Güneşli ve serince bir akşamüstü. Havaalanından şehre uzanan yol, bilindik, soğukça ve buna rağmen dostça denilebilecek bir selamlamaya benziyor. Birkaç golf sahası, Ontario gölünün kıyısına dizili, yüksek katlı siteler, tek tük rastlanan, “kiralık” tabelaları paslanmış depo-fabrikalar.

Otobüs göl kıyısında durup birkaç yolcuyu bırakıyor. Elimdeki, Internet’ten bulduğum çizelgeye göre beş dakika sonra Royal York’a varmamız gerek.

New York’ta yer hostesiyle çene çalarak, binmem gereken uçaktan bir saat önceki uçağa bindiğim için telaşsız ve rahatım. Yanımda oturan zenci, ki benimle aynı uçaktaydı kendisi, telefonda karısıyla kavga ettikten sonra akşamki buz hokeyi maçı hakkındaki fikrimi soruyor, “ilgilenmiyorum” yanıtını alınca sanki küfür etmişim gibi bozuluyor.

Otele vardığımızda içeri girmeyip etrafta turluyorum. Daha çok işyerlerinin olduğu bir bölge burası, devasa otelin tam karşısındaki Union Station dışında pek kimse yok etrafta. Dükkanların dahi çoğu kapanmış. Karşıdan hızlı adımlarla gelen iki kadının önüne dikiliyorum. Çekindiklerini gizlemeden birkaç adım gerileyip duruyorlar. “Biliyorum tuhaf bir soru”, diyorum, “elinizdeki çiçekleri nereden aldınız?” Kadın gülümsüyor, “bana bunları biri verdi” diye hafiften övünerek yanıtlıyor. İyi akşamlar dileyip yürümeye devam ediyor, otele giriyorum. Doğrudan asansöre ilerleyip beşinci kata çıkıyorum. Koridorlarda tek bir allahın kulu olmaması tuhafıma gidiyor, oda numaralarını gösteren tabelaları izleyerek kapıyı tıklatmak üzere 5199’ın önüne geliyorum. Yanıt gelmeyince aynı yoldan lobiye iniyorum.

Geniş lobinin asansörlerin diğer tarafındaki açıklığında smokin giymiş bir adam, piyanoda Chopin tıngırdatıyor. Çantamdan otelin numarasını bulup arıyor ve 5199’a lobide olduğumu haber veren bir mesaj bıraktıktan sonra kitap okumaya dalıyorum.

Aradan ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum, başımı kaldığımda bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Her zamanki gibi gülümsüyor. Asansörde günümüzün özetini değiş-tokuş ederek odaya gidiyoruz. New York’u aratmayacak derecede yüksek binalardan oluşan manzaraya baktıktan sonra yatağa uzanıyorum. Uykusuz olduğumu söyleyip saatli radyoya elektrik veren düğmeyi çeviriyorum. Caz eşliğinde aç olduğumuzu anlıyoruz. İkram ettiği suşiyi canım çekmediğinden geri çeviriyorum. Önceki gün rezervasyon yaptırdığım restorana gitmekten, ben İtalyan yemeği istediğimden, vazgeçiyoruz. Otellerdeki, içi reklam dolu dergiden bir yer seçip kendimizi taksiye atıyoruz.

Toronto belirgin ve abuk bir Amerikan etkisine rağmen bazı açılardan hala Avrupai kaldığından olsa gerek, saat onu geçtiği için mutfağın kapandığını söylüyorlar. İtalyan aksanıyla konuşan şefe biraz üsteleyip durumu kurtarıyoruz. Ismarladığımız birer kadeh chiantiyi ya da yorgunlukla karışık bir neşeyi yudumluyoruz. Özlemişim.

Oda duştan sonra iyice serin geliyor ve yatağa sığışamıyoruz. Bir türlü uyuyamıyorum. Saatli radyonun saat kısmının kırmızı ışıklı rakamları, sabit bir hızla ilerlemeye devam ediyor. Tek yol kitap okumak ama ışıkta uyuyamadığını bildiğimden kıyamıyorum. Bir süre uyumaya gayret edip başaramayınca, büyük özen göstererek yaptığım lobiye inme planını hayata geçirmeye karar veriyorum. Kapı puştluk yaparak gıcırdayacak mı bilmiyorum ama bunu göze alınır bir risk olarak görüyorum. Kapı gerçekten de puştluk yapsa da artık geri dönüş söz konusu değil.

Smokinli piyanistsiz lobide bir saat kadar kitap okuduktan sonra asansörden ve boş koridorlardan geçerek tekrar odaya giriyorum. Korktuğum gibi kapının sesinden uyanıyor. Korkuttuğum için özür diliyor ve yanına uzanıyorum.

