Serseri adımlar, siyah içki poşetlerinin, belediyenin park kenarına geçenlerde diktiği menekşeleri korkutan bir hızla dönüp dönüp geceye yükseldiği dar yolda, uzaklaştılar. Menekşeleri bir endişe almıştı sanki. Karanlıktı. Sırtları bana dönük, kulaktan kulağa bir şeyin, belirsiz bir şeyin, yalnız menekşelerin hissedebileceği bir kehanet belki de, ne ise, yaklaştığını fısıldıyorlardı birbirlerine. 10-15 adım solumda, Kameriye Kafe’nin karşısındaki parkta, köklerindeki titreyişle, tek kelimeyle, çiçektiler. İmgelerin kesin ölüm saatini yazan rüzgar vardı bir de ve sinirli bir anına denk gelmiştik. Sigaramı attığım gibi, aldı, paramparça edip, ucundan dağılan korları savurdu alt caddeye dönen sapağa kadar. Etraf sessizdi bir süre ancak sonuna kadar tatmin olmuş, boş, verimsiz bir otobüs sesi deldi ansızın her şeyi. Delip geçti. “Havada uçuşan kara maddelerdi belki karşılığı olmayan” diye ilk mısra… sonrasını kıvıramadım… Her şeyi için çok geç diye geçirmek için içimden, bir boşluk, altı çok noktalı bir defter yaprağı vardı sanki. Kenarı bin bir çeşit alkole maruz, büzülmüş ve kırışmış bir yaprak. Ben orada olsam ağlardım ama değildim neyse ki… yani… tam olarak değil.Kafamı kaldırıp baktım. Ne diye yaşadığım yazıyordu yukarda. Nedenim gibi kesik kesik parıldayan yıldızlara baktım. Utandım sonra kendimden. Çıplak gözün gördüğü beş bin kadarıydı. Onlarda bile sınıfta kalmıştım. İnsandım. ‘Aha şu büyük ayı…. Şu da küçük olan. Kutup hangisi… Bulut var ama, bulut olmasa, şurda…. Venüs kayboluyor zaman zaman onu biliyorum… Ya ötekiler… Ya bu soruluyorsa son sorgu zamanı? Sıçtık mı! Valla, olmaz olmaz diyemem ki. ….Betelguise’u yada proxima’yı da bilsem fena olmayacak aslında…. Şu kırmızımsı olan o olmalı. Mavi miydi yoksa Amaaaan.’ diye….Hepimiz yıldız tozuysak, şu yaklaşan en sönük olanlardan biri olmalı diye geçirdim içimden, çok geçmedi karşımda istop etti bizim bol alkolle söndürülmüş süpernova. Eski ışıltılı halinden eser yoktu tabii. Yeşil, yeniklerle delik deşik, pejmurde yün bir hırka; eskiden beyaz olduğu, bazı belirsiz ve sanırım geniş düşey, dar yatay çizgilerden anlaşılan boka bulanmış bir bermuda pantolon ve bunlarla kreasyona bütünlük veren, sarı, pis bir tişört. Sırtında brazil yazanlardan muhtemel. Ve yüzünü bürümüş karanlık nikotin ormanı sakalının altında çizgiler, yüz hatları, mırıldanıyordu : ‘ günler, ah o eski günler, o, günler, o güzel günler…’ sanki…Boyu benim kadar ve uzundu. Başıyla sert bir selam verip, ondan beklediğim bir şeyler söylemesi için bir boşluk yaratırken bakışımla, selamdaki sertlik konusunda beni haklı çıkarsa da söyledikleri, basitçe şarap parası yada bir sigaran var mı klasiğinden hayli uzaktı. Aslında selam verdikten sonra bir süre suratıma baktı. Biraz daha baktıktan ve tanıdığı, bildiği bir berduş olmadığımdan iyice emin olunca, sanırım, kollarını selamı çevikliğinde iki yana açıp “şşşu yıllldızlara bir bakk!, NASsıl darmadağın, nassIL parammmparçha!” diye haykırdı. Her hecesinde şairane vurguları eksik komadan devam etti sonra. “sen bunu beton sanarsın amma değilll. Ayna bu ayna! Ha ha! ay-na! O, tırraş oluyoğorm her gün bu aynada hıch!,,, Yaa bırakkk şimdi! Bak ne diyecem, Sen söyle, ilk patlamayı anımsarrrr mısın? Ha? Nasıldı ama nasıldı? Ha? ha? ha ha ha. Bom booom booooom ha? ha ha ha ha ha! Nasıldı ama boooom ha ha ha ha!” . Kaçıktı. Zıplıyordu. Yanımda bir çakmak vardı. bi çaksam, karşı kıyıya kadar uçardı fişek gibi. O derece sarhoş, ve karşıya düştüğünde bir daha ha ha ha! diye kahkahalar atıp, tepinip, booomm! diye bağırmaya devam edecek kadar sıyırmıştı üstelik. Bir de burnumun dibindeydi nedense. Beni ansızın öpüp hastalık bulaştırmasından falan değil de buram buram ispirto, leş gibi de çürümüş insan kokan kafasına dayanamadığımda hafifçe ittim geriye. Sendeledi. Tam itmiş olsam yuvarlanarak caddeye fırlayacağından korktum sanırım. Bir eksik bir fazla fark etmezdi ama iyi adamdı, kanım ısınmıştı o anda işte. Tabii burnumun dibine kafasını sokmadığı sürece.