“Ya içindesindir çemberin, ya da dışında”.17 yaşındaki liseli kızlar hatıra defterlerinin kapağına bunu yazarken konu üzerinde pek düşünmüyordur, bundan eminim. Çünkü modern zamanlarda, “çember” dediğimiz şeyin özünde gördüğümüz, hissettiğimiz, kavradığımız her şeyi kapsaması olduğunu bilmek gerekiyor. O çember, her şeyi kapsıyor, kimseye çemberin içinde ya da dışında olma şansı verilmiyor. Yani:“Ya içindesindir çemberin, ya da içinde”.Buradan şu sonuca ulaşıyoruz: İstisnasız her şey, bu sistemin içinden çıkıyor. Sisteme muhalif olan da, yanında olan da, neresinde olduğunu bilmeyen de (bundan çok var emin olun) onun içinde yer alıyor. Beni son 3-4 senedir yakından ilgilendirenler sistemin dışında olanlar, çünkü konumları itibariyle enteresan olan onlar. Sisteme, idam iplerini satmaya çalışanlar diyeyim.Sistem sistem diye inliyorum ama, sistemden kastın dünyanın şu anda pençesinde olduğu hegemonya olduğunu belirtmek gerekiyor. Hegemonyanın kaynağını ise işaret etmek anlamsız. İlle de yol göstermemi isterseniz, Atlantik’in karşı yakasını göstereceğim size, gerisini anlıyorsunuz.Amerika’ya en sert muhalefetin, en sert yakınmanın kendi içinden çıkması çok doğal. Ancak çok değil, bundan 15 yıl öncesine kadar, sistem, onu eleştiren yapıdan kat kat daha büyük olduğundan ve sisteme muhalif tarafın sistemin dışında kalma çabası ve gayretinden, muhalefet ses getirmiyor, salt elit zümreye hitap ediyordu.Dolayısıyla, sistemle muhalefet arasındaki bu kalın duvarı yıkacak, açılan oluklardan daha “ince” muhalefeti sokabilecek birisi gerekiyordu. Ve 1989 yılında bir adam çıktı ve o duvara ilk buldozer darbesini indiriverdi.Bu adamın adını hemen yazmayacağım, belki anlayan anlamıştır, ama bildiğim bir şey varsa ne zaman o adamın lafı geçse, ne zaman bir filminden, yazdığı bir kitaptan konu açılsa, ‘academia’nın da, lümpen kesimin de kendisine burun kıvırdığı.İşbu nokta bana enteresan geliyor. Çünkü dünyada tutulan, fikrine değer verilen insanları ya elit kesim, ya da lümpen kesim reddedegelmiştir. Elit kesim için lümpendir, lümpen kesim için karışıktır, ‘academia’ için sokak ağzıdır, vs vs. Bu adam öyle bir adam ki, her kesimden de tonla seveni, aynı zamanda tonla nefret edeni var. Bilmiyorum hangisi daha ağırlıkta…Bu adam Michael Moore. 89 yılında vurduğu ilk buldozer darbesi ise Roger & Me. Misyonunu tamamladığı, artık bayrağı daha akademik, akıllı ve analitik zekalara devrettiği “işi” ise The Corporation.(Şimdi bunları yazıyorum, aramızdaki karta kaçmış insanlar okumamış, izlememiş olabilir, ama gene de çaktırmasınlar. Yorum olarak da “Daha çok gençler Atam. Leblebi… Rakı… Zeybek…” yazarlar, belki işlerine yarar. Wikipedia’da ilgili isimleri aratmak her zaman işe yarayacaktır)Peki ne yaptı da, böylesine ‘vurucu’ olabildi Michael Moore? Ne yaptı da Cannes’da ödül alabilecek kadar gerilla bir film yönetmeni olabildi? Hemen söyleyeyim: Michael Moore, sisteme ve hegemonyaya olan muhalefetin de sistemin içinden çıkması gerekliliğini kavramıştı. Biliyordu ki, entelijansiya ne kadar yazarsa yazsın, ne kadar düşünce üretirse üretsin, sesi lümpen kesime kadar uzanamayacak, dolayısıyla ulaştığı çevrenin çapı