‘Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan- yatak suçlandı. Sonra ve en sonunda banyo-tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip sömürmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız.’

‘Büyük bir sağırlıkla , kahredici

bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum:

tahliye davası açıyorum.

…Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekalet filan da bana mı yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı.

Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkûm olursun.

Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa, insanlığı nerede kalır. Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?”

(Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 4. Baskı, s: 616/2)