
  • 13:30 DANS GÖSTERİSİ
  • 13:40 ORİGAMİ – Kağıt katlama sanatı
  • 14:00 JAPON ÇOCUK OYUNU – Farklı kültürlere sevgi tohumları ekelim
  • 14:15 KENDO GÖSTERİSİ ve ÇALIŞMASI – Japon samuraylarının savunma sanatını öğrenebilmek, bambuları ve zırhları kuşanıp iç disiplin, huzur, denge, bütünlük, saygı ve sevgi değerlerine doğru yol almak…
  • 15:15 YARIŞMA – Marco Polo’nun Zipangu dediği ulaşılmaz adalar ülkesi hakkında neler biliyoruz? Kazanan bay ve bayan ikili KİMONO giyiyor! 16:15 Kahve Molası
  • 16:30 JAPONYA’DA EĞİTİM OLANAKLARI VE DİL ÖĞRENİMİ Takeshi Ishihara, Muavin Konsolos JAPONYA BAŞKONSOLOSLUĞU 17:30 Kokteyl
  • 18:00 PANEL: AÇILIŞ KONUŞMASI Japonya’da 2003 Türkiye yılı Sayılarla ve grafiklerle Japonya Konukların takdimi TÜRKİYE-JAPONYA İLİŞKİLERİ, JAPON EKONOMİSİ VE JAPONYA’NIN DÜNYA SİYASETİNDEKİ YERİ Ekselans Akio Wada, Başkonsolos JAPONYA BAŞKONSOLOSLUĞU
  • 19:00 – 20:00 TEŞEKKÜRLER ve KAPANIŞ

  • kimlik edinilerek sağlanılan üstünlük

    noweisus-hafif | 01 January 2003 03:40

    Hayır hayır faşizanlıktan söz etmeyeceğim. Bu daha farklı, günlük hayatta edinilen kimliklerle ilgili. Birisini düşünün, bu kişi müzik dinlesin, tv izlesin ve gazete okusun. Bu üçünü öyle bir şekillendirelim ki bunlar: klasik müzik, nationalgeographic ve radikal olsun. Nasıl, kanınız ısındı mı? İnsana bir tarz bir hava getiriyor. Onun yanında diğer insanlar biraz altkültür insanı olarak kalıyor. Ki bu kültürün altı-üstü de var, bir de yüksek deniyordu galiba, yüksek kültür. Nedense nez dinleyen bir insanı bu kültürün iyi olan kısmına sokmazlar. Kahramanımız ise iyi bir müzik dinlemektedir ve bir yüksek kültür insanıdır. Sırf bu kahramana halt etmişsin demek için yazıyorum. Kahraman görenler, sizler de halt etmişsiniz.

    \”Uzakdoğu\” yedikleri yüzünden geri mi cidden ?

    Montag451-hafif | 05 December 2002 15:31

    Affınıza sığınarak bir copy-paste girişiminde bulunacağım. Ola ki ana sayfaya yansımasa bile yazı elenip gidene kadar bu konuyu tartışmış oluruz. Konu şu geçen gün atılan “Bebek yeme” linki ve onun ahkamları arasındaki bildirgeç linkinde gördüğüm ahkamlar. Yazıyı buraya copy-paste etme nedenim de java script olması ve doğrudan link veremiyor olmam. Yoksa sizi rahatsız etmez link verirdim.

    Aşağıdaki yazı Haysiyet‘den. Yazıya nasıl ulaşağınızı isterseniz bir ara anlatırım.

    Oğuz Atay

    | 25 November 2002 13:02

    Uzmanların Türkiye’de nasıl yetiştiğini hala izah edemedikleri Oğuz Atay, 25 sene önce 13 Aralık’ta bu dünyadan gitmişti. Kendisi 30’lu yaşlarının sonlarına kadar işinde gücünde, evli-barklı normal bir insan gibi yaşamış; daha sonra üzerine bir delirme gelmiş ve son yedi yılını yazı yazarak tamamlamıştır. Türkiye’nin ruhu diyebileceğimiz mevcudiyet hallerini, onun kadar iyi tarif ve ifade eden bir insan bir daha gelmemiştir. Zaten ondan önce de Atay gradosunda bir yazarımız yoktur.

    Peki neydi bu adamı bu kadar özel yapan? Bu bir tür bile olmayan nadide ve endemik yaratık, bu topraklarda nasıl yetişmişti? Kastamonu’nun İnebolu’sundan çıkıp Ankara’nın tozuna bulanan, oradan Istanbul’un gazını teneffüs edip, Londra’nın sisinde yuvarlanan bu adam nasıl bir şeydi? Bazı edebiyat eleştiricilerinin, bir takım akademisyenlerin ve kimi hayranlarının yazdığı, çoğu ipe sapa gelmez yazılardan başka ne var onun hakkında?

