bildirgec.org

akademisyen hakkında tüm yazılar

Akademisyenler ve komşuluk meseleleri

kahramancayirli | 25 November 2009 12:03

Bu arada Naim Dilmener is back. Radikal İki’de. Deli sevindim. Bu da bu haftaki yazısı. Hoş geldi.
Ve dışarıdan gözler, kalemler nasıl da tarafsız, nasıl da uzak yazabiliyorlar meseleleri. Bu yazı da bunun kanıtı.
Zeliha Etöz, Siyasal’da okurken en sevdiğim akademisyen idi. Sosyoloji hocası idi (Diğer sevdiğim akademisyense İletişim Fakültesi’nin o zamanlar Türk Sineması öğretmeni olan S.Ruken Öztürk’tür). Etöz, o zamanlar nefis bir makale yayımlamıştı: Gerçek hayatlarımızı o kadar yalıtmıştık ki demir kilitler, steril, güvenli siteler vs derken, komşuluklar uçup gitmişti. Derken televizyonda beliriveren sıcak ortam / komşuluk mevzulu diziler deliler gibi izlenmeye başladı. İşte bu iki mevzu arasındaki somut bağları düşünen, yazan bir makale idi. Dün, bir 24 Kasım sabahı olması sebebiyle belki de, otobüsten denize bakarken bu makaleyi anımsadım.
Tabii bu bir 24 Kasım yazısı değil. Peki ben neler demek istedim? 1.İyi akademisyenler var sahiden. 2.Onların da sayıları az. 3.Kıymetlerini bilmek gerek.

fahri doktora

Asturias | 25 March 2008 23:14

Pek çoğumuz televizyonda haber izlerken karşılaşmışızdır ” şu kişiye şu üniversite tarafından fahri doktora ünvanı verildi.”. Geçen gün benzer bir haber ile karşılasınca hafif’e bununla ilgili bir yazı yazma gereksinimi duydum.

Öncelikle fahri doktora ne demektir onu anlatmak gerekiyor sanırım. Fahri doktora bir eğitim dalında bilgi birikimi olan ancak akademik kariyer sahibi olmayan kişilere o dal hakkında yeterliliğini belirten, o dal konusunda uzmanlığını belirten bir ünvan olarak verilmektedir. Kısacası fahri doktora ünvanına sahip olacak kişinin o konuda bilgi birikiminin kendini aşmış olması gerekiyor.

Zihinsel Doping Hapları – Brain Doping

Guardian | 27 December 2007 14:33

Metabolizmayı etkileyen ve sporcular kullandıklarında doping olarak adlandırdığımız kimyasalları unutun. Kullanımı legal olduğu söylenen zihinsel düşünceyi ve dolaylı olarakta fiziksel metabolizmamızı etkileyen zihinsel doping hapları var artık.

Habere göre Akademisyenler, müzisyenler ve poker şampiyonlarına kullandırıldığı idda edilen hapları çeşitli laboratuarlarda üretme yarışına girilmiş.

Homofobik zihniyetten kurtulmalıyız!

