Ben, yazmaya hayatımın hangi döneminde başladım tam olarak bilmiyorum. Kendimi boşlukta hissettiğim zamanlardı. Kendine tahammül edebilmenin kaçış yoluydu yazmak…Yazının özünde aşkınlık vardı. Kendinden öteye ulaşma arzusu ve kendi içime doğru yaptığım bir yolculuk. Yazmak, geçmişe bağlı olduğunda mümkündür ancak. İlhamını hep geçmişten alır. İnsanın kendi hatalarıyla yüzleşmesi, içinde yaşadığı çelişkiler, yarım kalmışlık hissi…Yazmak bu duygulardan kurtulmak için, insanın kendini daha özgür hissettiği bir dünya. Geleceğin bir an önce gelmesi için didindiğinden olsa gerek dışa dönüktür yazarlık. Görmeden de bilebilir, gitmeden de varabilir, dokunmadan hissedebilirsin eğer hayal kurmayı biliyorsan. Düş artı geçen zaman sonunda gerçektir diye yazıyordu okuduğum bir kitapta.Hayal etmeyi ve sabretmeyi bilirsen, zaman içinde gerçek haline dönüşüyordu olmasını istediğin herşey. Yazmak insana sabretmeyi , hayal gücünün sırlarını zorlamayı öğretiyordu. Yazmak hiçkimsenin anlamadığı kadar bir gerçeklik taşıyordu içinde. Sabretmek, olgunlaşmak, mucizelere inanmak…Yazmak, geçmişten alsa da ilhamını geleceğe taşıyordu yazarı ve okuyucuları. Hayata tahammül edebilmeyi kolaylaştırıyor ve elbette değişimin ta kendisi oluyordu.Sanılanın aksine her zaman yaratmak değildi yazmak, yıkmaktı bazen. Yazı varoluşsal zamk gibiydi, parçalarımı bir arada tutan. Yazma isteğim kaybolunca parça parça dağıldığımı hissederdim. Kalemi elime aldığımda, kendimi kelimelerin efendisi gibi hissederdim. Ama aslında değildim. Ben kelimelerin, kendilerini anlatmasına vesile oluyordum sadece. Kelimeler ne emrederse, ne fısıldıyorlarsa gönlüme onu yazıyordum. İşin gerçeği, yazdıklarım bana ait değildi. Ben sadece harfler için bir araçtım.