    Aradan geçen 25 sene içerisinde bir tane Turgut Özben çıkmamış, Oğuz Atay’ın peşine düşülüp şöyle hakkını vererek bir monografi yazılmamıştır. Onun, hocası Mustafa İnan için yaptığı şeyin (Bir Bilim Adamının Romanı) onda biri bile kendisinden esirgenmiştir. Her zaman ve her kıymetli insana, yazara yaptığımız gibi ‘o bir kuyruklu yıldızdı’ denerek geçilmiştir.

    Onun yazdıkları her ne kadar başka bir dile çevrilmemiş de olsa, bize özgü olanı, bu milletin nev-i şahsına münhasırlığını evrenselleştirir (gerçi Tutunamayanlar daha yazılırken, eşzamanlı olarak ingilizceye çevrilmişti; fakat bu versiyon hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Zaten Atay’ı ingilizceye falan çevirebilmek için, Joyce çevirmenleri düzeyinde ingilizce, Şiar Yalçın ayarında türkçe-osmanlıca bilmek; Nevzat Erkmen kalitesinde bir obsede olmak gerekir).

    Bu topraklardaki haller, onun için kullanılacak bir edebiyat malzemesi, yansıtılacak alegoriler demeti veya pazarlanacak toplumsal gerçekler sepeti değildir. Roman ve hikayelerinde bize bizi işaret eder, gösterir, anlatır. Bu arada kendisini de dışarda bırakmaz, özel ve ayrıcalıklı bir yere koymaz. Kalemindeki akrep kendini de sokar durur hep. Oğuz Atay’a, onun eserlerine dair bir şeyler söylemek hep çok zordur; çünkü o zaten bunu kendi karakterlerine yaptırmıştır. Dolayısıyla kendisi hakkında yazı yazmak isteyenleri, kendisinden alıntı yapmak zorunda bırakır. Ve ondan yaptığımız alıntılar, onun hakkında yazacaklarımızdan her zaman daha iyi olur. Yani kısacası, bize edecek pek laf bırakmamıştır.

    Onun keskin zekası, hiciv kabiliyeti, erişilmez ironisi, trajik ve komik olanı yanyana koyup hatta içiçe geçirmesi karşısında ne b.. yiyeceğimizi bilemeyiz. Bazen kitabı kapatır ağlarız; bir an sonra gülmekten kırılırız. Yıllar önce, Atay’ın özellikle son döneminde sürekli yanında olan bir arkadaşıyla içki içerken, alkolün de tesiriyle bir ‘samimiyet buhranı’na kapılarak zırlamaya başlamış ve bunun üzerine o arkadaştan şu lafı işitmiştim: “Onun yazdıklarından etkilenme halimiz o kadar ağır bastı ki, sağlığında olduğu gibi öldükten sonra da kendisiyle, yani yazdıklarının kendisiyle pek ilgilenemedik”. Halbuki ilgilenmeliydik. Onun romanlarındaki derin ve detaylı hesaplaşmalardan ders almalı, bugün geldiğimiz çok daha perişan insanlık durumlarına düşmemek için çabalamalıydık. Olmadı; onun uyarılarına kulak asmadık; bu milletin neredeyse bütün fertlerini yıllardır kemiren Alzheimer hastalığına karşı gereken önlemleri almadık.

    Bugün onun yazdıklarını tekrar okuduğumda, Oğuz Atay’ı fena yapan, canını yakan biçimsizliklere bile nerdeyse sarılasım geliyor. Eski Türk filmlerindeki kötü adamları görmüş gibi oluyorum. Bugünün kötülüğü, sahtekarlığı ve kalitesizliği karşısında, 30 sene önceki alçaklıkları bile affedilebilir buluyorum. Mesela o zamanların ‘kendini bulamamış’ ve de ‘tedirgin’ cumhuriyet aydınları bile, şimdinin kendini, yolunu ve sponsorunu bulmuş, çetesini kurmuş, ‘söylem’ini oturtmuş modern, hatta postmodern hokkabazlarının yanında naif falan kalıyor. O zamanın örümcek kafaları bile, şimdinin global-globül beyinlerine nazaran daha orjinal ve hakiki gözüküyor.

    Oğuz Atay bir tarih yazarıydı aslında. Üstelik sadece cumhuriyet dönemine değil, bir şekilde bu coğrafyaya, bu ‘kenar Batı’ya gelmiş insanların varoluş-hissediş-duruş tarihine tanıklık etmiş; fiction’larıyla yaşadığımız gerçekliği sarsmıştı. 1987’de Cumhuriyet’te onun hakkında bir yazı yazma cüretini gösterdiğimde “Oğuz Atay’ın koyduğu dil aynasından kaçış yok” demiştim. Bugün hala o aynanın kör noktasız olduğunu düşünüyorum ve ne zaman onunla ilgili bir birşeyler yazmaya koyulsam, kendimi yakalanmış hissediyorum. Kitaplarından birini açıyorum; herhangi bir pasajı okumaya başlıyorum ve üstüne bastığım zeminin sağlam olmadığını hatırlayıp rahatlıyorum.