kahramancayirli | 18 March 2007 11:32

Geçen ay kanallar arasında gezinirken kıymeti kendinden menkul yıldız seçmece yarışmalarından birine denk geldim. Jüri üyesi, ünlü prodüktör, sahnedeki yıldız(!) adaylarından birine “Sen kırık mısın?” diye sordu. Duyduklarıma inanamadım önce. Yanlış işitmemiştim, sokak arası, üçüncü sınıf bir argo tabirle onca insanın gözü önünde yarışmacının eşcinsel olup olmadığını öğrenmeye niyetlendi, jüri üyesi. Popüler şarkıları nitelikli söylemenin, sahnede samimi durmanın, iyi ses kullanmanın, velhasıl pop yıldızı olabilmenin cinsel tercihle ne ilgisi var Allah aşkına? Söz konusu yarışmacının yerinde olsam, “benim yatakta ne yaptığım sizi hiçbir şekilde ilgilendirmez, siz benim şarkı söylememe, sesimi kullanmama, sahneyi doldurup dolduramadığıma bakın” deyip derhal yasal yollara başvururdum. Bırakın bir televizyon şovunu / yarışmasını, günlük hayatta dahi kimsenin kimseye böyle bir soru sormaya hakkı yoktur.
İkinci durumuysa yakın bir arkadaşım anlattı. 32. Gün programında eşcinsellik üzerine konuşup, “bakın tabuları yıkıyoruz” demişler. Tabular o konunun konuşulduğu tartışma programlarını gecenin ikisine, televizyonların çoktan kapandığı bir vakte değil de prime time denilen mesela ana haber bülteni sonrasına konulduğunda yıkılabilir ancak.
Üçüncü duruma ben şahit oldum. İnsan Kaynakları Yönetimi dersindeyim. Dersin öğretim görevlisi yanında getirdiği diz üstü bilgisayarından dersi renklendirmek maksadıyla bir müzisyenin (Jean-Baptiste Lully) eserlerini dinletecek birazdan. Müzisyenin kim olduğunu anlatacakken, erkek hocamız gülme krizlerine kapılıyor birden. Gülmek de zayıf kalır aslında, katılıyor adeta gülmekten. Ve sonra sınıfa dönerek bu komedinin resmi sebebini açıklıyor: Müzisyen, “oğlancı”ymış! Bu sefer bütün sınıf başlıyor gülmeye. İnsanların cinsel tercihleriyle hiçbir sebeple ve şekilde alay edilemez. Öğrencilerine örnek olması gereken akademisyenler, zihinsel gelişimimizi sağlayacak üniversitelerde böyle davranırlarsa, varın gerisini siz düşünün. “Yatakta ne yaptığıyla dalga geçtiğin adamın eserlerini dinliyorsun, dinletiyorsun; ismi ezberinde ama sen öldüğünde geriye ne bırakacaksın, seni kim hatırlayacak?” diye sormak geçti içimden fakat cesaret edemedim, sustum.
Kadınsılığın, (bir erkek için) kadın gibi gülmenin, yürümenin kısacası davranmanın her durumda aşağılandığı homofobik bir toplumdayız. Bu üç durumun bence en korkuncu sonuncusu. Saygın, köklü bir üniversitede öğretim görevlileri böyle tavırlar içerisine girerlerse, sokaktaki eğitimsiz insanların “ötekileştirdiğimiz” azınlıklarla empati kurmalarını, onlara hoşgörü göstermelerini beklemek abesle iştigal olacaktır. Bize gerekenler: Empati ve hoşgörü. Avrupa Birliği istediği için değil toplumumuzun sosyal gelişimi için farklılıklara, azınlıklara saygı göstermeliyiz.