Sabah birkaç saat yatakta tembellik ediyor ve kahvaltı için dışarı çıkıyoruz. 12’de Monica’yla buluşmak için lobide olmamız gerek, fuar için hazırlık var. Portekizli taksiciyle dünya kupasından konuşuyoruz, bizi evli sanması komiğimize gidiyor. Kahvaltı yavaş olmasına rağmen menüdeki fiyatların hakkını verircesine keyifli. Geç kalacağımız kesin ama önemsemiyoruz.

Sheraton’da fuar salonunu bulmamız yarım saatimizi çalıyor. Monica’yla birlikte çabucak standı ve bilgisayarları kuruyoruz. Internet bağlantısındaki sorun, ilgili teknisyenin avareliği, kablolar falan derken dışarı saat üç gibi çıkıyoruz. Otele eşyaları bırakıp rehberde işaretlediğimiz yerleri gezmeye koyuluyoruz. Elimizde sütlü çay, Çin mahallesi ve üniversite bölgesinden geçip tramvayla daha çok İrlanda göçmenlerinin yaşadığı Cabbagetown’a varıyoruz. Sokaklarda ve evlerde görmezden gelinemeyecek bir şirinlik var; bu, çiseleyen yağmurun da aramıza katılmasıyla hayallerimizden konuşturuyor. Sonra başına iki-üç kişinin toplandığı, kaldırıma yığılıp kalmış bir adam görüyoruz. Polisi aramak istiyorlar, telefonumu yaşlı adama uzatıyorum. Bir türlü becerlenemediği için acil servis operatörünün bitip tükenmez sorularını yanıtlamak zorunda kalıyorum. Evet nefes alıyor, evet alkol kokuyor, evet kaldırımda yatıyor, hayır konuşmuyor, hayır bilinci yerinde değil, hayır adresim yok ben turistim…

Sokakların arasından tekrar tramvaydan indiğimiz ana caddeye dönüyoruz. Arada eski kıyafetler satan bir dükkana uğruyoruz, elli Kanada senti vererek Küçük Prens’i alıyorum. Ortasında havuz olan şirince bir parka oturup ne yapacağımızı konuşuyoruz. Akşam yemeği için henüz erken olduğundan ve yağmur hızlandığından sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Taksi bulmak onbeş dakikaya mal oluyor. Taksiciye akşam yemeğine gideceğimiz Fransız restoranının adresini verip bizi yakınlardaki bir sinemaya götürmesini istiyoruz. Yolda kitabın sevdiğimiz yerlerini okuyoruz birbirimize.

Filmden evlilik, aldatma ve ilişkiler konusunda konuşmaya hevesli ve dinlenmiş olarak çıkıyoruz. Geçmişlerimizi saklamadan konuşa konuşa restorana giriyoruz. Birçok küçük odadan oluşan, fazlaca lüks bir yer. Bir şişe Bordeaux açtırıp sipariş veriyoruz. Ertesi gün döneceğime üzülüyoruz.

Yatakta fısıldayarak konuşuyoruz. Aşık olduğumu farkediyor ve utanmadan bunu ona farkettiriyorum, imkansız şeyler söylüyorum. Mutlu veya mutsuz, şaraplı ve yorgun uykuya uzanıyoruz.

Sabah duş alıp lobideki dükkana iniyorum. Bir karta haftasonu için teşekkürlerimi mürekkepleyip yukarı çıkıyorum. Duş alıp hazırlanırken kartı yastığının altına saklıyorum. Marché adında, inanılmaz büyük bir açık büfenin olduğu bruncha gidiyoruz. Krep sırasında kadının teki yolculukta giyeceğim gömleğe çilek döküyor. Bu durumu çileksiz bir waffle ısmarlayarak protesto ediyorum. İki saat sonra odadan eşyalarımı alıp birlikte aşağıya iniyoruz. Havaalanına giden otobüs gelmek üzere ve vedalaşıyoruz. “Bu akşam rahat uyumak istiyorum, arama” diyor, gülüyoruz.

Havaalanında binbir çeşit güvenlik kontrolünden geçip uçağın kapısına varıyorum. Bir önceki uçak henüz kalkmamış olduğundan derhal yer hosteslerine biletimi değiştirmelerinin faydaları konusunda kısa bir hikaye anlatıyorum. Zorluk çıkartmayıp hemen binmemi işaret ediyorlar. Taksim-Bostancı dolmuşlarının boşvermişliğini andıran bu hoşgörü sevindiriyor beni. Uçağın en arka koltuğuna oturur oturmaz, gözlerimi La Guardia’da açmak üzere uykuya dalıyorum.

Terminalden çıkıp sisli bir akşamüstüne ilerliyorum. Otobüs durağında gelip geçenleri seyrediyorum. Eve mi geldim, benim evim neresi?