sevgili günlük,yine uzun oldu aramız. sağlık olsun.bir süredir üzerinde çalıştığım siteyi açtık nihayetinde. “silent launch” denilen, “sessiz sedasız açılış” anlamında gelen ve duyuruyla desteklemediğimiz bir yöntem denedik. isaac albeniz‘in asturias parçası gibi (leyenda da denebilir), a-b-a-c şeklinde bir evrim geçirdi site. yani ilk kısmını ben yazdım(a), sonra 6 ay kadar başka 2 arkadaş yazdı(b), sonra ben devraldım yine (a), şimdiyse açıldı ve başka insanlarca yönlendiriliyor gidişatı(c).epeyce vaktimi aldığından biraz geniş bir yer ayırdım sanırım. neyse…sürekli aynı yerde oturup program yazmaktan, belimin ağrısı önceki hafta son noktaya ulaşmıştı. geçen hafta doktora gittim o yüzden. 3 sene önce konan bel fıtığı teşhisinin yanlış olduğunu anlamam toplamda 630 ytl’ye patladı. memlekette hasta olanlara Allah yardımcı olsun dedim içimden. 5 ve 6. omurlarımın arasında olması gereken ve birbirlerine yaklaştırıp birlikte hareket etmesini sağlayan “klips”ler, doğumumdan beri pek gelişmemiş olduğundan birbirleri üzerinde kayıp aradaki sinirleri sıkıştırıyormuş özetle. bak, şurda kaç satırda yazdığım şeyi öğrenmek için bu kadar para! içime oturdu sanırım 🙂 neyse…mr çektirmek zorunda kaldım bu teşhis için. eskiden daha ilkeldi mr makineleri. şimdi, ağrıyı azaltmak için dizimin altına bir plastik destek verip gürültüyü (muazzam bir gürültü oluyor içeride, bilmeyenler için) azaltmak için de kulaklıkla müzik yayını yaptılar. garip bir duyguydu vücudumdan o kadar elektromanyetik dalga geçerken joy efeeeeeem dinlemek 🙂 zaman duygusu yitip giderken gözlerimi kapatıp mezarda olduğumu düşündüm. karamsar bir insan olduğumdan değil, sadece yapısı çok benziyordu (çok dar ve sıkıntılı bir yer; üstelik kıpırdamamanız gerekiyor). sonra benden önce orda öylece yatıp kontrollerinin yapılmasını bekleyen insanları hayal ettim. hasta insan deyince aklıma beyaz saçlı, beyaz geniş elbiseli, yaşlıca tombik bir teyze geliyor nedensiz. can sıkıntısından olsa gerek, “bu kadar dar bir yere o teyzeyi nasıl sığdırdınız arkadaşım?” diye sordum beni oraya tıkıştırıp “bir sorun çıkarsa bunu sıkın” diye elime ceviz büyüklüğünde bir naylon balon tutuşturan adamın hayaline. onu tutup kıpırdamamaya çalışırken ellerim uyuştu ve ufakken oynadığım ve müsait yerlerinden çıkan serum lastiğinin ucunda elimdekine benzer bir naylon balon olan ördek geldi aklıma. balonu sıktıkça ördek vaklıyor muydu, yoksa zıplıyor muydu diye hatırlamaya çalışırken aklıma daha önemli bir soru geldi:- benim ördeğim oldu mu ki??? olmadıysa niye aklıma başkalarının hatıraları geliyor?derken ördeğin, benden önceki teyzenin çocukluğuna ait olan bir hatıra olduğuna kanaat getirdim. her şey çok basitti: teyzecik giderken, sıkılmasın diye düşündüğü şeyleri orda unutmuş olmalıydı. uyumamalıydım, az sonra 20 dakika dolacaktı zaten. nitekim bana 45 dakika gibi gelen bir süre sonra müzik kesildi. değirmen taşının sesi kesilince uyanan değirmenci gibi, ben de kendime gelip üzerimdeki o garip örtüyü çekiştirmeye başladım. 90 gr’lık bir poşetten çıkan hasta önlüğüyle 80 kg’lık bir vücudu örtmeye çalışınca frikik, degaj, penaltı… ne ararsan veriyorsun özetle :)ev arkadaşım kasım gibi askere gittiğinden bu evden taşınacağım sanırım. hem kafa dinlemek için, hem de daha ucuz olması için şehir merkezine daha uzak ama ormana çok yakın bir yerlere taşınacağım sanırım. taşınmaktan nefret ediyorum, bir sürü nedenden ötürü. başa gelen çekilir nitekim. evet. çekilir.salı günü doğum günüm. @ion, hediyesini haftasonundan verdi ama 🙂 uzaktan kumandalı arabalara bakıp bakıp almayışım etkili olmuş olacak ki, en teknolojiğinden bir tane almış sağolsun. bir kaç şey daha almış, ama hepsini anlatmayacağım 🙂 arabayı sürdüm biraz; süper zevkli bir şey. şimdi cevahir’in yan tarafındaki beton alanı gözüme kestirdim. orda araba sürerken güvenlikçilerce tartaklanan biri görürseniz, bilin ki o bir bildirgeç üyesidir :)evimize temizlikçi geldi geçen gün. iki bekar ve pasaklı insana ev olduğuna pişman olan evimiz, nihayet temizlendi. ve ben epeydir ilk defa kendi odamda uyudum salon yerine. fena da olmadı aslında, tekrarlasam fena olmaz.uçak kaçırıldı, papa sıvadı, laiklik tekrar tanımlanacak oldu, ocaklar söndü, birileri zengin oldu, yalan haberler çıktı, doğru haberler çıktı, hiç biri diğerine üstün çıkamadı, rte gak dedi, peyniri tilki yedi, ağaçlar sarardı, yollar tıkandı, yollar yapıldı, yollar yakıldı, yollar açıldı, yollara mayın döşendi, biri mayına bastı, papanın özür dilememesinden sonra verdiler haberini, izmir kan ağladı, vatikan zehir zemberek konuştu, amerika konuşamadı, öhm dedi, pekeke konusunda artık daha bir süper kararlı olacaklarını söylediler, israil sallamadı, füze salladı bir kaç tane, onu da duymadık biz… ve saire, ve saire…dünya pek değişmedi nitekim. “değişmek, insanın kendine yakışanı giymesidir” deyip eğlendim ben de. kendimi kandırdım belki, belki de savsakladım. cnbc-e’de, nazım adındaki afgan bir bisikletçiyi anlatan filmi izliyorum ikinciye şimdi. geçimini sağlamak için bir hafta boyunca aynı daire etrafında bisiklet süren bir arkadaş kendisi. sinirleri tel tel olmuş, sabrının sonuna gelmiş, ölesiye yorgun, ve herşey üzerine üzerine gelen bir adam inadına asılıyor pedallara. şimdiki hayatım da ona benziyor sanki biraz.dünyanın değişeceği yok gibi özetle; pedallamaya devam…”hacı”yla okuldayken, derse mi gidelim, yoksa kantinden kahve alıp muhabbet mi edelim diye karar verecek olduğumuzda yazı/tura atardık, “kararı atatürk versin” diyerekten. ne olursa olsun tura derdik ikimiz de her zaman (yazı derse gider, tura kahve alır diye). genelde de tura gelirdi. o yüzden ne zaman bir yerde “yazı” görsem “turaaaa” deyip bir kahve molası vermek geliyor içimden… :)esen kalın efendim…