“Tutunamayan” akademisyenlerin hal-i pür melali

kahramancayirli | 16 March 2007 18:03

Bugün 8 Eylül. Yani Temel Okur Yazarlık Günü. Çocuk Vakfı Çocuk Edebiyatı Okulu’nun bugün sebebiyle hazırladığı Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı Karnesi’ne bakınca durumumuzun neden içler acısı olduğunu, AB kapılarında daha uzun süreler bekletileceğimizi anlamak güç değil. Çalışmanın tüm bulguları, üzerlerinde tek tek düşünmeyi gerektiriyor ama ben bu yazımda hepsine değinemeyeceğim maalesef.
Gazi Üniversitesi’ndeki 1915 öğretim üyesiyle yapılan araştırmaya göre öğretim üyelerinin yüzde 21.9’u sadece akademik yayın okuyor. Yüzde 56.2’si ayda bir-iki kitap okuyor (Radikal, 7 Eylül 2006). Şaşırmadım. Ayrıca aynı vahim tablo bütün üniversitelerimiz için geçerli. Özellikle büyük şehirlerde aldıkları maaşlarla zor geçinebiliyor örneğin araştırma görevlileri, okudukları son kitabı veya takip ettikleri akademik yayınları sorduğumda durup epey düşünmeleri bu yüzden. Fakültelerde küçücük odaların her birinde üçer-dörder araştırma görevlisi sıkıştırılmış vaziyette. Fiziki imkanların yokluğundan son derece rahatsızlar ve hallerinden memnun değiller. Hatta oda yokluğundan büyükçe bir odanın kapısında dört-beş profesörün ismini görmek mümkün. Oysa vakıf üniversiteleri bu açıdan cennet gibi, devlet üniversitelerimize kıyasla.
Akademisyenlerimizin (bir kısmının diyelim hepsi değil) okumamaları ve kendilerini geliştirmemeleri sadece fiziki olanakların yetersizliğinden kaynaklanıyor olamaz. Uzmanlık alanıyla ilgili her yayını takip etmeye çalışan, sürekli okuyan, bilgi saçan, aydın akademisyenlerimiz de var. Hangi kitaplara, hangi dergilere gelirimizin ne kadarını ayırıyoruz? Zira ilk paragrafta bahsettiğim çalışmaya göre ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. (evet iki yüz otuz beşinci) sıradaysa diyecek söz kalıyor mu?
Elbette kalıyor. Okuyup, kendini geliştirmeyen akademisyenler öğrencilerine ne öğretebilirler ki? Teorik bilgi mi? O zaten kitaplarda da var diyeceğim ama malum kitap da okumuyoruz.
Üniversite: Kutsal bir yer
Akılcı düşünen, sorgulayan, okuyan, toplumu iyi yönde etkilemeye gayret eden cesur gençlere her zaman olduğundan daha çok ihtiyacımız var. Bu gençlerin artması için sorgusuz sualsiz ezberlenmiş bilgiye yönelten eğitim sistemimizden derhal kurtulmamız gerek. Ve eğer biz ağzımızı açmazsak, meydan cahillere kalır.
Yepyeni bir eğitim-öğretim yılının eşiğindeyiz. Hiçbir şey değişmiyor. Üniversite hocaları bile ellerindeki silahların finaller, sınavlar, derslerden kalmamız olduğunu sanıyorlar. O kadar yanılıyorlar ki. “X Hoca’nın sınavından kaç almıştın sen bakayım” diye sormayacak hiç kimse bize, not için ezberlediklerimiz değil sorarak, düşünerek, mantıksal bağlantılar kurup yorumlayarak öğrendiklerimiz kalacak yıllar sonra yanımızda.
Mevcut üniversitelerden mezun olanlar zaten işsizken on beş yeni üniversite açanların “Tutunamayanlar”dan haberi var mıdır acaba? Oğuz Atay’ın mizahi cümleleri son söz olsun şimdilik: “Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada herşey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız.” ( Tutunamayanlar, Oğuz Atay, sayfa 362-363, İletişim Yayınları, İstanbul)

Bu Ne Biçim Eğitim?!!!

siyah zeytin | 19 November 2006 20:41

Son 1 haftadır 17. Milli Eğitim Şurası ile ilgili gelişmeleri takip ettim. Sebebi eğitim konularında duyarlılık geliştirmiş olmam ve eğitim kitlelerini iyi tanımamdan ileri geliyor.

Eğitim adına karar almaktan başka herşey yapıldı. Her taraf kendisi için çalıştı. Milli Eğitim, ülkenin çocukları, vatandaşın geleceğini düşünen yok yok yok.

Herkes sınıfta kaldı hem de herkes!

İşte Sınıfta Kalanlar:

1. Köşe Yazarları: Hangi yayın grubune ait olursa olsun, hiçbiri eğitimden anlamıyor ve tamamen boş laflarla okuyucalarını “gaza getirmeye” çalışmaktan başka bir şey yapmadılar. Tam bir rezillik.