“Ben daha yoktum o zaman, sen beni meleklerinden biriyle karıştırdın herhalde” dedim sırıtarak. Sallandı. Üççç diyecekmiş gibi ağzını açtı, yuvarladı, vazgeçti. Bir süre kafası önüne eğik, sallandı durdu önümde. Mimiklerinden, içinde ağır misafirler ağırladığını anlıyordunuz. Ancak, bu sessiz ritüelini fazla uzun tuttu. Çok fazla. O kadar ki, tedirginlik, daha doğrusu sonsuza uzanan bir bekleyişe hapsoluyorum hissiyle dayalı durduğum duvardan ayrılıp, dikilmek zorunda kaldım. Gözlerimi ondan ayırmadan yaptım bunu. Gidiyor olduğumu, parkın girişindeki Kameriye kafenin köşesine vardığımda, ansızın fark etmiş olacak ki, ben tam köşeyi dönerken “hoop! Nerrreye gidiyorsun be kardeşimmm, seninle işimiz var daha, hoppp yaaa! Oooo!” diye bir kabustan uyanır gibi bağırdı. Döndüm “ne işiymiş lan o iş”dedim. “ Gel gel, biz seninle ne işler çevirecez daha, gel hele yaklaş, bok mu var gidiyosun, gelll” dedi, bir yandan da nerden peyda olduğunu anlamadığım bir şarap şişesini sallıyordu elinde. Siktiri basıp dönüp gitmek vardı amma işte, bir şey oldu o an, döndüm. Konuşacak birilerine muhtaç hissediyordu kendini belli ki. “peki” dedim, “adam gibi konuşacaksan…”. ”Bırak yaa adamı madamı, bu gece var birrr tek, bir de şu dipsiz şişe… bıktım kardeşimmm bıktım yaaa! Son bir hikkkaye yazacas seninle gel, çok eğlenecez”. Şişeyi diktiği gibi gerisin geri yıkılması bir oldu. Koştum, kaldırdım.”senin hikayen pek yıkıkmış be usta”. Anlamadı. Sonra.”ben düşşşmedim” dedi, sallandı “sizzz girdiniz Yerin! dibineehh”…sallandı…”ama şimdi bitecek hikaye şşşşşh”…sallandı…” sarhoşluk yoktur aslen, haddinden fazla ayıklık vardır” dedi, bitirdi ve bir daha dikti şarabı başına. Ama bu kez düşmedi. Şaşkın bir halde menekşelere takıldı gözüm. “ kesin bir şey varsa kardeşim, o da, bu insanlık denen büyük hatanın, hikayesi de bambaşka sonlanmalı”. Menekşeler, bu tarafa dönmüş bizi dinliyorlardı. Berduş, güzel konuşmaya başlamıştı. Rüzgar, bir anda yön değiştirmiş, siyah bir poşet bacağıma çarpıp, yükselmişti. “ bu ağaçlar, bu toprak bu deniz anlattı ama duymazlıktan geldiniz; gerçeğe dokunarak, onu tadarak, işiterek ve koklayarak varlığımı kabul etseniz de yadsıdınız, küçümsediniz; gözlerinizde bin bir renkle esrik bir yalana verdiniz kalbinizi. Aydınlıkken her şey, karanlığa ram ettiniz kendinizi. Artık sıkıldım ben bu oyundan. Bitmeli artık! Bitsin!” Sesi, son kelimede, her şeyin içine işlemişti sanki, üstündeki yeşil ceketin güve yenikleri görünmez oldu bu arada. Menekşeler ağlıyordu. Bütün bu olanlar bir bardak suyun yere dökülüşü gibi sade ve olağanüstü bir olağanlıkla olup bitiyordu. Gördüklerime rağmen herhangi bir korku, his, en küçük bir duygu kırıntısı dahi yoktu içimde. Hayal gördüğümü mü düşünüyorum? Hayal miydi? Elimdeki şişeye baktım. 1893, Chateau d’ Yquem yazıyordu. Gülümsedim. Karşıdaki zeytin ağacından bir kuş havalandı o anda, sevinç çığlıkları atarak. Kameriye kafenin oradan bir kedi koştu, o ağaca tırmandı. Bense artık gerçekten orda değildim artık. Arkamı döndüm. Yeşil, güve yenikli partal hırkamın balçık yenine burnumu sildiğim gibi dönüverdim köşeyi. Bir otobüs daha geçti korkunç cüssesiyle. İçerden bir yığın göz bakıyordu, İnsanlığın hikayesi bambaşkaydı gerçekten de.