ufak kalacaktı. Yapması gereken şey basitti: öyle bir dil üretecek, öyle bir söylem geliştirecekti ki, o ulaşılamayan kesime ulaşması imkânsız olmayacaktı.Bunun için nice komik duruma düşmüşlüğü, nice adamın kapısını çalıp madara olmuşluğu vardır, bunları anlatmaya gerek yok. Michael Moore’u anlatmak gibi bir saflık da yapmayacağım, bilen biliyordur, bilmeyen Wikipedia’yı karıştırır zaten. Link de verir. Her neyse…Michael Moore, aynı filmi (Roger & Me) tekrar tekrar çevirerek, aynı kitabı tekrar tekrar yazarak, aynı televizyon şovunu (The Awful truth) tekrar tekrar yaparak, her seferinde bir darbe daha vurdu o duvara. Ve görevini de The Corporation’la tamamlamış oldu (en azından benim gözümde öyle).Çok kişinin izlediğini sanmıyorum, izlemişlerse ne mutlu, The Corporation’da Amerika’nın ‘muhalif’ kesimi olarak ne yapmaya çalıştıklarını çok iyi anlatıyordu Moore. Dediği şuydu: “Ben yapımcılara rating ve para kazandıracak bir şey yaptığım sürece bu şovu yayında tutabilirim. Bu şovu yayında tuttuğum sürece ise sesimi duyurabilirim.”Haklıydı da. Zaten kiminin 21. yy’ın yaşayan tek ‘filozofu’ olarak gösterdiği, benimse en azından ‘filozofluğunu’ reddettiğim Chomsky ve etrafındaki ‘aydın’ kesimle de bunca içli dışlı olması da boşuna değildi. Çünkü Moore’un misyonunun bittiği yerde onlarınki başlıyordu.Gerçek şu ki, Moore çok zeki bir adam değildi. Bildiği tek şey, ‘içeri sızmak’tı, sızmayı da başardı. Onun ‘buldozer’iyle oluk oluk kan akıttığı duvarlardan Chomsky ve Amerikan entelijansiyası, akademik kesimi geçmeye başladı. Çünkü insanlar işin ‘know-how’ kısmını öğrenmişti. Herkesin gerilla yönetmen olması gerekmiyordu tabii ki, yapmak gereken şey, bir şekilde ortalıkta görünmeyi başarmaktı. Ne kadar akademik makale yazsanız da, ne kadar kitap yayınlasanız da, muhattap olmanız gereken halk sizi okumuyor, televizyonunun başında Oprah izlemeyi tercih ediyordu. İşte Michael Moore’un başardığı budur: Amerikan halkına Oprah yerine kendisini izletmeyi, aradığı ‘spectacle’ı vermeyi, ama bir yandan da onları uyandırmaya çalışmayı becermiştir.Ardından gelen Eugene Jarecki gibi yönetmenler, Chomsky gibi aydınlar, Moore’un açtığı deliklerden geçmeye devam ediyorlar. Şurası kesin ki, artık Moore’un devrini geçmeye başladık. Moore film çekmeye, bir şeyler söylemeye devam edecek, ama artık daha ‘ince’ adamların zamanının geldiğini de biliyoruz diğer taraftan.Eugene Jarecki’nin Why We Fight’ını izleyin, ardından The Corporation’a bir göz atın, bir de üzerine Chomsky’den birkaç metin okuyun, ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.(Ha pardon, siz Wikipedia okuyan kart ‘bilmiş’lerdendiniz)Daha önce sözünü ettiğim “South Park” meselesine de bir de bu yönden bakınmanızı diliyorum. Unutmayalım: Sistemin içinden çıkan şeyler, sisteme direk etkileriyle değil, dolaylı ve uzun vadeli etkileriyle değerlendirilirler.Bu yazıya “Michael Moore salağın tekidir. Yaptıkları da palyaçoluktur”, “Chomsky rules”, “Bütün bunlar safsata, adamın General Electrics’te hissesi var”, “Atam Atam sen kalk da ben yatam” gibi yorumların gelmesini istemesem de, geleceğini biliyorum. Burada duruyorum. Sonra devam ederiz belki.